İSLAMÎYETIN ZUHURUNA KADAR KÜRTLER

Edebiyat Bahcesi kullanıcısının resmi
Tarihi eserlerin; arkeoloji, lengüistik (dil bilimi) ve antropolojik tetkiklerle değerlendirilen bilimsel dokümanı, bugün için, Kürtlerin orijini hakkında gerekli bilgiyi vermektedir. Fakat biz, bu tarihi bilginin çok kısa bir tekrarına geçmeden önce, bütün eski halkların mitolojilerinde olduğu gibi, Kürtlerin milli orijinlerini, kendi destanlarında arayalım önce.

Bunların en yaygın olanlarından biri, Kürtlerin “var oluşlarını” şöyle anlatmaktadır: Günlerden bir gün, Hazreti Süleyman haremini genişletmek ister ve 500 gözüpek cinini yanına çağırarak onlara şu emri verir: “Güneşin battığı taraflara doğru uçacak ve bana çok uzaklarda bulunan Avrupa topraklarından, 500 biribirinden güzel bakireler getireceksiniz.” Hazreti Süleyman’ın bu emri üzerine cinler yola çıkarlar. Uzun ve yorucu araştırmalardan sonra, cinler Avrupa ülkelerinden her biri mayıs ayının on dördü gibi biribirinden şirin ve güzel, 500 bakire kız toplar ve gerisin geriye yola koyulurlar. Fakat cinler daha Hazreti Süleyman’ın sarayına yaramadan, o’nun dünyamızdan ayrıldığı haberi ulaşır kendilerine. Bunun üzerine, bu biribirinden sıhhatli ve son derece güzel bakireleri eski ülkelerine götürüp iade etmeye bir türlü kıyamıyan cinler, yüksek dağlara çekilir ve onlarla evlenirler... İşte o günden bu yana, Hazreti Süleyman’ın cinlerinin bu şirin bakirelerle birleşmelerinden doğan sıhhatli ve güzel çocukların kendi aralarında evlenmelerinden çoğalan dağlı insanlar, Kürtlerin ta kendileridir... Kürt halkının tarihi üzerinde olduğu gibi, bizatihi Kürt kelimesi üzerinde de, ırkçı-faşist amaçlarla tarihi gerçeklerin inkarına kadar varan bir takım basma kalıp fantaziler yapılmıştır ve yapılmaktadır. Bu yalancı ve ciddiyetten uzak zorlamaların tekrarı hem sıkıcı ve hem de gereksizdir. Bu nedenle biz, Kürt kelimesi hakkında Kürt tarihini en modern ve ciddi usûllerle tetkik etmiş bulunan ve travayları (çalışmaları-NM) tüm dünya bilim kurumlarınca kabul edilen üç otorite (Marr, Minorsky, Bois) tarafından yapılan etimolojik analizin kısa bir tekrarını yapmakla yetineceğiz: Zira değişik zamanlarda ve farklı metodlar kullanmalarına rağmen, Kurdmanc kelimesinin etimolojik tetkikinde, sonuç itibarıyla üçü de aynı gerçeğe varmışlardır.: Bu terimi üç elemana ayırmışlardır: Kurd, Man ve C. Birincisi açık bir şekilde Irani dillerde (îrani kavimlerini konuştukları dil familyası) kullanılan Gurd yani kahraman, ikincisi Med (Matai ya da Mada -M.Ö. dokuzuncu yüzyılda tarih sahnesine çıkan Manialarla da Kürtlerin karıştıkları bilinmektedir.) kelimesini ifade eder. Son harf yani C ise, milli orijini kaynaşık bulunan iki kelimenin anlatmak istediği ırkın tabiatına (natürünü) ve anlamını determine etmektedir. Bilindiği gibi, Kürtler kendi aralarında, Kurdmanc sözcüğünü Kürt kelimesinin karşılığı olarak kullanmaktadırlar. Zaten Kürt halkının ezici ekseriyeti de, çok ufak nüans farkları halindeki bölgeyi telaffuz özelliklerine rağmen, Kürmanci (Kurdmanc sözcüğünden galat olarak) lehçesiyle konuşmaktadırlar.(5) Antropolojik tetkikler, Kuzey Kürdistan’da yaşayan Kürtlerle güneydekiler arasında, özellikle boy, yüz şekilleri ve vücut sikletleri (Kuzeydekilerin ince uzun olmalarına mukabil, Güney Kürtleri’nin nisbeten orta boylu ve dolgun olmaları gibi...) bakımından, dikkate değer bazı farklar tespit etmiştir. Ama, bu basit fiziki farklılaşma, yüzyıllar boyu tesirini icra eden iklim ve coğrafi şartların tabiî evolüsyonları sonunda meydana gelmiştir ve son derece normal bir sonuçtur. Kürt Tarihi ve Kürtlerin sosyal hayatı ile ilgilenmiş bütün ciddi tarihçilerin oy birliğiyle vardıkları kanaat, Kürtlerin orijin itibariyle, İrani Kavimlerle birleştikleri merkezindedir. Bilindiği gibi, bu grupta Kürtlerden başka Acemler (Persler), Ermeniler ve Afganlılar da bulunmaktadır. Irk ve dil özellikleri itibariyle yakın tarihi köklere sahip bulunan bu kavimler, aynı zamanda yakın tarihi etnik coğrafi ilişkileri de, tarihleri boyunca günümüze kadar sürdürtmüşlerdir. İrani Kavimler, gerek tarih sahnesine çıkış yerleri, gerek ırkçı ve gerekse lengüistik özellikleri bakımından, Hindo-Avrupa (Îndo-Euorpeenne) milletler familyasına mensupturlar. Yani Aryen (Ari)’dirler. Bu familyanın ana kolları şunlardır: Hintliler, İranlılar (Kürtler, Acemler, Ermeniler, Afganlılar), Grekler (Yunanlılar), İtalyanlar, Seldler, Germenler (Fransızlar,Almanlar, Anglo-Saksonlar, Skandinavyalılar), Slavlar (Çekler, Polanyalılar, Ruslar) Takriben M.Ö. 2000 yıllarına ait Sümer arkeolojik yapıtlarında Kardaka memleketinin adına raslanmıştır. Daha sonraları Xenophon (Ksenofon)’nun anllattığı meşhur Onbinlerin Dönüşü’nde, Kardaka ülkesinin ve Karduk’ların bahsi çokça geçmektedir. Xenophon tarafından çokça kullanılan ve sonraları başka tarihçiler tarafından da teyit edilen Karduklar, o zamandan itibaren meşhur olmaya başlamışlardır. Xenophon’dan beri, Kardaka ülkesi olarak, Dicle nehrinin doğu kesimlerini Cudi Dağı ile birlikte içeren ve Urmiye gölüne kadar uzanan topraklar kastedilmiştir. Klasik yazarlar, adı geçen bölge için Gordien adını kullanmaktadırlar. Şüphesiz Gordien, Kürt etnik karakterinin tarih içinde, bir başka sözcükle ifade edilmesinden başka bir şey değildir. Ermeni tarihçiler de keza, bu toprak parçaları için Bed-Kardu ve Cezire şehrine ise Kardu Gazartası (Karduların Merkezi) adını kullanmışlardır. Xenophon, Onbinlerin Dönüşü’nde (M.