Bu meydan okuyuş, yürüyen merdivenlerin her an basamaklarını içine çekip de, birbirlerinin üzerinden yuvarlanacak olan korkunç bir kalabalığın ağırlığına dayanarak bir kaydırağa dönüşmemek adına devam ediyordu.
Deniz Hanım, işte böyle bir güne uyanmıştı; hayatının her gün bir önceki güne benzemek için türlü oyunlar kurduğu ve her akşam zaferini kutladığı bir güne. Çalıştığı alışveriş merkezinin üst sınıfa hizmet ettiği düşünülen mağazası -ki bu ayrımı etiketlerin üzerinde yazan rakamlar belirliyordu- türlü türlü insan manzarasına gebeydi. Kimi zaman mağazanın ismini bile telaffuz edemeyecek insanların yolu düşüyor ve etiketlere baktıklarında, başörtüsünün çenesinin altından sarkan kısmını, açık ağzını göstermemek için dudaklarına götüren insan manzaralarına tanıklık ediyordu bu dili olmayan, nefesi hissedilmeyen mağazanın duvarları. Örtüsü dudaklarında olan bir kadının iç sesi, nefes almak için mağazanın kapısından hızlı adımlarla çıkarken şöyle diyordu.
“İki bin lira, indirimli hali bin iki yüz lira. Kocamın böyle bir ceket giyebilmesi için iki ay çalışıp, çalışmadığı her saatte ölüm uykusuna yatması, hiçbir harcama yapmaması gerekir hatta yaşamaması gerekir.”
Kapıda karşılaştıkları bu kadının iç sesini duymuşlar gibi bir acıma ifadesiyle kadından gözlerini kurtarıp da Deniz Hanım’la göz göze gelen iyi giyinimli, orta yaşlarda bir bay bir bayan mağazanın kapısından ilk adımlarını attılar. Deniz Hanım bütün güler yüzlülüğüyle onları karşıladı. Ancak asık suratlı olmanın zenginlik göstergesi olduğunun farkında olan bu insanlar, zenginliklerini kaybetmek istemiyorlarcasına direndiler bu yüze. Kadın, dudağının sol kenarını yerçekimine bir süreliğine emanet ederek, sağ kolunun dirsek kısmına denk gelen oyuğuna taktığı çantası ve sağ elinin yukarıya doğru yumruk yapılmış elinden parlayan pırlantanın ışığından faydalanırcasına kıyafetlerin arasında gezindi. Deniz Hanım biraz önce başörtüsünün çenesinin altından sarkan kısmıyla açık ağzını kapatan kadının başörtüsüne ihtiyaç duydu. Bu gösterişli kadın bu anlarda zaferini kutluyor, bir mağaza çalışanına gösterisini başarıyla tamamlamış olduğundan, zevkten çılgına dönmüş gibi yerçekiminden aldığı emanetiyle gülümsüyordu. Deniz Hanım tam da bu gösterişli kadının kaprisleriyle boğuşmaya soyunmuşken rafların arkasından bir ses duyuldu.
“Hayır kızım. Bu ceketi almayacağım. Çünkü ben bu ceketi eskitemeyeceğim.”
Deniz Hanım, kapı arkası dinleme yapan bir kişinin edasıyla kulak kabarttı bu sese. Duyduğu bu cümleye anlam verememişken bir ses daha duyuldu ancak bu ses, sözcük öbeklerinden oluşmuyor, genç bir bayanın yüreğinden dökülüp de gırtlağın boğumlarına takılarak hıçkırıklı bir sese dönüşüyor, ellili yaşlarında görünen bir adamla mağazanın kapısından çıkıp kalabalığa karışıyordu. Deniz Hanım bu anlamlandıramadığı olayı gösterişli kadının bitmeyen yakınmalarıyla ardında bırakıyordu…
Bütün gün ayakta geçirilmiş bir gün şimdi de otobüste ayakta geçirilecek bir saatlik yolculukla taçlandırılıyordu. Otobüs Gültepe semalarında durdu. Bu varoş semtin is kokan ara sokaklarında şişmiş ayak tabanlarına rağmen hızlı adımlarla evine doğru ilerliyordu Deniz Hanım.
