Askerlik Günleri/ Hıdır Dulkadir

Edebiyat Bahcesi kullanıcısının resmi
(Amcam Şıxali Atça ve Babam Mustafa Dulkadir‘in anısına.)

Dersim direnişinin –38– bittiği yıllardı. Memedê Mıstefayȇ  Samali ile Pir Alibava kuş uçmaz kervan geçmez, Gomê Khuresu vadisindeki kömlerde yaşıyorlardı.

Günlerden bir gün, Duzgın Bava Dağı’nın eteğindeki keçi yolunda, Nazımiye kazasından gelip Kıl Köyü’ne giden bir yolcu uzaklarda avazı çıktığı kadar bağırdı.

’’Alibava Alibava, Pirim Alibava, sesimi duyuyor musun?’’

Pir Alibava duymadı.

Yolcu yine bağırdı.

Pir Alibava sonunda duydu.

’’Buyur kirve ne diyorsun?’‘

’’Dinle beni” dedi, yolcu. “İyi dinle sana hayırlı haberlerim var.’’

’’Hayırdır inşallah hayırdır.’’

İkisinin sesi derinlerde yankılandı, sesler derin vadide, denizdeki dalgalar gibi, gidip geliyordu. Bir ses bin ses oluyordu.

’’Dersim isyanı sona ermiş" dedi yolcu.

‘’Kimden duydun? Kimden?‘‘

‘‘Ben Qısle den (Nazımiye) geliyorum. Herkesin dilinde... Komutan, Jandarma herkes konuşuyor. Angara (Ankara) dan, Harput/Elaziz’deki general Apdullah Paşaya emir gelmiş, ‘‘savaşı sona erdirin‘‘ demiş.

Pir Ali bava ,,İyi iyi! Müjdeni vereceğim!" Sonra çocuklara bağırdı:

‘‘Koşun çocuklar, taliplerim koşun. Kurban getirin. Benim Duzgın Bava’ya adağım var. Savaş sona ermiş, özgürüz artık özgürüz! Bundan daha iyi müjde olur mu?‘‘

Pir Alibava ve talibi Memedê Mıstefayȇ Samali, davarın arasına girdiler, her biri ikişer teke yakaladılar.

’’Ya! Duzgın Bava deyip, tekbir getirdi Pir, Alibava. Kadınlar ve çocuklar seviniyorlardı.’’  Alibava, çocuklarından Sey Xıdır ve Ahmet‘ti, Mehmedê Mıstefayȇ Samali ise çocukları Şıxali, Mustafa ve Hüseyin‘i çağırdı.

‘‘Gelin ro gelin, alnınıza kan süreceğiz.‘‘

Çocuklar koştular, Pirin önünde sıraya dizildiler. Parmağını kana batırdı Pir. Askerlik çağına gelmiş delikanlıların alnına tek tek sürdü. Ya Duzgın Bava, sen çocuklarımızı kazadan, beladan koru! Sen çocuklarımıza yardım et, onlara yardımcı ol. Onlara hayırlı bir iş nasip eyle, sen onların sağlığına yardımcı ol.‘‘

Duaların sonu gelmiyordu. Kurbanlar kesildi, Çevre mezra ve köylere dağıtıldı. Dere kenarındaki harmanda odun, çalı çırpı üst üste yığdırıldı. Alevler gökyüzü ile bütünleşmek için yükseldi. Ay dede bile geceyi bu kadar aydınlatmadığından yükselen alevleri kıskandı. Oyunlar oynandı, govendler (halay) çekildi. Alibava sazını elinden düşürmedi. Vadideki kurt, kuş, phepug bu şenliği ilk defa görüyor dinliyorlardı. Gecenin karanlığında yerinde duramıyorlardı. O yaban hayvanlar bile artık savaş, katliam görmek istemiyorlardı. Silahlar patladığında onlar da korkudan uçarak başka dallara, taşlara konuyorlardı.