Ö. 400-401) şöyle yaz-maktadır: “...Bu Karduklar ne kral Artakses ve ne de Ermeni krallarının hakimiyetlerini tanımıyorlardı...” Karduk Kürtleri, M.Ö. dokuzuncu yüzyıldan altıncı yüzyıla kadar geçen uzun bir tarihi devir boyunca yaşayan Urartu Devleti’ni kurmuşlardır. Van Gölü havzasında kurulan ve yüzyıllarboyu kuvvetli devlet kurumlarıyla, günümüzde dahi bu bölgeyi süsleyen canlı arkeolojik eserlerin şahitliğini yap-makta devam ettiği Urartu medeniyeti, Kürt milletinin mutlu olduğu ve insanlık tarihine sanat şaheserleri armağan ettiği altın tarihi devirlerinden birini teşkil eder. Sovyet Akademisyeni tarihçi Marr: “... Her ne kadar Urartularla bugünkü Kürtlerin dilleri arasında tam tamına bir uygunluk mevcut değil ise de, bu hiçbir şey ifade etmez. Zira Kürtler, diğer milletler gibi, zamanla dillerinde bir takım değişiklikler yapmışlardır.” der. Marr-Minorsky-Bois üçlüsünün vardıkları etimilojik sonuçtan ve Kurd-man-c yani Kardukların ve Medlerin aynı bir milletin (Kürtlerin) tarihi birer kolları olduklarından, yukarda söz etmiştik. Bilindiği gibi merkezleri Ekbaten (Hemedan) İran Kürdistanı’nda bulunmakla beraber, Medler hemen hemen bugünkü Kürdistan topraklarının hepsini kapsayan bölgelerde hükümran olmuşlardır. Med İmparatorluğu, M.Ö. 555 yıllarında Farslara yenilmiş ve o tarihten sonra da, Med Kürtleri Acemlerle birleşik ve müşterek devletler kurarak, istikrarlı bir tarihi topluluk halinde yani eski bir millet olarak yaşamakta devam etmişlerdir. Kürt tarihinin Med Peryodu adı verilen tarihi devir zarfında meydana getirilen devletlerle; bu Kürt imparatorluklarının medeniyetleri, zaferleri, büyük imar ve sanat hamleleri son derece açık ve kesin tarihi belgelerle bilinmektedir. Medlerin Aşağı Mezopotamya da denilen Güney Irak topraklarındaki Sami menşeli devletlerle (Elam, Sümer-Babil ve daha kuzeyde yerleşmiş Asurlularla) münasebette bulundukları ve bu kavimlerle Medler arasında savaşların eksik olmadığı bilinmektedir. Herodot’un tarihinde Medlere ait geniş tarihi bilgi yer almaktadır. Amnien Marcellin’e göre Medler, savaş oklarını yağ ve petrolden müteşekkil sıvılara batırmak suretiyle kullanıyorlardı. Tarihçi; “... Böylece tutuşturulan ok, değdiği yeri yakardı. Bu yangınları söndürmek için kullanılan su ise, onu söndüreceği yerde çoğaltıyordu.” diyor. Zamanımızın modern savaşlarında da büyük rol oynayan petrolün önemine bu vesile ile değinen Thomas Bois, Kürdistan topraklarında bol miktarda bulunan bu “Siyah altın”ın, Gordien (Kürt) ateşi adı verilen Medlerin korkunç silahlarına benzemesindeki tarihi anıya dikkati çekmektedir ayrıca. Kürt Medya imparatorluğu üç büyük eyalete ayrılıyordu: Büyük Medya: İran bozkırlarına kadar uzanan bugünkü Güney Kürdistan Atropaten Medyası: Bugünkü Azerbeycan ve Ararat (Ağrı) bölgesi. Rajes Medyası: Tahran’ın batısı ile Van Gölünün doğusunu içine alan mıntıkaya verilen tarihi isimdir bu. Beni İsrail tarihi anlatan Tevrat (Kitab-ı Mukaddesata da) Rajes Medyası’ndan bahseden parçalar vardır. Tevrat’a göre Medya’nın bu bölgesinde, taa o zamanlar da Yahudi komünotları vardı: Melek Rafael, Neftali (Yahudi) kabilesine mensup, merhametiyle meşhur Tobi’yi alıp buraya (Medlerin Ülkesine) getirmiştir. Kürt Medya İmparatorluğu, imparator Kiaksar zamanında, haşmetinin zirvesine ulaştı. Bütün Kürt prenslerini, merkezi imparatorluk otoritesi altında toplayan Kiaksar (M.Ö. 633-584), öteden beri Asurluların başkenti olan Nıniv (Ninova)’i zaptetmek ve bu ülkeyi imparatorluğun hudutları içine almak emelinde idi. M.Ö. 626 yılında Asur kralı Asurbanipal ölünce, Kürt imparatoru Kiaksar’ın arzularını gerçekleştirmesi için gerekli ortam da doğmuş bulunmakta idi. Hazırlıklarını tamamladıktan sonra Kiaksar, Kürdistan dağlarından Ninova’ya (bugünkü Musul civarında bulunan ve arkeolojik önemi son yıllarda daha çok su yüzüne çıkan ünlü Asur başkenti) indi ve şiddetli savaşlardan sonra, burasını zaptetti (M.Ö. 612). Bu büyük tarihi olayla birlikte, cengaverlikleriyle isim yapmış Asurlular Kürtlere yeniliyor ve Asur toprakları Kürdistan’a katılarak, Büyük Kürt Medya İmparatorluğu meydana gelmiş bulunuyordu. Günümüzden tam 2582 yıl önce, Ninova’nın büyük Kürt kralı ve kumandanı Kiaksar tarafından zaptedilmesiyle, Kürdistan tarihinde yepyeni bir haşmet sayfası açılmış ve M.Ö. 612 yılı, antik Kürt takviminin başlangıcı olarak kabul edilmiştir. Yüzyıla yaklaşan çok renkli ve muhteşem Medya imparatorluğu, Kiaksar’ın torunu imparator Astyaj (Astiyag-NM)’ın, M.Ö. 549 yılında büyük Sirius’a (Acem kralı) yenilmesi üzerine, Kürtler ve Acemler, aynı bir imparatorluğun hudutları içerisinde birleşmiş oldular. Irkî kökleri, lengüistik ve sosyal özellikleri biribirine çok yakın olan bu iki Arî kavmin müştereken kurdukları devletler, tamamen kendi milli varlıklarını ve tarihi istikrarlılıklarını sürdüren, eşit şartlar altında tezahür eden siyasi organizasyonlar şeklinde tecelli etmiştir, imparatorluğun çekirdek askeri güçleri ve komuta hayeti her iki milletin en kristalize olmuş çevrelerinden teşekkül ettiği gibi, merkezi imparatorların kendileri de, bazen Kürt ve bazen da Acem aslından olagelmişlerdir. Darius (Dara) M.Ö. 521-486 zamanında ilkçağların en büyük Ari imparatorluğunu kuran Kürtler ve Acemler, İslamiyetin zuhuruna kadar beraberce yaşamakta devam etmişlerdir. İran tarihinin en haşmetli ve en parlak devirlerini teşkil eden bu yüzyıllarda, Kürt-Acem dilleri, edebiyatlarıyla sanat ve sosyal değerleri ve ekonomik münasebetleri de birlikte gelişe gelmiştir.

 

İSLAMİYETİN KABULÜNDEN SONRA KÜRTLER

Denebilir ki, M.Ö. 612 yılında Ninova’nın büyük Kiaksar tarafından zaptedilerek Kürtlerin bir imparatorluk kurdukları tarihten itibaren, İslamiyeti kabul ettikleri tarihe kadar geçen zaman içerisinde, kurulan İran devletleriyle imparatorluklarının ana yapısını ve müşterek kaderini, Kürt ve Acem halkları birlikte paylaşmışlardır. Mesela Kürt halkının milli şuurunda yer eden ve halk destanlarıyla Kürt milli mitolojisini süsleyen Rüsteme Zallar, Korozlar, Hatemler... Kürtlerle birlikte aynı zamanda Acem halkının da milli gururunu ve tarihi kökenlerini sembolize etmektedirler. Kürtlerin İslam dinini kabul etmeleri kolay ve çabuk olmadı. Hatta Minorsky’nin ifadesine göre; Acemlerin Kürtlerle Araplar arasında tampon oldukları bölgelerde, Arap halifelerinin otoritelerini tanımayan tamamen bağımsız Kürt krallıkları, uzun devirler boyunca devam etmiştir. Fakat bu direnç, zamanla yavaş yavaş kırılmış ve Kürt halkının tamamına yakın büyük kitleleri, İslam dinini kabul etmişlerdir. Burada yeri gelmişken, çok önemli bir tarihi gerçeğe parmak basmamız gerekir. Basra’dan Cebelitarık Boğazı’na kadar bütün Güney Irak, Suriye, Mısır ve Kuzey Afrika’nın eski milletleri, İslami kültürün ve Arap toplumunun değer yargılarının tesiri altında kalarak, zamanla Araplaştıkları halde, Kürtler günümüze kadar etnik, tarihi, lengüistik özellikleriyle sosyal değer yargılarını ve kendi aralarındaki ekonomik münasebetleri muhafaza etmişler ve asla asimile edilememişlerdir. Tıpkı Kürtler gibi, İslam dinini kabul ettikleri halde, Araplaşmayan kavimler arasında Türkler ve Acemleri de zikretmek gerekir. Müslümanlığın kabulünden sonra da Kürtler, milli ve bağımsız devletler kurmaktan geri kalmamışlardır. Hiç şüphesiz, ilk ve ortaçağların millet ve milli devlet anlayışı, çağdaş milliyetçi hareketlerinden ve günümüzün milli devlet anlayışından çok farklıdır. O devirlerin devletlerini karakterize eden temel muhteva, genellikle bir ailenin tekelinde bulunan ve müşterek dini bir inancın etrafında toplanmış (devletin hudutları dahilinde konuşulan dillerin ve kavimlerin çeşitli oluşlarına bağlı olmaksızın) kavim ve kabile topluluklarının meydana getirdikleri “hanedan tipi devlet”lerdir. Ortaçağ boyunca devletler şeklinde teşkilatlanmış belli başlı Kürt Hanedanlıkları şunlardır:

ŞADDADITLER (Şeddadîler-NM) (M. S. 951-1088) M. S. 951 yılında Muhammed Şaddati (ünlü Selahaddine Eyubi’nin de mensup bulunduğu Hadabani aşiretinin Rawandi kolu şefi) tarafından kurulmuştur. 1088 yılında Selçuk kralı Malik Şah tarafından sonlanan Şaddadit Kürt Devleti, Dabil (Rewandız)’den Ganja’ya (Sovyet Azerbeycanında bulunan eski bir Kürt şehri) kadar uzanan Kürdistan topraklarına hükmetmişlerdir. Şaddadit’ler devrinde, Kürt kültürü ve sosyal hayatı gelişmek imkanları bulmuştur.

