Dolunaya Dokunan Kadın/ Cahit Aşıkoğlu

Edebiyat Bahcesi kullanıcısının resmi
Geceye, soluksuz sıcak ve sessizlik egemendi. Yatak odasının açık penceresinden inatla girmeye çalışan mimoza sıcaklık, yarı karanlık odanın her tarafına yayılıyor, yatak odasının mahremiyetinde odadaki her bir nesneyle oynaşıyordu. Orta yaşlı adam odanın ölü suskunluğunda inzivaya çekilen ruh haliyle, gözleri tavana asılı olarak sırt üstü yatıyordu. Yavaşça kalkarak komodinin üzerindeki telefona uzandı. Bir süre telefonun saatine baktı. Usta bir ressamın elinden çıkan yağlı boya tabloya bakar gibiydi. Saat 02.00’yi biraz geçiyordu. Henüz uyumamıştı ve sabaha daha vakit vardı. ‘Biraz uyumalıyım,’ diye geçirdi içinden.

Yaşamını bir süredir dondurduğunu, yaşadıklarını dinlenmeye bıraktığını, kaç gecedir yaşamla inatlaşarak     uykuya ayak dirediğini hissediyordu. Hâlbuki son günlerde yaşadıklarıyla yüreği yorgundu. Yüreğinin başköşesindeki sırça fanusunda, başına papatyadan bir taç takılı kadını saklıyordu. Ve o kadın bir yaşamdı. Yaşam ise hızla akıp geçiyordu. Bazen cam kırıkları tüm organlarına, en çok da yüreğine batıyordu. Kimse görmüyordu can çekiştiğini. Bugün farklı bir gündü…

‘Uyumalı’ diye düşünse de yine de kalktı, yatağın kenarında oturdu birkaç dakika. Henüz yeni yatmış olan karısını uyandırmamaya çalışarak, yavaşça çalışma odasına gitti.  Bilgisayarından Joan Baez’in gezi direnişi için bestelediği  “İmagine” parçasını açtı. Sert bir kahve ve sigaranın yanında Joan Baez’i dinlemek iyi gelecekti. Protest müzikten hoşlanıyor, insana güç verdiğini düşünüyordu. Uyuşukluğunu üzerinden atmaya çalışırken kendi kendini sorguluyordu: “Eski bir alışkanlık mıydı türkü ve benzeri müzikten güç almak?” “Geçmiş yıllarda, yani 1980 öncesinde miting ve yürüyüşlerde çalınan marşlar ve türkülerle coşuyorlardı.” Anılarının içinden çabucak sıyrıldı uyumamış olsa da her zamanki yorgunluğu hissetmiyordu, sanki daha güçlüydü. Kendisini olumsuz kılan alınganlık, öfke nöbetleri de yoktu. Giyinmeye başladığında gözü duvardaki saate ilişti. Otobüsünün hareket saatine az kalmıştı. Otogara gitmek de dâhil, ancak bir kahve içecek kadar vaktinin kaldığını düşündü. Giyinirken, tüm hazırlıklarını bir önceki gün bitirmenin tatlı yorgunluğu çöktü omuzlarına. Kendisine sert bir kahve daha yaparak balkona çıktı. Gecenin ışıldayan karanlığında gökyüzünde grimsi bulutlar görünmeye başlamıştı. Uzaklara daldı.

Neler oluyordu? Hayallerini gölgelere taşıyan kadını tanımak istiyordu. İç dünyasına girmişti, sorgusuz sualsiz, apansız… Nedensiz bir biçimde eklenen sevi, yüreğini acıtıyordu. Kimseye anlatılamayan ve yoğunluğu yüreğinin cam fanusunda yaşanan yasa dışı bir sevi… İşte o sevi cam kırıklarına dönüşüyordu. Derginin birinde bir öyküde okumuştu. “Sokaklarda çırılçıplak koşmak isteyen adam ve kuramsız eylemsiz birinin çemkirmeleri’’ diyordu öyküdeki adam. Kendisi de öyle miydi? Hayalleri bir çemkirme miydi? Hayır, hayır! Eylemsiz değildi. Sevgisini göstermekten çekinmeyecek kadar yürekliydi. İşte bu yolculuğu nereye ve ne içindi?