Tek katlı bacasından kara dumanların çıktığı evi uzaktan göründüğünde anlatılmaz bir huzur kaplıyordu içini. Ancak bugün görünen evinin bacası onu kara dumanla karşılamamıştı. Eve vardığında sönmüş bir sobanın üzerinde duran güğümü kapıp mutfağa yöneldi. Bir tuhaflık vardı ve bu tuhaflığı anlamak çok zaman almadı. Mutfak tezgâhının üzerinde bir kâğıt parçası gözüne ilişti. Elindeki güğümün yere düşmesiyle ıslanan etek uçlarına aldırmadan kendini sokağa attı. Sokakların sessizliği, göğün isli karanlığı hıçkırıklarını yüreğinde hapsetmemesini fısıldıyordu. Koca bir dünyada küçücük bir hayattı onunkisi. Işığı yanan evlerde akşam yemekleri yeniyor, perdesi aralıklı bir pencereden bir kadının çocuğunu emzirdiği görünüyor, biraz ötede beliren iki bisikletli çocuk, eve geç kalmış olmanın telaşında ve az sonra evin kapısında başına alacağı bir tokatla eve atılacak ilk adımlara doğru pedala hızla yükleniyordu.
Ara sokaklar caddelere kavuşmuştu. Ve uzakta sıvası yer yer dökülmüş üzerinde gezinen kara bulutlara, bacasından püskürttüğü kara dumanla bir ressamın dram kokan tablolarına ilham verecek bir bina belirdi; Gültepe Devlet Hastanesi. Deniz Hanım hızlandırdığı adımlarına rağmen bitmek bilmeyen bu soğuk hastanenin koridorlarında ilerliyordu. Boyası dökülmüş bir kapının önünde eşini ve aralıklı kapının ardında yatakta yatan gözü yaşlı babasının yüzünü gördü. Ardından kapıda beliren doktorun dudaklarından dökülen cümlelerin soğukluğuna ve doktorun koridorda ağır ağır atılan adımlarına kulak kesildi. Çok geç kalınmıştı. Babası tüm belirtilere rağmen bu ölüm kokan odaya yatırılacağı anı beklemişti. Kemoterapi alarak geçireceği son aylarını sevdikleriyle geçirmeyi istemişti. İki ayı kalmıştı. Deniz Hanım’ın hastanenin koridorlarına aralıklı kapıdan sızan yakarışları yan odada yatan yaşlı teyzenin gözlerini yaşartıyordu.
Ağlayarak geçirilen bütün gece sonrası sabaha karşı bir koltuk üzerinde uykuya yenik düşmüş Deniz Hanım’ın küçülmüş, kızarmış gözlerine günün ilk ışıkları vuruyordu. Aralanan göz kapaklarının ardındaki odanın flu görüntüsüne, babasının yorgun bedeni can veriyor ve net bir kayıp giden hayat seçiliyordu. Bu netlikte çantasına gözü ilişti. Ve çalıştığı mağazanın çalışanlarına yaptığı promosyonla, babası için aldığı, çantanın içindeki kazağı hatırladı bir an. “Ben bu ceketi eskitemeyeceğim.” diyen adamı, hıçkırıklarla mağazadan ayrılan genç kızı anımsadı. Nasıl bir duyguydu bu? Ne zaman öleceğini bilmek insan doğasına ne kadar aykırıydı. Ölüme yürümek nasıl bir duyguydu? Yeni alınan bir ceketi eskitemeyeceğini bilmek?
İki ay bile geçmemişti bu hastane odasında gözlerini açtıkları sabahın ardından. Elinde babasından kalan son bir şiir denemesi vardı. Yorgun bedenine rağmen yazabildiği son bir nottu hayata, Deniz Hanım’a.
Ölüme yürüyorum
Zamansızlığına aldırmadan
Yollarda gülen insanların kahkahalarına aldırmadan
Denizin kokusunun çağrısına aldırmadan
Vapurların yaşam kokan kalabalığına aldırmadan
Sıcak kumların ayaklarıma dolaşan ellerine aldırmadan
Ölüme yürüyorum
Mezarlıklardan yükselen fısıltıları duyuyor kulaklarım
Benim için hazırlık yapıyorlar
En yaşlı olanı beni istiyor
Bebeklerin ağlamaları hiç bitmiyor
Üzerinde çiçeklerle bezeli olanların kibirliliğini
Ot türemiş olanlarının sessizliği alevlendiriyor
Ve ben ölüme yürüyorum
Cebimdeki keşkelerimin anlamsızlığına karışarak
Ertelediğim sevdalarımı unutarak
Olmazsa olmazlarımı terk ederek
Ben Ölüme yürüyorum
Hilal ÜÇER