HASANVAHHILER (Hesenwahîler-NM) (M.S. 941-1014) Aşağı yukarı Şaddaditlerle hem zaman olarak, Kuzistan’ın Cibal şehrinde diğer bir Kürt Hanedanı, bağımsızlığını ilan etmişti. Zamanla ordularını ve devlet teşkilatlarını geliştiren Kürt Hasanvahhileri iktidarlarını Hemedan Mehavvand, Kırmanşah ve Şahrizor’a kadar uzatmışlardır. Devletin kurucusu Hasanvahhiyê Hesen, Darziken aşiretlerinin şefi idi. Bu Kürt krallıkları zamanında adli teşkilat kurulmuş, memleket ekonomisinde merkezi bir maliye sistemine girişilmiş ve özellikle köylü kitlelerinin yararlanabildikleri imar faaliyetleri geliştirilmiştir.

MARWANLAR (Mervanîler-NM) (M.S. 990-1096) Şüphesiz o devirlerin bağımsız Kürt devletleri arasında en meşhuru ve en önemlisi MARWAN KÜRT DEVLETİDİR. Devletin kurucusu Dusdake Merwane Ali’dir. 990 yılında Amid (Diyarbekır)’da kurulmuş, daha sonraları Ruha (Urfa)'ya, Cezire ve bugünkü Türkiye Kürdistanı’nın hemen tamamıyle Zagros Dağlarına kadar olan Irak Kürdistanı’nın Bahdinan Bölgesini de idareleri altına almışlardır. Merwan Kürt Devleti’nin en dikkate değer siması kral Ebu Nasır Ehmed (1011-1061) olup, o’nun zamanında Kürdistan’da kesif ticari faaliyetlerin sonucu memlekette canlı bir ekonomik manzara hakim olmuş ve çeşitli imar işlerinin büyük bir iş seferbirliği yarattığı devlet hudutları içerisinde, Kürt halkı refah ve mutluluk içerisinde geçen bir tarihi devir yaşamıştır. Monarkın (kral) sarayında bilhassa edebi toplantılar ve şiir seansları gelenek haline getirilmiştir. Monark Ehmed’in çok zengin olduğu ve hareminde 500’den fazla kadın bulundurduğu da verilen tarihi bilgiler arasındadır. Bu arada, Cibal’de kurulan Banu Annaz (991-1117) ve 1148 ile 1339 yılları arasında Büyük Lonstan’a (Büyük Loristan-NM) hükmeden Haraspides Kürt bağımsız devletlerini de kaydedelim. ...VE EYYUBİLER Korkusuz ve amansız süvari. Müslüman halklarının dirliğini ilk defa gerçekleştiren ve bütün İslam dünyasının tanıdığı en büyük komutan. Kürdistan’ın kahraman padişahı Selahadine Eyubi’nin bir Kürt olduğunu hatırlatmak gerekir mi? Selahaddin’in (1137-1193) çekirdek askeri kuvvetlerinin ve vurucu birliklerinin tamamı Kürtlerden özellikle Hakkari bölgesinin Mihrani ve Hatbani v.s. aşiretlerinden devşirilmişti. 1927 yılından birkaç yıl öncesine kadar süren ve yorulmak bilmeyen bir araştırma çabasıyla tüm bilimsel ve entellektüel enerjisini Kürdistan’ın ve Kürt milletinin tarihini ve sosyal hayatını incelemeye adayan Thomas Bois, Haçlı Seferleri dolayısıyla İslam milletlerinin durumunu eleştirir ve şu yargıya varır: “Sayıları itibarıyla Araplardan ve Türkmenlerden çok daha fazla bir kontenjanla Selahaddin’in ordusunda görev alan Kürtler, Haçlılara karşı girişilen savaşlarda, özellikle Akka ve Hittin zaferlerinde (1187) çok büyük bir rol oynadılar... Bu devirlerde, Kürtlerin çağdaş diğer Müslüman milletlere oranla daha yüksek meziyetlere ve milli kabiliyetlere sahip olduklarına ve bu meziyetlerini açıkça gösterebildiklerine şahit olunmaktadır. Cesur ve savaşçı. Merhametli, adil ve idareci. İmara ön planda yer veren ve sanatı seven insanlardı...”(6) Ordularının çekirdek güçleriyle vurucu kıtalarının Kürtlerden meydana gelmesine ve bizzat imparatorun Kürt olmasına rağmen, Eyubi Devleti’nin münhasıran bir Kürt milli devleti şeklinde teşkilatlanamadığı doğrudur. Ama ilk ve özellikle orta çağların hangi devleti ya da imparatorluğu, bugünkü anlamda “milli devlet” ve “milliyetçilik” esaslarını ön plana alan bir siyasi organizasyonu gerçekleştirebilmiştir? Şüphesiz doğuda olduğu gibi batıda da, tarihi birer topluluk olan millet realitesini inkar etmeyen ve fakat din nosyonunu esas alan ve bu nedenle de ümmet esaslarına müstenit (batı dünyasında Hıristiyanlık) “Hanedan Tipi Devlet”ler hakim olmuşlardır. Günümüzde milli devlet ve milliyetçilik temalarını ancak tarihi aşama olarak niteliyen doktrinler de, tarihi birer realite ve istikrarlı birer topluluk olarak, tarihin en eski çağlarından beri varlıklarını sürdürebilen “millet gerçeği”ni kabul etmektedirler. Bununla beraber, bilindiği gibi, ancak 18. yüzyılda, ekonomik anlamda pazar hakimiyetini ele geçiren ticaret-sanayi burjuvazisinin ideolojik bir konsepsiyonu (anlayış tarzı) olarak “milliyetçilik” ve “milli devlet” temaları ortaya atılmıştır. Şüphesiz bu yeni milliyetçilik anlayışı, tamamen burjuva sınıflarının menfaatlerini koruyacak şekilde ideolojize edilmişti: Avrupa’nın serbest piyasa ekonomisi aynı zamanda yepyeni bir sanat, edebiyat, bilimsel araştırma ve teknik gücün geliştirilmesi anlamına da geliyordu. Böylece, bütün bir yüzyıl süren ve son derece hareketli ve renkli mücadeleler tablosu halinde tezahür eden siyasi iktidar çekişmesi esnasında, Batı Avrupa’da özellikle büyük sanayi merkezlerinde, adeta yepyeni bir insan tipi oluşmuş ve ilk kez de Fransa’da, 14 Temmuz 1789 İhtilali ile siyasi iktidar, derebeyleri sınıfının ve merkezi feodalitenin (krallıkların) aleyhine olarak, burjuva sınıfının eline geçmiş idi. Bu açıdan Dara’nın, Keyhüsrev’in, Atilla’nın, Şarlmayn’ın, Abbasi, Eyyubi, Osmanlı vs. imparatorluklarının birer milli devlet olduklarını, az buçuk tarih ve sosyoloji okumuş hiç kimse iddiaya kalkışamaz. Monarkın (hükümdar) hayatına ya da dini esaslara müstenit bağların vücuda getirdiği bu devletler, objektif olarak “milli devlet” değildirler. Kendilerinden önce kurulmuş Emeviler, Abbasiler ve daha sonra tarih sahnesine çıkan Osmanlılar gibi Eyyubiler de din nosyonunu esas alan bir siyasi organizasyona gitmişlerdir. Şu kadar ki, Emeviler