Genetik Ne Büyüleyici Bir Şey!

Hilal Üçer kullanıcısının resmi
Sessiz bir çığlık duyuldu gecenin ayaz soğuğunu yırtarcasına. Bu ses, onu pencerenin önüne dikip, perdenin arkasından olup biteni izleme merakını kamçılamaya yetmişti. Ellerinin arasındaki perde uçlarına sımsıkı tutunuyordu. Başı dönüyor, midesinde karıncaların adımlarını duyuyordu. Sokak lambalarının bedeninden daha yorgun cılız ışıkları altında çiseleyen yağmur taneleri, pencerenin pervazlarına vuruyor, çok geçmeden bir şimşek çakıyor ve bu geçici aydınlıkta onu ele veriyordu. Dizleri titremeye başlamıştı.

Hızlanan yağmurun pencere pervazlarının çatlaklarını dövercesine ama hiç duyulmayan inlemeler eşliğinde içeri sızıp  avuçlarına damlamaya başladığında, bu her bir damla beyninde bir soruya dönüşüyordu.

Kimdi bu sessiz çığlığın sahibi? Her gece bu saatte duyduğu – belki de duyduğunu sandığı- bu ses kime aitti? Neden hiçbir evin penceresi  aydınlanmıyordu?  Bu her gece sorulan soruların cevabını verecek gücü bulamıyordu kendinde. İçi ürpermişti.  Sonbaharda yüzünü bir yüz görümlüğü kadar göstermeyen yağmurlar, kışın ilk ayında evde kalmış bir kızın dizginlenemeyen gözyaşlarını andırırcasına bırakmıştı kendini. Daha birkaç gün önce naftalin kokulu yorganında uyumaya başlamıştı. Arada bir gelen yardımcının bu ilkelliğini her kış başında yaşamak onu çıldırtıyordu. Perde uçları esaretten kurtulmuş ve onu naftalin kokulu bir uykuya uğurlamıştı, rolünü ezberlemiş hatta bu rolden sıkılmış bir figüranın bezginliğinde.

“Anne ben geldim. Sana en sevdiğin kurabiyelerden getirdim. Hadi bir çay koy da iki laflayalım. Biliyor musun anne, Eylül giderek sana daha çok benziyor. Geceleri uykusundan kalkıp tuvalin karşısında yorgun düşüp, kadifenin sıcaklığına yeniliyor yeşil koltukta. Eli, yüzü boya içinde buluyorum onu sabahın ilk ışıklarında. Soyut bir dünyası var onun. Şövale üzerindeki tablosuna bakakalıyorum. Somut hiçbir şeyle ilgilenmiyor tabi tuval, fırça, boyalar, terebentin…  Eh bir de vernik hariç. Genetik ne büyüleyici bir şey anne!

Küçükken kabus görüp de uykumdan uyandığım gecelerde, seni yanımda bulamaz, odanın karanlığında kendimden bile ürper, çığlığı basardım, hatırlıyor musun? Sonra patur kütür sesler duyar, bana hızla yaklaşan adımlar, hızla açılan kapının bedenimde yarattığı esinti  ve sonunda eli yüzü boya içindeki seni görünce bütün korkularım kanat çırpmaya başlardı. Olan senin sanat eserine olur, benim çığlığımın yarattığı refleksle muhtemel, fırlayan elinin parmaklarının arasında dans eden fırça, titizlikle çalıştığın eserinin üzerine öyle bir leke kondururdu ki günlerce bunu telafi etmek için uğraşır dururdun.

Anne neden hiç sesin çıkmıyor. Beni duyuyor musun? Anne, anne…”

Gün ışığı yatak odasına delikli perde aralarından sızıyor ve tablolarla dolu duvarlarda ahenk yaratıyordu. Odanın ısınan teması, kırışmış alnında tane tane belirmiş su odacıklarından içeri sızıyor, bir balonu patlatırcasına patlatıyor ve bu akışkan ter kabarcığı alnının derince yarıklarından kendine su yolu yapıyordu. Yatağından fırladı. Mutfağa koştu. Ocağın üzerinde duran çaydanlığın altı yanmıyordu. Masanın üzerinde dün geceden kalma izmaritlerden  ve sigara paketinden başka bir şey yoktu. Telefona koştu. Telesekreterin düğmesine bastı ve hemen yanındaki gülkurusu berjere çöktü.