Çocuklar büyümüş delikanlı olmuşlardı. Vatana asker lazımdı. Yıllardır vergi nedir bilmeyen, askerlik nedir yapmayan gençleri, askere çağrılıyordu. Dersim’in bütün köylerine haber geldiği gibi, Kortu Köyü’nde Şıxali ve Mustafa’nın askerlik pusulaları da çıkageldi. İki kardeşi de askere çağırıyorlardı. Eh! Vatan borcudur, gitmek lazımdı. Batı Dersim’de savaş hala yer yer sürüyordu. Doğu Dersim’de ise birazda olsa, sükûnet hâkimdi. Kardeşler Mameki askerlik şubesine muayeneye çağrıldılar. Mameki Askerlik Şubesindeki doktorlar:

‘‘Hiçbir rahatsızlıkları yoktur. Askerlik görevini yapabilirler‘‘ diye rapor verdiler.

‘‘Siz evinize gidin, ikinci bir emre kadar bekleyin’’ dedi yetkililer.

Çok zaman geçmeden iki gencin çağrı pusulaları çıkageldi. İkisi de yeni evlenmişlerdi. Türkçe bilmiyorlardı. O güne kadar Kortu Köyü ve çevre köyler dışında bir yere gitmemişlerdi. Hele hele Şehir nedir bilmiyorlardı. Bildikleri Dersim’in iki nahiyesiydi. Biri Qısle (Nazımiye) ikincisi ise Pulêmuriye (Pülümür) idi. Nazımiye’ye odun satıyorlardı. Pülümür de ise tuz göllerinde tuz satın alıyorlardı.

Devlete teslim olma günü gelmişti. Askerlik yapmak zorundalardı. Yeni gelinler Fate ile Bese’den ayrılmak çok zordu. Sabah olmasını, güneşin doğmasını hiç istemiyorlardı. Tam sabaha doğru uykuları gelmişti ki, ahırda öten horozların sesiyle uyandılar. Gideceklerdi, başka çareleri yoktu. Büyüklerinin ve pirin elini ayrı ayrı öptüler. Gelinlerine ayrı ayrı sarılarak helalleştiler. Gelinler birbirine akraba olurdu, yabancı değillerdi.

Akşamdan ekmek içine çökelek ve taze tereyağı koydular. Birkaç günlük erzaklarını ve askerlik pusulalarını alıp, sabahın kızıllığında yola düştüler. Çhemêseydxane[1] denilen yerden gideceklerdi Mameki’ye. Köprü yoktu. Mevsimlerden ilkbahardı. Zêl ve diğer dağların karları erimiş, su geçit vermiyordu. Su azgındı. Kèrègava’daki [2] köprü ve tünel yeni yapılmıştı. Köprü bitmiş tünel inşaatı devam ediyordu.

Dersim direnişinden sonra, devlet ilçelere köprü ve yol inşaatına başlamıştı. Nazımiye yolu tamamlanmak üzereydi. Pülümür yolunda aşılmaz dağlar ve tepeler vardı. Onlarca tünel inşaatı devam ediyordu. Kutu Dereye kadar yürüdüler. Otobüs, minibüs zaten yoktu. Bir iki saatte bir gelen yük kamyonlarına el kaldırıyorlardı. Ama soyarlar, öldürürler, keserler korkusuyla kamyonlar durmuyordu. Bir kere çıkmıştı adı isyana Dersim’in. ‘‘Canın çıksın adın çıkmasın!’’ deyimi doğruydu. Dört– beş saatte varmışlardı Mameki’ye.

Cumhuriyet ilanından sonra, Mameki Köyü vilayet olmuştu. Kalan adını almıştı. Amma küçük bir köyden farksızdı. Tepebaşında yeni yapılan askeri kışla, Munzur kıyısındaki vali konağı, biraz yukarısında, dere kenarında beş altı dükkândan oluşan çarşı,  hepsi bu kadardı. İki kardeş vardılar Kalan vilayetine. Daha evvel muayeneye gitmişlerdi. Vardılar ama şubenin önü ana baba günüydü. İki kardeş kendi aralarında sohbet ediyorlardı.

’’Bakalım ne olcak gardaş?’’

