SADAKA
Çok büyük bir kaza yapmıştı! Hayatının kurtulması bir mucizeymiş o kazada...
Çok büyük bir kaza yapmıştı! Hayatının kurtulması bir mucizeymiş o kazada...
Sırada bekleyenler ve masada beni bekleyen işler buna yeterince izin vermedi. Yine de kısa süreli bir gözlem ve küçük bir sohbet onları tanımama yetti.
Bir süre etrafı seyretti. Sokaklar yağışlı kış günlerine nazaran daha hareketliydi. Karşı binada oturanlar çoktan piknik sepetini hazırlamış arabalarının arkasına yerleştiriyorlardı bile. Genç anneler küçük çocukluyla parkta koşuşturuyorlardı. “Böyle bir günde evde durulmaz, işlerin canı cehenneme” diye mırıldandı, kendi kendine.
O günün, cemrenin toprağa düştüğü gün olduğunu hatırladı birden. “Hoş geldin İlkbahar bugün seni kutlamalıyım.” diye mırıldandı tekrar. Hızla salona daldı. Gazete okuyan Asım Bey’in tepesine dikildi:
Her gittiğiniz yerde iki veya üç yıl, bazen bir, bazen de beş yıl kalabiliyorsunuz. Bölgeye göre değişiyordu kalacakları bu süreler.
O sene Naci ve Ayşegül’ün tayinleri Güneydoğu’ya çıktı. Daha önce hep büyük şehirlerde çalışmışlardı. Özgürlük ve modern hayattan uzak, dışa kapalı küçük bir şehre nasıl ayak uyduracak, nasıl yaşayacaklardı bilemiyorlardı. Bambaşka, gizemli bir dünyaydı Güneydoğu onlar için.
Küçük ve yemyeşil çimlerle ve rengârenk çiçeklerle kaplı bir tepenin etrafına çember gibi sıralanmış tek katlı evler! Her evin önünde bulunan birer ikişer dönüm bahçelerde; domates, patlıcan, biber, fasulye kabak, salatalık gibi birçok sebze ve incir, nar, dut gibi birçok meyve ağaçları bulunmaktaydı. Bahçeler ile tarlaların sınırı bölen; şırıl şırıl akan ırmak içinde ise Kara Balık ve Yılına Balığı yaşamaktadır. Irmaktan sonra gelen uçsuz bucaksız pamuk, buğday, pancar, mısır, soya ve biber tarlaları bulunmaktır.
Babamla tanışıklığım tüm bundan ibaretti.
Ortaokula başladığım gün okulu bırakmak istedim. İlk derse gelen öğretmen, herkese teker teker “Babanız ne iş yapıyor?” diye soruyordu.
Sıra bana gelecek diye korkudan kalbim küt küt atıyor ve ne diyeceğimi bilemiyordum. Biraz üstüme gelseler hüngür hüngür ağlayacağım. Ve sıra bana geldi:
Ayağa kalktım, kısık bir sesle “Çiftçi” dedim ve yerime oturdum. Tüm öğrenciler birbirine yabancı gibi bakıyor, pür dikkat, herkesin babası ne iş yapıyormuş, merakla birbirlerini dinliyorlardı.
"Zor olur ilk günlerde" diye çocuğu ve kendisi adına endişemi dile getirdim. Ancak o gayet rahattı. Gülümseyerek:
"Dün ağladı ama bugün, koşarak girdi Kreşe. Hatta 'siz gidin' diye babasıyla bana hava attı."
"Demek ki, iyi davrandılar Kreşten" dedim.
Bu defa, kasılarak ve de kahkaha atarak cevap verdi:
"Oradaki kızları görünce keyfi yerine geldi. Çok zampara olacak benim oğlum" diye cevap verdi.
"Henüz dört yaşında bir çocuk o. İşte oğlan çocukları böyle yanlış yetiştiriliyor." dediğimde, ne demek istediğimi anlamadı bile. Boş boş yüzüme bakıyordu.
Kardeşleri yoktu ama yeğenlerinin ona verdiği harçlıklarla geçimini sağlıyordu. Herkes “Bibi” diye çağırırdı. Sık sık dayımın yanına, sabahın köründe gelirdi harçlık istemeye. Her defasında da utanır sıkılırdı. Çünkü harçlık isteyeceği kişi dayımdı ve dayım o saatlerde evde olurdu. “Sabunum bitti, kibritim bitti, yağım bitti… “ derdi. Bir sabah yine geldi. Bu defa hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Uykumu ağlama sesi böldü. Gözlerimi açtım, şaşkınlıkla etrafıma bakıyordum. “Hayrola bibi, neden ağlıyorsun?” diye sordu dayım. Ama o cevap verecek halde değildi.
“Ah diyordum, şu İlkbahar bir gelse de, ağaçlar yeşerip çiçekler açsa. Piknik alanları mangalcılarla dolsa, eş dost bir araya gelip neşeli günler geçirse, kırlarda çocukların çığlıkları inletse yeri göğü. Arkasında yaz gelse. “
"Kıymet arkadaşım, nedir bu halin böyle?"
Kıymet acı acı güldü.
“Sorma başıma gelenleri" diye hayıflandı. Başladı anlatmaya: