Tanı bunları kızım

Berivan Yıldız kullanıcısının resmi
Aylar öncesinden ayarlanan, tatil dönemine denk getirtilen düğüne nihayetinde çok az kalmıştı. Yapılan alışverişlerden sonra, alınan hediyeleri, kıyafetleri tatlı bir telaş ve heyecanla valize yerleştiriyordu Gönül.

         "Ne de olsa öğretmenlik bu öyle kolay değil, bu yorgunluğu kolay kolay atlatamaz!" diyerek ses etmedi.

 Oysa Sıraç'ı durgunlaştıran ve de ilgisiz olmasına neden olan yorgunluk değildi. Dönemin en zor, acılı, yasaklı günleriydi. Onu düşündüren her tarafı saran ateş çemberi ve yaşananlardı. Tedirgin ve huzursuzdu. Daha küçük yaşlarında kardeşine nasıl da güzel bir düğün yapacağını söyler, o günün hayalini kurardı. Ama bugün Mazlum ve Gülistan'ın düğün yapmalarına neredeyse karşıydı. Bundan günler önce komşu köylerinin bir günde boşaltılıp, ev ev, bahçe bahçe yıkılıp yakıldığını duymuştu. O insanların; çocuk, kadın, yaşlı herkesin yollara düşüp, bir anda her şeylerini kaybedip, hiç bilmedikleri bir yere sürülmelerine dayanamıyordu. Bu bir deprem değildi, sel de vurmamıştı köylerini. Her tarafa serpilen beyaz toz ise kar hiç değildi. Bir kıvılcımla her tarafı ateş topuna döndürüyordu. Ve daha önce ateşten oluşan bir doğal afet duymamıştı. O kentlerde onları bekleyen kimsesizlik, çaresizlik, yabancılık ve yoksulluğu çok iyi biliyordu. O koca kentlerde gördükçe virane ve de bölük pörçük hayatları ağır bir yükün gelip kalbinin üstüne yerleştiğini hissediyordu. Tutunabilecekler miydi onları anlamayan, tanımayan, yer vermeyen o büyükçe şehirlerde. Bilemiyordu. Üstelik bu ilk değildi. Bölgede yakılan yüzlerce köylerden yalnızca biriydi. Bu kuşatmayı duydukça içi daralıyor, derin bir acı ruhunu kaplıyordu. Aynı beyaz tozun bir gün doğup büyüdüğü, köyüne de yağma ihtimali çok yüksekti. Her sabah, korkuyla eline aldığı telefona bakar, köy muhtarını arayıp durumlarını sorardı. Anasına, kardeşlerine selam gönderip güne öylece başlardı. Acı onun ruhunda gezinirken, içindeki sessiz çığlıklarla boğuşuyordu. Gecenin ilerleyen saatleriydi artık, Berfin’in kucağına atlamasıyla yeniden nefes aldığını hissetti. Onu korkulara salıp, mecalsiz bir hale getiren bu hayatta, eşi Gönül ve küçük kızı Berfin'le "Huzura merhaba!" demek istedi.

  "Canım her şey hazır, sabah yola çıkıyoruz değil mi?" dedi Gönül.

"Evet, gidiyoruz ama çok fazla şeyler alma yanına. Aramalar, kontroller var. Ve köy yollarında çok daha fazlaymış. Uğraşmayalım, olur mu? " dedi Sıraç.

"Baba bak,” dedi Berfin neşe içinde elbisesini babasına gösterdi.  “Annemle bugün çok güzel bir elbise aldık.  Mazlum amcamın düğününde giyinip, “delilo” oynayacağım. Baksana baba, rengârenk balıklar var üzerinde. Yeşil, sarı, kırmızı, mavi... Çok renkli güzel olmuş muyum baba?"

Baba etrafına neşe ve mutluluk saçan küçük kızına öpücükler kondurup uyutmaya çalıştı onu. Biran önce kendisi de uyumak istiyordu. Ondaki bu ruhsal ve duygusal incinmişlik ve keder onu çok yormuştu.

  Yeni bir güne umutla “merhaba” deyip yola çıktılar. Ne de çok özlemişti memleketini, köyünü. Fakat merak, özlemden birkaç adım daha ilerdeydi. Nelerle karşılaşacağını, başına gelebilecekleri az çok biliyordu.

  Terminalde büyük otobüsle yaptıkları yolculuk sona ermişti. Bir an önce köy dolmuşunun olduğu durağa gitmek için sabırsızlanıyorlardı.  Aceleyle vardılar durağa. Kırmızı boyası yer yer dökülmüş, çizilmiş dolmuş karşısında kendilerine gülümsüyordu. Dolmuş şoförü halasının oğlu Ahmedo’ydu. Ayak üstü selamlaştılar. Hiç zaman kaybetmeden yola çıkmak istiyorlardı.  Ve artık meşakkatli yolculuğu başlamıştı Sıraç ve ailesinin. Uzun zaman olmuştu gelmeyeli... Berfin annesinin kucağında dağları, ovaları izlerken sızmıştı. Sıraç, Gönül’le beraber hayranlıkla seyrediyordu her tarafı. Dağlardan gelen insanı efsunlayan yoğun kekik kokusunu içine içine çekiyordu.

" Gönül, sarı yaban çiçeklerini sever misin?” dedi Sıraç. Gönül’e fırsat vermeden kendisi yanıtladı. “Ben çok severim. Hele ki dağların doruklarında, sert kayalıklara inat filizlenmişse daha çok severim. “ İşaret parmağıyla göstererek: “ Bak ne de güzel görünüyorlar. Biliyor musun, bu topraklardaki insanlarda görürüm bu inadı ve tutunabilme çabasını... Ya şu kızıl gelincikler? Tabiat Ana canlı bir tablo gibi karşımızda. Ama o bile kıyamdan geçiyor."

Gönül susuyor, Sıraç’ın gözlerinin içine huzurla bakıyordu. Hayrete düşmüştü, uzun zaman olmuştu Sıraç'ı böyle huzurlu ve konuşkan görmeyeli çünkü.

"Ahmedo Kaptan şu teybi aç hele, bu yollarda strân dinlemeyi çok özlemişim" diye seslendi Sıraç.

Ahmet hüzünlü bir gülümseme ile aynadan Sıraç'a baktı, "Olsa da açsam Sıraç'ım,” dedi yüzünü ekşiterek, “aramalardan dolayı arabada hiç kaset yok ki, çalmak yasak..."

 Dolmuş kıvrak ve taşlı yollardan ağır ağır ilerliyordu. İlerledikçe Şoför Ahmet'in uyarıları sıklaşıyordu:

" Üzerinizde farklı, fazla bir şeyler olmasın ha!" diyordu. Dönüp Selo Dayı’ya baktı.  

 “Farklı ne vardır! Zıkkım var. Un var, şeker var, yağ var quzılqurt" dedi öfkeyle Selo dayı Bu tepkisi dolmuştakileri kahkahalarla şenlendirmişti. Karşılıklı sohbet ediyorlardı. Az sonra onları bekleyen "yasaklar”a çok az kalmıştı. Kontrol noktasına geldiklerinde, şoförün "Hazırlanın!" demesiyle başladı yakma ve imha dakikaları...

  Önce kısa boylu, esmer bir asker elindeki silahıyla dolmuşa yaklaştı. Silahını dolmuşa doğrultarak:

 "İnin arabadan, kimliklerinizi çıkarın" dedi sert bir ses tonuyla.

 Ahmet, Selo dayı, Yılmaz, Sıraç… teker teker indiler arabadan. "Neden, niye?" diye bir soru sormadan hem de.  Ne de olsa alışkındılar bu duruma. Gönül, Berfin'i sımsıkı sarmış, korkuyla içerde kalmayı düşünüyordu. Ellerinde silahları, dolmuşu kuşatmış, yarı sivil, bir kısmı üniformalı, kim olduklarını tam kestiremediğin on kişilik bir grup… Gönül'ün arabada bekleyişi, sürekli komutlar veren, bağırıp çağıran hallerinden komutan olduğu anlaşılan bu askerin sert uyarısıyla uzun sürmedi.  Kimi kimliklere bakıyor, kimi üzerlerini arıyor, kimi çanta ve poşetlerin içindekileri döke döke arıyor. Arama deniliyor ya öyle böyle değil -ki koltuk kılıflarının sökülüp bakılmasına kadar varmıştı. Sıraç yan yana dizilip, eşyalarının öylece açılıp bakılmasını, dağıtılmasını çaresizlikle izliyor, sorulan sorulara cevap veriyordu. Aramalar o ve ailesinden daha derindi. Çünkü onlar yabancıydı ve sabah o dolmuşta yoktu. Bütün bunlar bir yana da küçük kızı Berfin'in korku dolu bakışları Sıraç'ın yüreğine kıvılcımlar salıyordu.

"Bu çuval kimin? İçinde un, şeker olan… " diye sordu komutan. Bağırtısı ağaç dallarında ötüşen kuşları bile susturdu.

" Benimdir Komutan!" dedi Selo Dayı.

"Sen bu yaşlı halinle bu kadar unu, şekeri nasıl yiyebilirsin? Çok fazla sana, unutma az yemek ömre bereket... " diye alaya aldı onu komutan. Askerlere:

“Yarısını dökün!” diye emretti.

 "Yapmayın, etmeyin, yazıktır! Ben tek değilim, çocuklarım var, dökmeyin!" diye feryat figan ediyordu Selo Dayı.

Sıraç kendini boğulacak gibi hissediyor, kalbi sıkışmış, düğümler dizilmişti boğazına. Yaşanan  bu yeni olay, tüm yaşananları hatırlatıyordu ona.

  Parça parça el konulan her şey yakılan bir ateşe atılıyordu. Bu insanların, hiçbir şeye ne tahammülleri ne de saygıları kalmıştı. Nimeti bile cayır cayır yakıyorlardı. Adına da "ambargo var!" deniliyordu. Yanan un ve şekeri izleyen Selo Dayı, titreyen dizlerinin üzerine çökmüştü. Alevler gittikçe büyüyor, göğe karışıyordu. Yılmaz'a vurulan dipçiğin sesiyle irkilip kendine geldi Sıraç. "İlaçlar karımın, o çok hasta, sürekli aldığı ilaçlar... Vermem size, asla vermem!" diyerek kafa tutuyordu Yılmaz vahşileşmiş düzene. Ateşe atılsa bile, hiç değilse zalime boyun eğmeyeceğini gösteriyordu direnmekle.

  Gönül yabancısıydı bu yolların... İnsanın hem yapan hem bozan hem kıran hem de seven yanlarını biliyordu. Ama sevgiden yoksun, her yanlarını nefret saran, bu kör vicdanlardan sonra insana dair umudunu kaybetmiş, ümitsizlikle olanları izliyordu. Hayatın ölüm kadar ağır, kötülüğün de baskın olduğuna dair derin bir inanç kaplamıştı yüreğini.

 "Bu çanta ve elbise kimin?" diye sinir bozucu bir gülümsemeyle yaklaştı Sıraç'a komutan. Sıraç bir müddet olanlardan ürken, küçük kızına baktı. O çok sevdiği, dün gece giyinip öylece uyuduğu, renkli balıklı elbisesi komutanın elinde buruşmuştu.

"Çanta bizim, elbise de kızımın."

 "Sen bizimle dalga mı geçiyorsun, canına mı susadın be adam! Bu renklerle neyi ima ediyorsun? Bilmiyor musun yasak bu renkler, ha!" diyerek tehditler savuruyordu komutan.

 Sıraç, yine de alttan alarak:  "Tamam komutanım,” dedi,  “ekmek yasak, ilaç yasak, pil yasak, dilimiz yasak! Bunları biliyorum ama renklerin yasağı olabilir mi?"

Elbisenin de ateşe atılmasıyla olabileceğini göstermişti komutan.

  "Baba, koş su getir, söndür ateşi! Elbisem yanıyor, elbisemi istiyorum anne!” diyordu Berfin. Askerlere bakarak:  “Hepinizden nefret ediyorum!"” diye hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.

   Belki bir kova su yeterliydi yanan ateşi söndürmeye... Ya yanan bir yüreği söndürmeye yeter miydi? Okyanusları taşısan yetmezdi. Hele yanan bu bir çocuğun yüreğiyse bu yangını hiçbir şey söndüremezdi.

 Kontrol bitmişti… Devam ettikleri yolda Sıraç kimseyle konuşmadı. Koltuğa yığılıp kalmıştı. Dakikalar sonra kafasındaki olgular, gözlerinin önünde yaşanılanlar ve yaşanacak karanlık zamanları düşündü. Yüreğindeki sızıyla beraber, gömleğinin düğmelerini açarak, derin bir nefes aldı. Gözlerinden akan yaşa dokundu. Ve tüm bunlar birer gerçekti.

  Sıraç, yasaklanan bu üç renk için hapis yatanları, işkencelere maruz kalanları düşündü. Yasaklanan bütünüyle bir dünyaydı. Renklerin birlikteliğinden korkup, yaşamı karartan, tekleştirenleri düşündü. Bir yolculuk anında yaşadıklarıyla bir beton çukuruna düştüğünü, bedeninin de kalbi gibi ağırlaştığını hissetti.

  Sonra küçük kızı Berfin'i kucağına alıp, sardı onu. Çok sevdiği büyük ozan Ahmed Arif’in bir şiirini onun kulağına ninni gibi fısıldadı:

   “ Bunlar,

   Engerekler ve çıyanlardır,

   Bunlar,

   Aşımıza, ekmeğimize

   Göz koyanlardır,

   Tanı bunları,

   Tanı da büyü..."

 

Kategori: 

Bunları Okudunuz mu?

03/31/2024 - 21:39
03/21/2024 - 04:53
01/14/2024 - 19:15
12/06/2023 - 15:04

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Hapishane Dergisinin 51. Sayı...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 2024 tarihli 51. sayısı...
TEK KİŞİLİK HÜCREDE YAZILAN BİR ÖYKÜ: DE...
               Mahallenin kimi çocukları ondan hem korkar hem de onunla uğraşmaktan vazgeçmezdi kargalar...
Duvarları delen çizgiler
Balıkesir Burhaniye yakınlarında yaşayan arkadaşlara davet. 10 Aralık'ta Insan hakları haftasında, Burhaniye Yerel Demokrasi ve Insan Hakları Gündemi...

Konuk Yazarlar

Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...
Girit Leblebisi
  Ben vakitlice davranmış, gün batımını da izlemek için kahvelerin gürültüsünden uzakça bir bankı gözüme kestirip oturmuştum. Bir süre sonra,...