‘‘Belki de bizi öldürürler, ne bilek.’’

‘‘Niye öldürsünler ki? Vatan hizmetine gidenleri niye öldürsünler.’’

‘‘Öyle ya!’’

 Elindeki pusulaları iki pırpırlı bir görevliye verdiler. İkisi de Türkçe bilmedikleri için, tercüman ne derse onu yapıyorlardı. Bir müddet sonra, tercüman Kürtçe yeni asker adaylarına seslendi. Yanında çavuş ve iki asker vardı. Hep beraber tepebaşındaki askeri kışlanın önünde üç kamyonun bulunduğu alana gittiler.

Kamyonların hemen arkasındaki boşluğa, birkaç sandalye ve masa konulmuştu. Tercüman ve birkaç kıdemli subay kuruldular tahta sandalyelere. Tercüman konuşmaya başladı:

‘‘Ey millet herkes bana baksın.’’

Kafalar o yöne devrildi.

‚‚Ben kimin adını okursam, bu kamyona binsin. Kamyonlar sizi Elaziz Tren istasyonuna kadar götürür. Kara trenle kimi, nereye, hangi vilayete ve birliğe verilmişse, adınız okunur ve görevliler sizi teslim alır‘‘ dedi.

Konuşması bitince elinde ki listeye baktı. İsimler okundu. İsmi okunanlar kamyonlara bindiler. İki kardeşin ismi de okundu. Asker adayları kamyonlara tıkış tıkış bindirildiği için ayaklarını koymaya bile zar zor yer bulmakta zorlanıyorlardı. Az sonra üstü açık üç kamyon korna çalarak hareket etti. Akrabaları, anneleri, babaları çocuklarını yolcu ediyorlardı. Herkes el salladı, asker adaylarına. Aralarında konuşuyorlardı. ‚‚Kim bilir kaç kişi geri gelmez. Kimi ölür, kimi kalır Allah’ın işi belli olmaz‘‘ diyorlardı. Bazıları hüngür hüngür ağlıyorlardı. Kamyonlar, Demiroluk virajını ve Munzur’un üstündeki Mameki köprüsünü geçinceye kadar korna çaldılar. Asker adaylarının kimisi ağlıyor, kimisi gülüyordu.

Kamyonlar Sorpian’ı aşıp Cankurtaran’ı geçince Pertek’e doğru yöneldiler. Asker adayları herkes el kaldırıp, Munzur Dağlarına el salladı. Dört yıl yapacaklardı askerliği az bir zaman değil, tam dört yıl.

Kamyonlar toz duman içinde gözden kayboldu. Artık Munzur Dağları görünmüyordu. İki kardeşin bakışları bir ara çok uzaklarda görünen Jêle Dağına takıldı. Bir müddet sonra o da görünmez oldu.

İki kamyon, Elazığ tren istasyonunda durdu. Dersim’den gelen genç asker adayları şimdiye kadar bu kalabalığı bir arada hiç görmemişlerdi. Bir saat sonra, Güneydoğu’dan gelen tren istasyona girdi. Tren asker adayları ile doluydu. Askerler çağrı kâğıtlarını gösterip bindiler. Tren siyah dumanlarını gökyüzüne doğru üfleye püfleye ağır ağır yol alırken asker adayları istasyonda kalan sivillere el salladılar. Tren Elazığ ovasında, gözden kayboldu. Asker adaylarının kimi uyudu, kimi ise başını trenin camına dayayıp, geriye doğru akıp giden demiryolunu izledi. İki kardeşten Şıxali biraz olsun rahatlayabilirim diyerek, uyumaya çalışıyordu. Gözleri kapandığı anda, her seferinde kötü düşler görüp irkildi. Ankara dolaylarında, bir kez daha uyumayı denedi. Bir ara uyuya kaldı. Bir rüya gördü. ‘‘Ververê xır’’deki evinin önünde durmuş, solunda yükselen Sako Dağını seyrediyordu. Birden, Sako dağından kocaman bir kaya yuvarlandı. Kendisine isabet etmedi. Şıxali bağırarak yerinden fırladı. Tren de olduğunu fark edince sustu. Yanında duran kardeşine sarıldı. Mustafa, şişedeki suyu uzattı abisine. Şıxali, suyu alıp yudumladı. Arkadaşları ne olduğunu sordular, ama cevap vermedi. Yine sustu. Rüyasını kardeşinin kulağına fısıldayarak anlattı. Başını tren camına dayayıp, gecenin karanlığına bakıp gördüğü rüyayı yorumlamaya çalıştı.

