Zozan Bê Bask Ma
Qet nebe tu nikarî ji min re bêjî bawerhişk.” Ez tev li hev bûm. We rojê min dît ku ez di rewşa ku tê da me, ne bitenê me! Kî dizane ku van gotin di guhê çend mîrovan de çinginî bû?
Qet nebe tu nikarî ji min re bêjî bawerhişk.” Ez tev li hev bûm. We rojê min dît ku ez di rewşa ku tê da me, ne bitenê me! Kî dizane ku van gotin di guhê çend mîrovan de çinginî bû?
Zaman her şeyin ilacıdır fikri eskiden, çok eskiden her derde ilaç olmuş mudur, olmamış mıdır ayrıca bir muamma olmakla birlikte, şurası bir kesindir ki, her şeyin bu kadar gelişkin olmadığı dönemlerde bazı karanlık olguların zaman sürecinde gelişerek açıklık kazandığı bir gerçektir. Ama, öte yandan geçen bu zamanın her derde ilaç olduğu yine de kesin bir bilgi değildir. Çünkü zaman dizginlenemeyecek kadar akıp giden bir süreç iken, içinde geçen işler, olaylar, düşünceler, duygular da hiç durmadan gelişip, değişiyor.
“Neymiş efendim çiçeklerimin saksılarını balkondan görünmeyecek şekilde iç tarafa asacakmışım, güvenlik açısından dolayı çiçeklerimin balkondan dışarı sarkması da görünmesi de kabul edilemezmiş!” Bunu bana söyleyince şaşırıp kaldım. Aklım almadı. “Hayır, saksılarım çok güvenli. Hiçbir şekilde düşmezler. İsterseniz gelip bakın.” dedim. Ama o beni hiç dinlemeden sesini yükseltiyor, bozuk İtalyanca aksanlı Fransızcası ile balkonumdaki saksıları kaldırmamı emredip duruyor haftalardır.
Aynı zamanda İnternetin görsel iletişimde de bir cazibe haline dönüştüğü yıllar. Kadir dayının Almancı oğluyla annesinin görüntülü görüşmesine yardımcı olurken, titiz bir şekilde aileye uygun bir internet kafesi aradığı yıllar… Ve yine aynı zamanda Ayşe teyzenin de kızının bu kafelerde, hiç görmediği Almancı olan nişanlısı ile Msn’de görüşmesine, ancak üç erkek eşliğinde izin verdiği yıllarda tanıştık. Daha sonraki yıllarda internetin bir lüks gibi belirli evlere girdiği ve ardından süratle lüks olmaktan çıkıp, her evin başköşesine konduğu yıllar geldi. Tıpkı radyo ve televizyon gibi.
Köylerine Antalya’dan getirtilip, yerleştirilen Yörüklerden rahatsızdı herkes. Ne yapsalar ne etseler seslerine kulak veren kimsecikler yoktu. “Vatan bir milletin evidir.” diyor Ahmet Mithat; sınırları kırmızı kalemle çizenler, içindekileri de tek renge, tek düşünceye, tek kelimeye hapsetmişlerdi. Bunu ret edenler yokluğa göç ediyordu.
“Ay gız biz bu FETO’NUN bir terör örgütü olduğunu nasılda bilemedik.”, “Yav bu FETO nasılda bize kendini yutturmuş!” diyenler sanki her şeyin farkında olan insanlardı da, birden “Aman şükürler olsun uykudan uyandık” edasına giriyorlar. Onlar bu koyu tartışmalarla gün geçirirken, yeni bir uykuya hazırlamak için FETO muhabbetini bir ninni gibi uzatıp giden dev babalarının farkındalar mı?
İlk alfabede, ‘’Türk övün, çalış, güven, En büyük Türk, Ne mutlu Türküm diyene!’’ sonra, ‘’Türküm, doğruyum, çalışkanım, ya da bir Türk dünyaya bedeldir!
Oysa köyümde başaklara karışmış gelincikler arasında koşarken, yaylalardan gelen çoban kaval sesini dinlerdim. Rüzgâra doğru koşarken söylediğim tekerlemeler de anamın dilindendi. Uçsuz bucaksız bozkırlarda bir biz vardık. Başka hiç kimseler yoktu sanki.
Geriye dönüp baktığımda, senin geçtiğin yollardan geçtiğimi gördüm. Ama yüreğimi söküp avuçlarının içine koyma isteğim hiç geçmedi be anne. Sen aramızdan bir yıldız gibi kayıp gideli yıllar oldu.
Keşke şimdi bu kâğıt parçasına dökeceklerimi sana dökebilseydim.
Çocukken, nadiren bizi bir arada uslu uslu oynarken gördüğünde “dayik bi qurbana nok û nîskan“, derken gözlerinden fışkıran sevginin ısısını bugün bile hissediyorum.
‘’Yazınızı dikkatle ama çok dikkatle okudum. Kaleme dökmeye çalıştığınız duygularınız tanıdıktır. Bizler birbirimize benzeriz. ‘Neden bir Kürd kadını böyle bir yazı yazmak zorunda kalır?’ diye düşündüm hep.’’
Bunun üzerine ben de bir şeyler yazayım dedim. Ve yazdım.
Kör dişleriyle beni ufalıyarak, ancak o küçük karın çukuruna atabilirdi.