Telesekreterin mekanik sesi bir mesajınız var diyordu:

“Aliye Hanım, saat 13.00’de galerideki serginizin hazırlıkları tamamlandı. 12.00’de buluşmak dileğiyle.”

Bippppppp

Kulaklarında “anne ben geldim, anne ben geldim… ” seslerini bitirmek istercesine kulaklarını tırmalayan bip sesini kapatmak için telefona uzandı.

Telefonun yanında duran saat 10.15’i gösteriyordu. Bu kadar yaşlı birinin bu saate kadar uyumuş olması nasıl açıklanabilirdi ki? Geceleri duyduğu  o sessiz çığlığın izahını nasıl yapabilirdi? Muhtemelen aklını kaçırdığını düşüneceklerdi.

Hızlıca alınan bir duş sonrası, zayıflamış, bir kemik görüntüsündeki dizlerini açıkta bırakan yırtık kotunu ve beyaz,  açık yakalı bir bluzu sündürürcesine geçirdi üzerine. Hiç vazgeçemediği, her sergide taktığı, dünya insanını kucaklayan renk cümbüşü fularını doladı boynuna. Kısa kahküllü saçlarını eliyle düzeltti. Kuzeybatıya doğru hafif eğik ve siyah olan şapkasını taktı. La Grand Fransız tarzı ayakkabılarını geçirdi ayaklarına, tozlu oluşuna hiç aldırış etmeden. Tam çıkacaktı ki mutfak masasının üzerinde  sigarasını unuttuğunu fark etti, almak için mutfağa yöneldi. Paketin yanında bir kağıt duruyordu. ‘Dün gece burada yoktu,’ diye konuştu iç sesiyle. Üzeri benek benek kahverengi lekelerle dolu, tırnaklarının arasındaki renk cümbüşüyle oje sürmesine gerek kalmayan parmaklarını uzattı kağıda. Kağıtta tek bir cümle yazıyordu. Titreyen dudaklarından duyulan tek bir cümle.

“Genetik ne büyüleyici  bir  şey anne!” oldu.

Hafızası ona kötü bir oyun mu oynuyordu. Bu içindeyken bile yalnızlık kokan evi bir an önce sanal yalnızlığından kurtarıp, gerçek yalnızlığına itmeliydi. Hem de hemen.

Apartman merdivenlerini hızla iniyordu. Kapıcı Ahmet Amca’ya bir selam çaktı. Mutlu görünmekte üstüne yoktu. Apartmandan çıktığında saat itibariyle şu İstanbul trafiğine batıp çıkmanın tarifesi bir saatti.

 “Taksi”

Taksinin kapısının açılmasıyla arabesk bir müzik çağırıyordu onu.

Hayır, binmeyeceğim. Teşekkür ederim, demeyi çok isterdi ama bir sonraki taksinin dolu mu boş mu geçeceğini kestiremedi. Ve zamanı gitgide daralıyordu.

“Nereye gidiyoruz abla?”

“Sen gitmiyorsun. Ben gidiyorum.”

“Ama bu çok mantıksız” diyerek gevrek gevrek gülmeye başladı adam.

“Aynı arabada aynı yolu alan iki insan aynı noktaya eşzamanlı ulaşırlar. Aynı bir paralel çizgi ekseninde bunun gerçekleşmemesi için taksinin ikiye ayrılması ve bu paralellikten bir an önce gaza basarak…”

Sözü yarıda kesilmişti. “Bir şoför için fazla teknik bir mesele değil mi bu?”