‘‘Aman Allah’ım, bu da ne böyle? Kayanın yuvarlanması hayra alamet değil. Koca dört yıl nasıl geçer?‘‘  dedi.

Diğer asker adaylarının çoğu uyumuştu. Kimi Şıxali’nin yaptığı gibi başını cama dayamış düşler içinde gecenin karanlığında akan treni izliyor, kimisi de memleket anılarını birbirlerine anlatıyordu.

Altı gün sonra İstanbul–Haydar paşa garına vardılar. İnzibatlar onları alıp, ‚‚Gulcemal‘‘ adı ile ünlenen vapura bindirdiler. Gençler için, ne büyük bir serüvendi bu. Yepyeni bir dünyaya adımını atıyorlardı. Kendi köyünden ve vilayetinden başka tanımıyorlardı. İnzibat askerler onları, Kâğıthane’de birinci tabur, birinci Bölük’e teslim ettiler. Nizamiye kapısından içeri girdiklerinde, sanki bir daha buradan çıkmayacaklarmış gibi, dönüp geriye baktılar. Ayaklarını yerde sürükleyerek Nizamiye’ ye girdiler. O gün berber gelip keçi kırpar gibi saç ve bıyıklarını kesti. Askeri elbise giyince kimse kimseyi tanıyamaz oldu. Bir hafta sonra birbirini zor buldular iki kardeş.

‘‘Koca dört sene, dört gün değil, dört ay değil, dört sene nasıl geçer?‘‘

‘‘Geçer geçer geçmek zorunda. Bu yaşımıza nasıl geldiysek, dört yılda öyle geçer. Zorlukla, bitlenerek, dayak yiye yiye, hasret dolu da olsa geçer. Geçer gardaş geçer. Yeter ki memleketten bir felaket haberi gelmesin. Yeter ki can sağ olsun.‘‘ Kardeşler birbirlerine moral veriyorlardı.

Bu arada ikisi de Ali Okulu’na yazılmışlardı. Bu okul okuma yazma bilmeyenler içindi. Mektup yazmasını ve okumasını bile bilmiyorlardı.

İstanbul gibi büyük şehirde kimi kimsesi tanıdık akraba dostları yoktu. Zaman zaman pazar iznine çıkıyorlardı.

‘‘Bugün pazar, gel arkadaşlarla sinemaya gidelim dedi, Mustafa.‘‘

‘‘Hadi gidelim‘‘ ama nerde bu sinema? Otobüsle Taksim’e gittiler. Sora sora sinemayı buldular. İlk kez gidiyorlardı böyle bir yere. Sinemaya girmeden uzun uzun dışarda asılı afişlere baktılar. Çekirdekçiden çekirdek aldılar. Korkulu yabancı bir film oynuyordu. Dışarı çıktıklarında ter içinde kalmışlardı. Kulakları sağır edercesine bağıran, gazete satan çocuklar:

‘‘Yazıyor abi haberleri yazıyor. Vakit, Akşam Postası, Hürriyet, Varlık, Kurun, buyrun abi buyrun.‘‘

İstiklal Caddesi hıncahınçtı. Askeri kışla sanki Taksim’e taşınmıştı. Akşama doğru, Tarlabaşı’na doğru arkadaşlarıyla yürürlerken, kırmızı panjurlu ve kırmızı lambaları yanan evlerle karşılaştılar. Randevu evi olduğunu biliyorlardı. Arkadaşları anlatmıştı kendilerine. Gidelim mi, gitmeyelim mi? Tereddütte kaldılar. Ayakları kapıya kadar yürüdü. Utandılar. Birbirlerinin mahsun yüzüne baktılar. Yok yok asker de olsak buralar bize göre değil dedi, Şıxali. Belediye otobüsü ile birliklerine gittiler.

