KÖR TİMSAH

Yıldız Karagöz kullanıcısının resmi
Herkes derin uykudayken, ben gecenin sessizliğinde kör bir timsahın ağzında can çekişiyordum. O ne bunalımdı Allah'ım! Beynim çatlamış, zerreciklere dönüşmüştü. Ruhumu o timsahın ağzından ne yaptımsa kurtaramadım. Korkunçtu! Ne var ki beni tamamen yutabilecek bir büyüklükte değildi.

Kör dişleriyle beni ufalıyarak, ancak o küçük karın çukuruna atabilirdi.
   Yaralanmış ve kan revan içindeydim. Sabır taşım çatlamış, öfke ve kızgınlık ateşi bedenimi sarmış, yanıyordum. Gücüm tükenmek üzereyken, derin bir nefes aldım. Bu nefes yüreğimdeki ateş yumağına üfürüp alevlendirdi. Dudaklarımdan dökülen bir şarkının kordan sözleri sesimde alevlenip yatak odasının duvarlarına çarpıyordu. Sonra yine yanan yüreğimde harlanarak daha yüksek alevlerle duvarları yalarcasına yükselip alçalıyor, ta ki takatim düşene kadar bin bir kahır ve sitemle tüm yasakları çiğnemiş, çığlık, çığlığa feryad ediyordum.
   "Gönül gurbet ele varma ya gelinir ya gelinmez
Her güzele meyil verme ya sevilir ya sevilmez..."
  Alevlenen sesim duvarlarda söndü. Ama yüreğimdeki ateş kor olmuş, daha da yakıyordu içimi. Uyuşmuş bedenim benim değildi sanki. Kabaran yüreğim bir yanardağ gibi patlamış, kızgın lavlar gözlerimden sicim gibi akıyordu.
   Az önce beni yutmaya çalışan celladım, bir et yığınına dönüşmüş şaşkındı. Tüm ihtirasını kaybetmiş, cılız ve yenik bir ses tonuyla:
``Sen hiç yatakta şarkı söylemezdin.’’ dedi. O an timsahın ağzından kurtulduğumu fark ettim. Ama düştüğüm bataklıktan o kadar kolay çıkamacağımın da farkındaydım.
   Gözlerim zaman tünelini delip, geçmişe götürmüştü beni. Henüz duygularımın ilk baharındaydım. Sevda rüzgârına kapılıp yaban ellere gelmiştim. Safça bindiğim gemi beni bir garip okyanuslara savurdu delice... Ölümcül dalgalara kapıldım. Yalnızdım kimsecikler yoktu kaptansız gemimde. Oysa ‘’Gitme! Ne cesaret! Bilmediğin bir dünyaya yolculuk risktir.’’ dediler. Ne var ki gönlüm rüzgârlardan da deliydi.                                                                                                                       
Dinlemedim. Duymak istemedim kimsecikleri. Küstüm tüm yakınlarıma; darıldım engel olmalarına. Düştüm yüreğimin peşine savruldum, okyanuslarda deli dalgalar ile boğuşurken,  yalpaladım, dengemi kaybedip düştüm azgın dipsiz sulara. Ölümle yaşam arasında boğuşurken, yılana sarılacaktım çaresizce. Yılana uzanan elim boşta kaldı. Bir dala ulaştım, tutundum son nefesimde cılızca, çekti beni yüzeye demir attım karaya binbir umutla...
  Yüreğimin götürdüğü ellerde, bir kedi kadar bile yerim yoktu. Güvendiğim dağa kar yağmış, üşüyordum. Birkaç haftalığına kalacağımı sandığım kamplarda yıllarca unutuldum. Kimsesizlik ve çaresizliğin tuzağında kıvranırken, ilk karısı Sare’nin korkusundan, İbrahim peygamberin ikinci karısı Hacer’in oğlu İsmail ile terk edildiği Safa ile Merve arasında sa’y ettiği gibi, ben de karlı dağların bulunduğu ülkenin tepelerinde dönenip duruyordum binbir korku içinde.
   Yalnızlık ve unutulmuşluk içinde kıvranırken, kilometrelerce yürüyordum, unutmak ve ayakta kalabilmek için, çoğu kez evlerinin önünden geçerdim, görünmemem gerektiği tembihlenmişti, ya eski eş duyarsa… Onlar ocak başında neşeyle pirzolalarını pişirirken, ben kurtların kol gezdiği dağlarda kararmış hayatımla bir tüy gibi titriyordum. “Ateşten gömlektir” diyordu Ayşe, Muhammet diğer kadınlarının yanında gecelerken.