ve Abbasiler de Arap kültürünün yanında, halifenin de Arap aslından gelmesine ve ordu komuta heyetinin genellikle Araplar’dan oluşmasına karşılık, Eyyubiler’de Kürt ve Osmanlılarda Türk aslından gelen hükümdarlar, ordu ve sosyal hayatta da keza genellikle bu milletlerin değer yargıları hakim olmuş, dilleriyle kültürlerinin Arap kültürü ve dili içinde asimile olmaları tehlikesi bertaraf edilmiştir. Fazladan olarak, İslam tarihinde ilk defa olarak ancak Selahaddine Eyyubi’dir ki İslam ülkelerinin Avrupa’nın Hıristiyan güçlerine karşı teşkilatlanabilmelerini sağlamış ve ilk gerçek Müslüman milletleri birliğini kurabilmiştir. Her halükârda, Kürt Eyyübi İmparatorluğu’nun yıkılması ve 13. yüzyıldan itibaren Moğol istila dalgalarının bütün Hindistan, İran ve Anadolu’yu kasıp kavurmaya başladığı yıllarla birlikte, Kürt halkı için de tarihinin en acı ve en karanlık günleri başlamış ve değişik tarih peryodlarıyla değişik mahiyet ve biçimlerde, bu acı ve karanlık günler günümüze kadar, maalesef devam edegelmiştir. Büyük Moğol istila kıtaları, Kürdistan’ı bir uçtan bir uca adeta taradılar. Başlıca Kürd merkezlerinden, 1247 ‘de Şahrizor, hemen arkasından 1252’de Diyarbekir düştü. Hülagu Han 1257’de Kırmanşah’ı ve Erbil’i yakıp yıktıktan sonra Hakkari’nin üzerine atıldı ve bura ile birlikte Cizre’nin Kürt halk kitlelerinin büyük bir kısmını kılıçtan geçirdi. İki buçuk yüzyıla yaklaşan (1260-1502) Moğol barbarlığına ve istila dalgalarına karşı, bu bölgelerde oturan Kürtler, Ermeniler ve Karakoyunlu Türkmenleri, çoğu zaman müştereken, sabırla ve inatla kendilerini korumaya çalıştılar. Moğolların buralardan kovulmalarından sonra, bu toprakların otokton halkları harabelerini onarmak, ekonomik ve endüstriyel hayatlarını yeniden kurmak işine koyuldular. Fakat itiraf etmeli ki, Moğol barbarlığının yaptığı tahribatları ve Kürt toplumunun paramparça edilmiş milli potansiyelini toparlamak kolay değildi. Şerefname, Moğollardan sonra da, Kürt prenslerinin aralarında bir türlü anlaşamadıklarını, mezhep rekabetleriyle ailevi kıskançlıkların sürüp gittiğini, birbirlerinin boğazına sarılan bu prensler yüzünden, Kürt halkının birleşerek merkezi bir teşkilatlanmaya gitmekte geç kaldığını, uzun uzun anlatmaktadır. Bu durumun yarattığı dağınık ortamda, Kürdistan prensliklerinin, Kürdistan’ı yeni yabancı istila hareketlerine, özellikle İran Şahlarıyla Osmanlı Sultanlarına karşı, müşterek bir savunma hattı kurarak koruyabilmeleri, adeta imkansızdı. Nitekim birleşmekte gittikçe geciken ve tek tek de Kürdistan’a göz dikmiş merkezi devletler ordularına karşı koyamayan Kürt Beylikleri, kendilerini bekleyen tarihi akibetten kurtulamadılar. 23 Ağustos 1514’te Osmanlı Sultanı Yavuz Selim’in Şah İsmail’e karşı kazandığı meydan savaşının sonunda Kürdistan, büyük yarısı Osmanlı hudutları içerisinde kalmak suretiyle, ikiye bölündü. Yavuz Selim, vezirlerinden Kürt asıllı İdrisi Bitlisi’nin de son derece esnek, kurnaz ve müzakereci dehasından da yararlanarak, Kürt halkının büyük ekseriyetinin mensub bulunduğu Sunni mezheb inancını, Acemlerin Şialığına karşı kullanmasını bilmiş ve Kürdistan halkının giriştiği savunma pozisyonunu, Sünni-Şia rekabetleri şeklinde dönüştürülmek suretiyle, bertaraf edilmiştir. Vezir idrisi Bitlisi’nin, Kürdistan’ın en büyük parçasının bölünerek Osmanlı topluluğu dahiline katılabilinmesi rolü hakkında, biz bu mütevazi etüdün çerçevesi içerisinde, herhangi kesin bir mütalaa beyan edebilecek durumda değiliz. Şu kadar ki, idrisi Bitlisi Kürtlerin savunma pozisyonlarının çeşitli ayak oyunlarıyla kırılarak Kürdistan’ın imparatorluğa katılmasında ne denli menfi rol oynamışsa, sulhun avdetinden sonra Kürdistan’ın yeniden teşkilatlanmasında ve Kürt emiralıklarının dahili milli otonomilerini koruyabilmelerinde de, o denli faydalı olmak istemiştir. Osmanlı sultanı ile yapılan pazarlıkların sonunda, Kürdistan’ın siyasi durumu şöyle bir sonuca bağlanmıştı: Kürdistanın İran şahinşahlığına hudut ve imparatorluğun merkezine en çok uzak olan bölgelerinde, her biri kendi adlarına para basmak ve hutbe okutmak haklarına da sahip, iç işlerinde tamamen otonom beş büyük prenslik (Emiralık) meydana getiriliyordu. Sultana ödemekle mükellef bulundukları cüzi miktardaki vergi ve sefer zamanlarında gönderilecek bir miktar asker karşılığındaki şu yükümlülüklerin yerine getirilmesi de, zaman geçip imparatorluk zayıfladıkça iyice ihmal edilmeye başlanmıştır denilebilinir. Denilirki bu Kürt (çoğulu Ekrad) derebeylikleri, tamamen bağımsız idiler. Bitlis, Hakkari (Çulamerg), Bahdinan (Amadiya), Botan (Cizre) ve Hasankeyf adıyla ve adı geçen bölgelerde teşkilatlanan bu Kürt prensliklerinden başka, en önemlileri Diyarbekir ve Dersim olmak üzere, Kürdistan’da teşkil olunan sekiz Kürt Sancağı’nın her birinde de idare tamamen Kürt asıllı şeflerin elinde bulunmuştur. Osmanlı İmparatorluğu, 17. yüzyılın sonlarına doğru, yayılma şansını kaybettiği gibi, Avrupa’nın Hıristiyan güçleri karşısında, gittikçe gerilemeye başlamıştı. Viyana önlerinde Osmanlı ordularının uğradığı bozgunu, 1699 Karlofça Antlaşması takip etti ve imparatorluk, Balkanlara kadar geri çekilmek zorunda kaldı. Brüksel’de bulutlan “Çağdaş Müslüman Dünyasının Problemlerini Etüt Merkezi”nin yayınları arasında, şüphesiz en dikkate değeri, “Kürt Problemi” adına taşıyanıdır. Üniversite öğretim üyesi ve sosyolog Joyce Blau imzasını taşıyan bu eserde, Osmanlılar ile Kürtler arasındaki balayı’mn sona erdiği devirlere ilişkin şu satırlar yer almaktadır. “... 