Sabah eğitimi, öğle yemeği, yeniden eğitim, akşam mıntıka temizliği, ders, yat saati, gece nöbeti, kalk saati, karavana temizliği derken, günler ayları, aylar yılları kovalıyordu. Yılda bir kere gelen mektubu, Malatyalı arkadaşı Maxo okuyordu onlara. Asker olduklarında ikisinin hanımı hamileydi. Gelen mektupları okumasalar da evirip çevirip kokluyorlardı. O an kendilerini Dersim’in topraklarındaymışlar gibi hissediyorlardı.

Dört yılda en fazla üç mektup geldi. Kortu Köyü’nde okur-yazar olmadığından ve Türkçe az bildiklerinden, ne zaman köye okur-yazar biri gelirse, herkes gelen mektupları alır, sıraya girer okutur ya da yazdırırdı. Yazdırılan mektuplarda öyle uzun uzadıya yazılmazdı.

‘‘Sayın Pek Kıymetli Oğlum. Evvela selam eder, her iki ela gözlerinden öperim. Bizi soracak olursan, hamdolsun iyiyiz. Sağlığınıza, Duzgın bava’dan duacıyız. Anneniz Baser ve eşleriniz Fatma ile Beser‘i soracak olursanız, onlar da iyidirler. Selam eder ben ve anneniz kara kaşlarınızdan öperiz. Başka yazacak bir şey yoktur. Tüm yaylacı komşuların, size selamı var. Büyükler gözlerinizden, küçükler ellerinizden öperler.’’ Mektup biterdi.

Teskereye az kalmıştı. Gün sayıyorlardı. Kardeşlerden Mustafa, bir gün eğitim alanına gelmişti. Kışlaya yakın bir yerde, çingeneler çadır kurmuştu. İstirahatten sonra tertipleri ile tüfekleri çattılar. Herkes gibi o da çadırdaki, çingenelere bakmaya gitti. Aklı çingenelerin oyununda kaldı. Bir de baktı ki askerler gitmiş. Eğitim alanına gittiğinde, ne askerler var, ne de tüfek. Askerler kışlaya doğru gidiyorlardı. Koşarak yetişti. Sağ olsun, arkadaşı Hasan tüfeği beraber getirmişti. Bölük yüzbaşısı Doğan Bey:

‘‘Asker sen nerde kaldın?‘‘ dedi. Yarı buçuk Türkçe öğrenmişti, Mustafa. Türkçe, Kürtçe karışık yüzbaşıya cevap verdi. Yüzbaşıdan, dayak yemekten kurtulamadı. Dayağı yedikten sonra, tüfeği aldı.

Dört senenin dolmasına iki gün kala, nöbetçi çavuş elindeki listeden teskere alacak askerlerin isimlerini okudu. Okunan isimler arasında iki kardeşin adı da geçiyordu. İsmi okunan askerlerin meydan da toplanmasını, az sonra astsubayın gelip teskere kâğıtlarını dağıtacağını söyledi. Teskereye gidecek askerlerin sevinçlerine diyecek yoktu. Kepler havaya uçtu, ansızın.

Adı okunanlar, zaman kaybetmeden alanda toplandılar. Biraz endişeli, birazda sevinç içinde astsubayı beklemeye başladı, teskereci askerler.