   Her seferinde beni yerden yere vurduğunda, bir top gibi büzülürdüm önceleri ‘’Ben yanlış zamanda doğdum. Peygamberler devrinde doğmuş olsaydım Hazreti Hıdır idim ve önümde diz çöken yığınla müridim, birbirinden güzel kadınlarla dolu bir de haremim olurdu, isteseydim kariyer sahibi kadınlarla da evlenirdim.’’ diyordu. Şaşırıyor, “Ben seni kandırmadım ki, ben buyum!” diyordum ve ben Müslümanların annesi Ayşe’nin ateşten gömleğinde yanıyordum.
   Ateşin düştüğü yerden isyan çıkmıştı, yavrumla ikinci kez terk edildiğim kampta bebeğimle birlikte isyan ateşi sarmıştı her yanımı... Karar almıştım: Mademki bana biçilen ya kölelik ya da tımarhaneydi. Ben tımarhanenin kapısından döndüğüme göre, köleliği de ancak çocuklarıma köle olarak kabul edebilirdim. ‘’Burası geldiğin yerler gibi değil, göreceksin en iyisi benim. Dışarısı senin gibilerini ayak yolunda satanlarla dolu. Bensiz adım dahi atamaz, önünde sonunda diz çökeceksin. Çünkü ben mübarek bir adamım.’’ diyordu.
    İyi de neden diz çökecektim? Bir kusur mu, ya da günah mı işlemiştim ki diz çöküp af dileyim? Ya da bir iyiliğini mi gördüm ki minnet duyup teşekkür edeyim? Allah’ım bile olsan ancak iki şey için diz çökebilirdim: Biri minnet ya da lütuf duygusundan, diğeri de suçluluk ya da işlediğim bir günahtan olabilir diyordum. Her iki durumunda karşılığı değilsem o halde neye, niçin diz çökecektim?
   Hacer Ana oğlu İsmail ile atıldığı kurak çöllerde kaderine teslim olmak yerine, tüm umutları toz duman eden kum fırtınalarının ülkesinde umutlarını yeşertmeyi başarmıştı, delice arşınladığı tepelerde. Ben de buz dağlarının ülkesinde kırılmış bir cam bardağı gibi dağılan umutlarımı, hayatımın parçalarını topluyordum.
   Bana reva görülen hayatın üzerinden basıp geçmeyi başarmıştım; dağılan tüm parçalarımı artık tek bir vücutta birleştirmiş, ezilip büzülmesi istenen iken, taştan bir yumruk oluvermiştim. Güçlenip doğrulmam timsahın iştahını kabartmış bir bukalemun gibi renk değiştirmiş, toz pembeler giyinip kapıma dayanmıştı. İşte ne olduysa o zaman oluvermişti. Celladımın ilmiğini kendi ellerimle boynuma geçirivermiştim. Hem de adına medeni hukuk dediğimiz törenle düzenlenen, bir masa başında çelik zincirle atılmış bir imzayla.
   Kendimi affedemiyorum. Birden kara sevdalı moduna girip timsah gözyaşlarını döküp, yalvarıp yakarmalarına kanmamalıydım. Bana cenneti gösterip, cehennemden beter olan bataklığında ağzıma bir parmak bal çalıp, beni istediği kıvama getirmekti niyeti. O, hazreti bir adamdı ve her türlü değişikliği kendine hak olarak görüyordu. Ben ise zavallı cahil bir kadındım onun gözünde. O, çocuğunun anasını yerden yere vuran kör bir timsahtı ve ben o timsaha yem olmadığım için anamdan yeniden doğdum.
                                                            Reyhan Işık                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                           
 

Kategori: 

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Hapishane Dergisinin 51. Sayı...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 2024 tarihli 51. sayısı...
TEK KİŞİLİK HÜCREDE YAZILAN BİR ÖYKÜ: DE...
               Mahallenin kimi çocukları ondan hem korkar hem de onunla uğraşmaktan vazgeçmezdi kargalar...
Duvarları delen çizgiler
Balıkesir Burhaniye yakınlarında yaşayan arkadaşlara davet. 10 Aralık'ta Insan hakları haftasında, Burhaniye Yerel Demokrasi ve Insan Hakları Gündemi...

Konuk Yazarlar

Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...
Girit Leblebisi
  Ben vakitlice davranmış, gün batımını da izlemek için kahvelerin gürültüsünden uzakça bir bankı gözüme kestirip oturmuştum. Bir süre sonra,...