17. yüzyılda Osmanlılar Avrupa’da ilk ciddi mağlubiyetlerini tattılar. Oysa bu devirlerde Acem şehinşahları da en az Osmanlı sultanları kadar zayıftılar. Ve bu iki komşu imparatorluk, biribirleri için asla ciddi birer tehlike teşkil edecek durumda değillerdi. Konstantinopl (İstanbul):, Kürt prenslikleriyle Sancak beyliklerinin kendi aralarında birleşmelerinden ve çok kuvvetli bir Kürt devleti teşkil etmelerinden ürktü. Bu korkunun tesiriyle imparatorluk ilgilileri, Kürt prenslikleri ile Sancak beyliklerini, merkezi otoriyeteye daha sıkı bağlarla bağlamak kararına vardılar, işte bu telaşlı kararla birlikte uygulanmak istenen baskı tedbirleri ve Kürt halkının iç işlerine müdahale politikasıdır ki, Kürdistan’da ardı arkası kasilmeyen direnme savaşlarının ve Kürt millet hareketlerinin sebebi olmuş ve günümüze dek devam etmiştir...”(7) İran Şehinşahlığı içerisinde kalan Kürtlerin durumu şüphesiz daha avantajlı olmuştur. Şahlara şeklen bağlılıklarını ifade şartıyla, Kürt derebeylikleri milli otonomilerine sahip bağımsız organizasyonlar halinde yaşamakta devam etmişlerdir. Kürt bağımsız devletlerinin İran Şehinşahlığı kesiminde kalan en önemlilerinden ikisi Loristan ve Ardelan (Erdelan-NM) Kürt Prenslikleridir. İran şehinşahlarının “hanedanlık” müessesi, şüphesiz Osmanlılardan farklı bazı tarihi istihaleler geçirdi. Osmanlılarda, imparatorluğun yıkılışına kadar aynı bir aileden (Osmanoğulları) gelen sultanlar hakim olmakta devam ettikleri halde, İran şehinşahlarının mensub bulunduğu “hanedan” aile, sık sık değişebilmiştir. Üstelik Müslümanlığın zuhurudan önce olduğu gibi, şehinşahların milli orijini, bu konuda herhangi bir engel teşkil etmiyordu. Yani İran Şehinşahlığı topluluğu içinde bulunan herhangi bir millete mensub bir kişinin Şehinşah olması ve onun adı ya da aile lakabıyla anılan “hanedan”ın İran’a hükmedebilmesi normal sayılmakta idi. Esasında bu yalnız İran’a özgü tarihi bir gerçek değildir. Benzer durumlarda ve aynı tarihi dönemlerde bulunan memleketlerin hepsinde de sık sık hanedan değişiklikleri olmuştur. Bu nedenle, Osmanlılarda hanedan değişikliğinin vukua gelmemesi, imparatorluğun değişik bir sisteme sahip oluşu anlamına gelmez. Bu durum, sadece tarihi bir tesadüften ibarettir. 18. yüzyılı İran Şahı Acem asıllı Nadir Şah’la Kürdistan prenslikleri arasında, uzun yıllar süren savaşlar başladı. Nadir Şah ölünce de, yerine Kürt prenslerinden Kerim Han Zend (Kerîm Xane Zend-NM) şehinşah oldu. Şerefname’de, “İran Şehinşahı Kerim Han Zend, Hemedan ve Malayır bölgeleri arasında yaşayan Zend aşiretine mensuptu...” demek suretiyle bu tarihi gerçeği teyit etmektedir. Kürt tarihi üzerinde yaptığı araştırmalarla isim yapmış bulunan ünlü tarihçi Minorsky bu Kürt asıllı şehinşah hakkında şöyle yazmaktadır. “Kürt asıllı Kerim Han Zend, İran’ın o güne kadar sahip olabildiği en iyi hükümdarlarından biri oldu...”(8) Kerim Han Zend 1750-1779 yılları arasında kendisine başkent olarak seçtiği Şiraz’dan bütün İran topraklarına hükmetti. Ardalan Kürt Prenslikleri ise, 1860’ta şehinşahlığı ele geçiren Kaçar hanedanının zuhuruna kadar bağımsızlıklarını devam ettirmişlerdir. Aynı tarihi devirler boyunca, Osmanlı İmparatorluğu’nun bünyesi içerisinde bulunan Kürtlerle, imparatorluğun merkezi güçleri arasında, günden güne korkunç bir yabancılaşma ve düşmanlık halinde tezahür eden münasebetler, savaşa dönüşmekte gecikmemiştir. Çoğu zaman kanlı ve zalim sahneler halinde cereyan eden bu savaşların imparatorluk bütçesinde açtığı boşluklara ve sebep olduğu büyük insan kayıplarına rağmen, kesin bir sonuca varmadan uzun yıllar sürüp gittiği bilinmektedir. Bunda Kürt halkının her şeye rağmen, dahili milli otonomilerini korumak uğrundaki yorulmak bilmeyen kararlı mukavemetinin büyük rolü olduğu kadar Avrupa’da imparatorluk ordularının uğradığı yenilgilerin ve yorgunluğun etkisi vardı. Buna mukabil Kürt prensleriyle beylerinin aralarında bir türlü birleşmedikleri ve dolayısıyla merkezi bir otorite etrafında siyasi ve askeri güçlerini pekiştirmedikleri de bir gerçektir. Buna, Osmanlı yöneticilerinin de başlangıçtan beri Kürt prensleriyle beyleri arasındaki aile, mezhep, aşiret, vs. tarzındaki suni farklılaşmaları sonuna kadar istismar ettiği ve hatta yeni yeni nifak ve düşmanlık vesileleri yaratarak, bu birleşmenin bir türlü gerçekleşmemesinde etkili olduğu da ilave olunmalıdır. Bu nedenle de, imparatorluğun merkezi kuvvetleriyle Kürt halk kitlelerinin dahili otonomilerini ve milli çıkarlarını korumak uğrunda, beylerinin ve prenslerinin önderliğinde cereyan eden savaşlar, kesin bir sonuca varamadan, 19. yüzyıla kadar sürüp gelmiştir. Şerefhan, Kürtlerin tarihini anlattığı Şerefname’sinde Kürt tarihinin o peryoduna ilişkin sosyal ve siyasi hercümerce değinir ve: “Müşterek hareket ve birbirleriyle kaynaşma, çeşitli sebeplerle, Kürt toplulukları arasında bir türlü gerçekleşmiyordu. Bu toplulukların (aşiretlerin) her biri, daima diğerleriyle birleşmeyi ya da itiat etmeyi red etmiş ve hiç biri asla diğerinin karşısında eğilmemiştir...”(9) cümleleriyle serzenişte bulunur. Kürt prensleri ile beylerinin kendi aralarında anlaşıp birleşik ve merkezi bir kuvvetli devlet kuramamalarından uzun uzun yakınan büyük Kürt şairi Ehmede Xani (1650-1706), Kürtçe olarak kaleme aldığı ünlü Mem û Zîn (Mem ile Zin) adlı dev eserinde, şöyle haykırmaktadır: “Aya jı ezel Xwedê wısa kır. Ev Rom û Ecem lı ser me rakır. Teb’iyetê wan eğer çı are Ew are lı xelke namıdare. Namûse lı hakim û emıran Tavan çıye şair û feqiran?...”(10)