‘‘Geçti gardaş geçti. Koca dört sene geçti. Eşlerimiz yolumuzu bekler. Bizden sonra doğmuş olan oğullarımız bizi sormuşlardır belki. Nerede ise keratalar dört yaşına girdiler. Bizi tanımazlar, biz de onları tanımayız.‘‘

‘‘Tanır mıyız acaba?“

‘‘Tanırız ya!‘‘

‘‘Nasıl tanıyacağız? Hiç görmedik ki!‘‘

‘‘Onları kokusundan, gözlerinin renginden tanırız. O koku olmasaydı bu koca dört yıl nasıl geçerdi. Unuttun mu mektupta çıkan tel tel saçları, hııı.‘‘

Az sonra astsubay elinde teskere kâğıtları ile içeri girdi. Gelip masanın arkasındaki sandalye ye kuruldu. İsimleri bir bir okumaya başladı. İsmi okunanlar gelip imza attılar. Okuma yazması olmayanlar ise parmak bastılar. (Babamın askerde kazıttığı mührü hâlâ saklıyorum) Nöbetçi çavuş ismi okunanları alıp koğuşa götürdü. Teskereciler az sonra çantalarını alıp, dışarı çıktılar. Haydarpaşa Garı’na vardıklarında, diğer birliklerden de teskere almış askerlerle dolu olduğunu gördüler. Hepsinin saçı sıfıra vurulmuştu. Sabırsızlıkla memleketlerine doğru gidecek olan kara treni beklemeye başladılar.

Elazız’e doğru gidecek tren, istasyona yanaştı. Trenin yanaşması ile istasyonda kıyamet koptu. Sanki tren gidecek de, binmeyenler burada kalacak gibi telaş ve koşuşturmadır başladı. Trenin kalkmasına henüz bir saat vardı ki Kortulu kardeşler trende yerini aldı. Camlara başını dayayıp, kalabalık seline baktılar.

Tren düdüğünü çaldıktan sonra Haydarpaşa Garı’ndan ayrıldı. Altı günde gelmişlerdi İstanbul’a. Altı günde de geri gideceklerdi herhalde. Dört yıllığına giden askerlerin, askerliği beş–altı yıla kadar uzuyordu. Bazıları da kendileri dönmeden, adına kara haber denilen kâğıt parçası geliyordu.

Nihayet altı günde Elaziz’e vardı, tren. Burdan öteye nasıl gideceklerdi? Karar veremediler bir türlü. Tren garından yürüyerek buğday meydanına geldiler. Çocuklara çizgili bayram şekeri, hanımlarına fes, annesi Beser’e puşi, babası Mehmet’e şalvar, küçük kardeş Hüseyin’e bir gömlek aldılar.

Yol uzaktı günlerce yürümeleri gerekecekti. Üstüne üstlük bir de tahta bavulları vardı. Pertek’e kendilerini bir atabilseler, gerisi kolay. Yürüyerek şehir dışına çıktılar. Harput’a doğru giden yolda yokuş yukarı yürüyorlardı. Geçen kamyonlara el kaldırdılar. Boş bir kamyon durdu.

Şoför kamyonun penceresinden kafasını dışarı çıkardı. ‘‘Nereye hemşerim?‘‘

Askerlikte az buçuk Türkçe öğrenen kardeşlerden Mustafa:

‘’Pertage, Pertage (Pertek) hemşeri’’ dedi.

Şoför anladı, yolcunun ne demek istediğini.

‘‘Dee hade binin, kamyona‘‘ dedi.

İlkin büyük kardeş Şıxali bindi. Mustafa tahta bavulu ona verdi, sonra kendisi de bindi. Şoför yokuş yukarı gaza bastıkça hem kulakları sağır edercesine bir ses ve arkasından kara duman yükseliyordu.

Kamyonun üstünde Elaziz’i seyrediyorlardı. Nihayet Pertek göründü. Murat nehri üstündeki köprüyü geçtiler. İşte yeşil Pertek.

Kamyondan indiler. Toz dumandan ikisinin yüzü gözü görünmüyordu. Yıkamak için çeşme aradılar. Karşılaştıkları çeşmenin buz gibi suyu ile ellerini yüzlerini yıkadılar. İkisinin eli de cebini gitti. Ne kadar paraları kalmıştı? Bilmek istiyorlardı. Dersim’e ordan Kortu’ya epeyce yol vardı. Para yetmeyebilirdi. Toplam paralarını saydılar.

’’Yeter yeter, yeter de artar bile.’’