“Yok abla. Ben Mühendisim. Mesleğimi yapma şansım olsaydı ve sizinle bu şekilde tanışsaydık size Hanımefendi diyebilirdim.  Ama  her  mesleğin hakkını vermek gerek. Bu meslekte racon bu. Bu seni yanıltmasın. Etiket yanıltıcıdır.”

“Nereye gidiyoruz abla?”

“Cihangir’e.”

“Peki arabesk dinlemekte mi bu mesleğin raconu?”

“Metal müzik dinlemem size daha mı iyi gelecekti? Etiket yanıltıcıdır dedim ya abla.”

“Ben bir kaçığım. Şu eşitsizlikler diyarında içim ayrı konuşuyor, dışım ayrı.”

Cihangir’e varılmıştı. Güneşli bir gündü. Cihangir Sanat Galerisi’nin önünde durdu taksi. Arabadan inerken son bir cümle gerekliydi. Bu onun en haz aldığı andı.

“Biz, buraya kadarmış. Artık yalnızsınız. Eyvallah!”

Kendi yalnızlığının acısını, insanları yalnızlık buhranına itmek için hiç acımadan kullanmayı çok severdi.

Artık saltanatının olduğu yerdeydi. Davetli listesine bir göz attı. Teyitler alınmıştı ve her şey yolundaydı. Bir saat içinde salon davetlilerin uğultularıyla can bulduğunda odasından çıkmış ve işte bu gördüğünüz tabloların yaratıcısı ben geldim dercesine salona girmişti. Tebrikler, tebrikler, tebrikler, bitmek bilmeyen tebrikler arasında bir tablonun önünde duran küçük bir kız çocuğunu fark etti. Yanında fötr şapkalı bir beyefendi tabloda kullanılan teknikleri ona bir bir anlatıyordu.  Arkası dönük bu kız çocuğunun muhtemelen yedi sekiz yaşlarında olabileceğini düşündü. Heyecanlandı.  Karşısında gözlerinin içi parıldayan bayanın bitmek bilmeyen övgüleri giderek duyulmaz oluyordu. Ses çok derinlerden gelmeye başladığında, bir an şok etkisi yaşar gibi irkildi. Hanımefendiden izin istedi ve adımlarını bu küçük kızın yanına arşınladı.

Birkaç metre öteden yandan görünen yüzüne, kıvır kıvır saçlarına bakakaldı. Sonra tablosunun üzerinde gezinen küçük ellerine. Tırnak aralarının gökkuşağı gibi tablonun üzerinde gezinişini izledi uzun süre. Bu yaşlardaki ben’ini hatırladı. Anıların kucağına düşmüşken bir ses onu bu zamana çağırdı.

……..

Not: Ana karakterin ismi Aliye Berger’in anısına seçilmiştir. Ve arkadaşım Arzu Türk’e  öne çıkarılmış görsel için fotoğrafını kullanmam adına gösterdiği nezaketten ötürü teşekkürlerimi sunarım.

Hilal ÜÇER

Kategori: 

Bunları Okudunuz mu?

03/31/2024 - 21:39
03/21/2024 - 04:53
01/14/2024 - 19:15
12/06/2023 - 15:04

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Hapishane Dergisinin 51. Sayı...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 2024 tarihli 51. sayısı...
TEK KİŞİLİK HÜCREDE YAZILAN BİR ÖYKÜ: DE...
               Mahallenin kimi çocukları ondan hem korkar hem de onunla uğraşmaktan vazgeçmezdi kargalar...
Duvarları delen çizgiler
Balıkesir Burhaniye yakınlarında yaşayan arkadaşlara davet. 10 Aralık'ta Insan hakları haftasında, Burhaniye Yerel Demokrasi ve Insan Hakları Gündemi...

Konuk Yazarlar

Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...
Girit Leblebisi
  Ben vakitlice davranmış, gün batımını da izlemek için kahvelerin gürültüsünden uzakça bir bankı gözüme kestirip oturmuştum. Bir süre sonra,...