“Fakat çoktan beri Allah böyle yaptı Bu Romları (Osmanlıları) ve Acemleri bize saldırttı... Onların emrinde olmak, gerçi utanç vericidir Ama bu utanç, kendini bilen kişilere vergidir... Bundan sıyrılmak beyler ve liderlerimiz için namustur Şairlerin ve yoksulların günahı nedir ki?...”

Kürt milliyetçiliğinin meşalesini bundan tam 275 yıl önce tutuşturan ünlü şair aynı eserinin daha sonraki mısralarında, Kürt halkının dağınıklığı ve başka devletlere tabiiyeti dolayısıyla ayıpladığı Kürt prensleri ile Kürt ileri gelenlerinin kendi aralarında mutlaka birleşmeleri gerektiğini tavsiye eder ve ancak o zaman zafere ulaşılacağı sonucuna vararak, şöyle devam eder: “Ev pulzevvi Rom û Behri Tacik Hindi ku bıkın xuruc û tehrik Kurmanc dibin xwin muletteh Wan jek ve dikin misale berzeh.”

“O zaman bu Rom Deryasıyle Tacik Denizi Ne kadar uğraşsalar ve tahrik etseler de, Kürtler omuz omuza kanlarını dökerek Onları (Osmanlılar) berzah gibi biribirlerinden ayırırlardı.”

Söz, bütün dünyanın ve Kürt tarihinin tanıdığı en büyük şair ve düşünürlerinden biri olan Ehmede Xani’den açılmışken, Kürt millet hareketleri tarihine birazdan devam etmek üzere; Kürt dili, edebiyatı ve dini üzerinde de çok kısa olarak duralım.