Fırında somun ekmeği, biraz ilerde manavdan yarım kilo taze üzüm aldılar. Çeşmede yıkadılar üzümü. Oturup yediler afiyetle. Üstüne bol bol buz gibi soğuk su içtiler. Allaha çok şükür deyip, terlemiş bıyıklarını sildiler.

Şıxali, Mustafa kardeşine seslendi:

’’Mıstefa, Mıstefa biz burda araba bulamayız. Gel yavaş yavaş yürüyelim, bakarsın bir vasıta denk gelir’’ dedi.

Öyle yaptılar. Yavaş yavaş Dersim’e giden Pertek’in virajlarında yürüyorlardı. Bir minibüs geçti. El kaldırdılar, durmadı. Kamyonlar birer birer toz duman içinde geçip gidiyorlardı. Ama nafile. Çok yol yürümüşlerdi. Yokuş yukarı bir kamyon daha geliyordu. Umutlandılar. Kamyon gittikçe yaklaşıyordu. El kaldırdılar, Şoför durdu:  

’’Atlayın’’ dedi.

Kamyona çıktılar, yüklerin üstüne oturdular. Yüz elli yedi Pertek virajını geride bırakıp, dört yıl önce, Dersim’e el salladıkları noktaya gelmişlerdi. Cankurtaran’a vardıklarında Munzur Dağları göründü. Sevinçliydiler.

Kamyonda oldukları için, doğup büyüdükleri toprağı öpemediler. Toprak yerine, birbirlerinin omuzlarını niyaz [3] ettiler.

’’Bitti gardaş bitti. Memleket topraklarındayız işte. Var mı memleket toprağı gibisi?’’  Kamyon inişe geçmiş, Türüşmek’e doğru yol alıyordu.

’’Yarım saatte Kalan’dayız’’ dedi kardeşlerden biri.

’’Heee ya! Yarım saatte.’’

Kuş bakışı her yanı görüyorlardı. Zaman gittikçe daralıyordu.

’’Evet gençler inin aşağıya burası son durak dedi’’ şoför. Parasını verdiler. Gene toz duman içinde kalmışlardı. Tanınmaz haldeydiler.

Dört yıl önce ayrıldıkları Kalan’a gelmişlerdi ya, gerisi kolay. Kalan’ın küçük çarşısında kendi köylülerini aradılar. Kimseyi bulamadılar. Erzincan veya Erzurum istikametine giden bir vasıta arıyorlardı. Kutu Dere’ye giden, odun kamyonuna bindiler, bu defa.

‘‘Bizi Çhémé Seydxanu’da indir‘‘ dediler. Çhémé Seydxanu’da kamyon durdu. Orda geçit vardı.

Yaz mevsimi olduğu için, su azalmıştı. Gırmıke[4] denilen yerde, topraktan su kaynıyordu. Ziyarettir. Öptüler suyun çıktığı yeri. Doyasıya soğuk su içtiler. Belden aşağı soyundular. Bir donları kaldı üstlerinde.

Bavulunu ve eşyalarını ellerine aldılar. El ele tutuşup,

’’Ya Xızır’’  dediler. Suya girdiler.

Yer yer su göbeklerine kadar yükseliyordu. Karşıya vardıklarında tahta bavulunu bir kenara bıraktılar. Biri sağa öteki sola gidip, birbirini göremeyecek şekilde, söğüt ağaçlarının arkasında donlarını çıkarıp, iki elle sıktılar. Tekrar yokuş yukarı yürüdüler. Hava sıcaktı. Donları çabuk kurudu.

Vılêuskıre denilen ziyaretlere kadar geldiklerinde, Sako dağı göründü. Heyecandan ne yapacaklarını bilmiyorlardı. O kadar çok ağladılar ki yaş gözlerinde kalmadı. Putık, Dere, Vıroz, Kortasure, Gewreke, köylerini tek tek selamladılar. Dere boyu yürüyerek Şameşa suyundan kana kana içtiler.

Nasıl geçmişti dört yıl nasıl? Şameşa ziyaret ağacının gölgesinde oturup dinlendiler. Ilık ılık rüzgâr esiyordu.