KÜRT DİLİ

İnsanların biribirileriyle konuşup anlaşmaları ve haberleşmelerini sağlayan vasıtaya dil adı verilmektedir. Tarihin en eski çağlarından beri, istikrarlı birer topluluk halinde hayatiyetlerini sürdürebilen her kavmin bir dili olmuştur. Bu nedenle, kesin bir bilimsellikle denebilir ki, herhangi bir milletin ekonomik sistemiyle bu sisteme tekabül eden üst yapı müesseseleri (din, hukuk, sanat, filozofi vs.) bağlı olmaksızın dil bütün bir milletin malı olarak yaşamakta devam eder. Bu nedenle de ilk çağların komünüto tarzındaki temel alt yapı sisteminden tutunuz da, kölecilik, derebeylik (feodalite), kapitalizm ve sosyalizm gibi, milletlerin sahip bulunduğu ekonomik sistemin hali hazırdaki istihalesi ne olursa olsun, o toplumda insanlararası bir anlaşma ve haberleşme aracı olarak, her milletin kendine özgü bir dili mevcut olmuştur. O halde dil, herhangi bir sosyal sınıfın değil, bütün bir milletin malıdır. Keza dil, bir üst yapı müessesesi değil yani alt yapıdan bağımsız bir haberleşme ve anlaşma aracıdır. Ve herhangi bir dili diğerinden ayıran özellikler, o dilin sahip bulunduğu temel kelime hazinesi (vocabulaire) ile bunları birbirine bağlayan mafsal sistemi (articulation) ve syntax, yani o dilin grameridir. Bu, dilin toplumların varolmaya başladıkları günden beri eski yapısını devam ettiren donmuş bir nesne olduğu anlamına gelmez. Şüphesiz zamanla dillerin kelimelerinde ve bu kelimelerin bağlantılarıyla syntax (kelimelerin vazifelerine uygun şekilde dizimi) sanatında gelişme, zenginleşme, inceleme ve arınmalar meydana gelmektedir. Fakat asla dilin temel kelime hazinesi ile gramer sistemi ortadan kaldırılamaz ve temelinden herhangi bir değişikliğe uğrayamaz. Söz gelimi, Osmanlı İmparatorluğu değişik bir takım kavimlerden ve kabilelerden meydana gelmişti. Bu imparatorluğun askeri ve idari formasyonunda görev alan okumuşların kendilerine özgü bir yazı dili ve edebiyatı vardı. “Divan” Edebiyatı adı verilen ve imparatorluğu meydana getiren kavimlerin dillerinden (Türkçe, Arapça, Acemce vs.) meydan gelmiş bu kavimleri teşkil eden halk kitlelerinin asla anlamadığı ve konuşamadığı suni bir dil (Osmanlıca) meydana gelmişti. Jargon adı verilen ve münhasıran her hangi bir sosyal grubun ya da çıkar kliğinin malı olan ve asla herhangi bir halk topluluğunun müşterek anlaşma ve haberleşme aracı olmayan bu tip dejenere edilmiş diller bir müddet sonra unutulmaya ve yok olmaya mahkûmdurlar. Dil konusunda ileri sürülecek iddia ya da mütalaaların, bu bilimsel çerçevenin içinde bulunması gerekir. Bu nedenle, diyoruz ki, tüm eski milletler gibi, Kürtler var oldukları tarihten günümüze dek, bağımsız bir dile yani Kürtçeye sahip olmuşlardır. Kürtlerin ırki orijinleri gibi, Kürtçe de Aryen (İndo-Europeenne) diller familyasına mensuptur. Özellikle İrani kavimlerle olan ırki, tarihi ve de coğrafi yakınlıkların sebep olduğu birtakım kelime alışverişinin dışında, Farsça da dahil, Kürtçenin hiçbir dille karışltırılmasına imkan bulunmayan, tamamen bağımsız, kendine özgü bir kelime hazinesi ve gramer sistemi mevcuttur. Yani Kürtçe tıpkı Fransızca, Arapça, Türkçe v.s. diller gibi bağımsızdır. Minorsky, Kürtçenin gayet açık ve net bir şekilde bağımsız ve Farsçadan da tamamen apayrı bir dil olduğunu yazarken, Kürt dili ve lehçeleri üzerinde geniş araştırmalar yapmış bulunan Fransız lenguistikçisi Morgan da aynı gerçeği teyit eder ve şunları da ekler: “Kürtçe tamamen kendine özgü bağımsız bir dildir. Farsçanın kardeşi olmasına rağmen de ondan daha eskidir...”(11)

5) Zazaca vs. Kürtçe lehçeleriyle konuşan Kürtler de, tıpkı Kürmanci lehçesiyle konuşan Kürtler gibı, günlük konuşmalarında kendilerine Kürdmanc derler. Yani Kürdmanc sözcüğü, Kürtlerin tamamı için, Kürt sözcüğü ile eş anlamlıdır. 6) Thomas Bois, Connaissance des Kurdes, Khayat, Beyrouth, 1965, s. 143 7) Joyce Blau, Le Probleme Kürde, Bruxelles, 1963, p. 28 8) Minorsky, Les Kurdes, opcit. 9) Şerefname, cilt: 1, s. 323 10) Gulistan, Jımar: 3, Sıbat 1969 (Kovar) 11) Jaque de Morgan, Dialectes Kurdes, Paris, 1904

Kategori: 

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Hapishane Dergisinin 51. Sayı...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 2024 tarihli 51. sayısı...
TEK KİŞİLİK HÜCREDE YAZILAN BİR ÖYKÜ: DE...
               Mahallenin kimi çocukları ondan hem korkar hem de onunla uğraşmaktan vazgeçmezdi kargalar...
Duvarları delen çizgiler
Balıkesir Burhaniye yakınlarında yaşayan arkadaşlara davet. 10 Aralık'ta Insan hakları haftasında, Burhaniye Yerel Demokrasi ve Insan Hakları Gündemi...

Konuk Yazarlar

Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...
Girit Leblebisi
  Ben vakitlice davranmış, gün batımını da izlemek için kahvelerin gürültüsünden uzakça bir bankı gözüme kestirip oturmuştum. Bir süre sonra,...