’’Yolcu yolunda gerek, kalk Mustafa. Burda ne kaldı ki?‘‘ Şıxali.

Heyecandan ikisinin kalbi küt küt atıyordu.

 Şuyarute Tepesinde, Kortu göründü. Köpekler havlamaya başladı. Çocukların ve kadınların sesi duyuldu. Şıxali ile Mustafa kardeşler köye girdiklerinde, köylüler bakakaldı. ‘‘Bunlar da kim?‘‘ Dediler.

Köylüleri onları görmeyeli dört yıl olmuştu. İkisinin saçları kesik, bıyıkları yoktu.

Büyüklerin elini öptüler. Köylülerden biri gençleri tanıdı.

‘‘Ero bunlar Şejeru mahallesinde oturan Memedê Mıstefayȇ Samali‘nin çocuklarıdır‘‘ dedi. Adam koşarak gençlerin babasına haber verdi. Bağırarak:

‘‘Mehmet Amca, Mehmet Amca müjdemi ver. Asker çocukların geldi‘‘ dedi.

Mehmet amca yaşlı haliyle kürsüden kalktı. Yerde duran ardıç ağacından yaptığı bastonunu eline aldı. Sağ yanına destek etti. Yürüdü. Çocukları ile Khalmemé Mıstafa’ye Samali (Apkhalmem) evlerinin arkasında karşılaştı.

Birbirine sarılarak hüngür hüngür ağladı, baba ve oğulları. Sonra Ververexır’deki evlerine doğru yürüdüler. İki gelini ve iki torunu ile karşılaştı. Memedê Mıstefayȇ Samali, torunlarının elinde tutan gelinlerine; ‘‘Fate, Bese orda durun‘‘ dedi.

Gelinler oldukları yerde durdular.

Sonra çocukları Şıxali ve Mustafa‘ya döndü.

’’Sizde orda durun çocuklar’’ dedi.

Kendisi de orta yere geçti. Torunlarının elinden sevgiyle tuttu.

Şıxali ve Mustafa’ya ‘‘Siz askerde iken bu çocuklar doğdu. Bunun adını Zülfü, bunun adını da Mustafa koyduk. Siz çocuklarınızı tanıyın bakalım‘‘ dedi.

 Mustafa Mustafa‘yı, Şıxali ise Zülfü‘yü kucağına aldılar. Şıxali:

‘‘Gözleri gözlerime, rengi ise rengime benziyor. Benim oğlum budur‘‘ dedi.

Mustafa ise Mustafa’yı kucağına aldı.

‘‘İşte benim oğlum da budur.‘‘ Dünya onların olmuştu. Çocuklar askere gittikleri gün kurbanlar kesilmişti. Geldikleri günün ertesi gün yine kurbanlar. 16.10.03 / Duisburg

[1]  Dersimde bir semtin adı.

[2] Xızır gölü olarak tanımlanan Pülümür çayı üstüne kurulan köprü ve tunel. Semtin adı.

[3] Karşılıklı birbirlerinin omuzlarından öpmek.

[4] Yerde kaynayan sular. Gözeler. 

Kategori: 

Bunları Okudunuz mu?

03/21/2024 - 04:53
01/14/2024 - 19:15
12/06/2023 - 15:04
11/27/2023 - 08:07

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Hapishane Dergisinin 51. Sayı...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 2024 tarihli 51. sayısı...
TEK KİŞİLİK HÜCREDE YAZILAN BİR ÖYKÜ: DE...
               Mahallenin kimi çocukları ondan hem korkar hem de onunla uğraşmaktan vazgeçmezdi kargalar...
Duvarları delen çizgiler
Balıkesir Burhaniye yakınlarında yaşayan arkadaşlara davet. 10 Aralık'ta Insan hakları haftasında, Burhaniye Yerel Demokrasi ve Insan Hakları Gündemi...

Konuk Yazarlar

Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...
Girit Leblebisi
  Ben vakitlice davranmış, gün batımını da izlemek için kahvelerin gürültüsünden uzakça bir bankı gözüme kestirip oturmuştum. Bir süre sonra,...