Kahvesinin bittiğinin ve yavaş yavaş günün aydınlandığının farkında değildi. Vakit daralmış, yola çıkma vakti gelmişti. Karşıya geçmek için vapura binerken bir gevrek aldı. Güverteye çıkarak kenarda bir yere ilişti. Sabah martıları vapuru ve gökyüzünü çepeçevre sarmıştı. Kahvaltı için aldığı gevreği ufak parçalar halinde vapurdan martılara atarken, martıların denizin dalgalarıyla valsını izlemeye doyamıyordu. Denizin dalgaları bir doğa şarkısıydı. Sabahın iyotlu havasını ciğerlerine çekti.

Vapurdan sonra otobüse bindi. Hiçbir zaman yanından ayırmadığı içi kitap dolu siyah çantasını, yanındaki boş koltuğa bırakırken heyecanlıydı. Nedenini anlayamadığı tedirginlik içindeydi. Otobüsün hareketiyle birlikte sabahın ele avuca sığmaz aydınlığında karşı dağların arasından çıkmaya çalışan sarı sıcak güneş, otobüsün bir o yanında bir bu yanında gülümsemeye başladığında, ağaçların arasında başında papatya çiçeklerinden yapılmış bir taç olan kadın gülümseyerek ona bakıyordu. Eski çağlardan bu yana yolculuk eder gibiydi. Rüzgârda uçuşan uzun parlak siyah saçları adamın yüreğini kıpırdatıyor, bir an Hitit kraliçesi Puduhepa’yı karşısında görür gibi oluyordu.

Otobüs İç Anadolu’daki şehrin oto garına girdiğinde öğleyi biraz geçiyordu. Tahmininden daha erken gelmişti. Niyeti, ilk kez geldiği tarih kokan bu şehrin tarihi yapılarını görmek, kentin ortasından geçen ve şehre can katan çayın kenarında bir şeyler içmek ve ilk çağ eserlerinin zenginliği ile tanınan arkeoloji müzesini ziyaret etmekti. Ama bunları yapacak zamanının olmadığını biliyordu. Tuvalete gitti. Yüzünü yıkarken uykusuzluğunun izlerini görüyordu. Otobüste uyumamış kitap okumayı tercih etmişti. Taksiye bindi. Şehrin merkezine yakın bir caddede indi.

Şehir sakindi. Aylardan temmuz ve okulların tatil olmasının etkisi vardı. Mağaza vitrinlerine bakarken arkasından bir kadın sesleniyordu. Döndü. O’ydu. Bir yıldız gibi düşüvermişti yanına. İşte tam karşısındaydı. Minyon yapılı narin bir kadındı. Gözlerinde sıcak hüzünlü bir gülümseme vardı. Gülümsemesi hüznünü saklayamıyordu. Kırılgan bakışlarının yanında zarif, özgüveni oturmuş bir kadın. Bakarken gülümsüyordu; gülerken gözlerinin bir kenarında saklamaya çalıştığı bir şey vardı sanki. Hüzünlü, soru işaretleriyle dolu, mutlu olmayı ve huzuru arayan bir bakış… Her şeyi anlatıyordu gözleri… 

Yılların tanışıklığı varmış gibi sarıldılar. Tanışıklıkları belki de yıllar öncesine dayanıyordu; kim bilir? Farkına varmadıkları bir tanışıklık. En yakın çay bahçesine sığınır gibi girdiler. Bahçenin sakin bir köşesinde bir masa bulup oturdular.

Mavzer gibi saplanıyordu gözlerindeki hüzün
mevsimsiz rüzgâr içindeki çocuğu üşütüyordu
“Kadın masaya
telefonunu bıraktı, sigarasını da bıraktı.”
başka bir şey bırakmadığını düşünürken
yüreğini de bıraktığını gördü adam.

Birer kahve söyleyip sohbete başlarlarken, adam tedirginliğini atmıştı. Kadının hüzünlü gülümseyişlerinin yanı sıra sıcak bir sohbetti masaya hâkim olan. Adam, kendisini ‘’üçüncü şahıs’’ gibi hissetse de bir an sıkıca sarılmak istediğini duyumsadı. Karşısında yeryüzünde en çok yaşamayı hak eden ve hüznünü gülümseyişlerinin ardına saklamaya çalışan ama beceremeyen bir kadın vardı.

-Hüzünlüyüm ama hep gülümserim. İşte yaşamım bu! der gibiydi.

Yerinde duramayan sabırsız yelkovanın durmak bilmeyen gidişiyle akşam karanlığı çöküyordu. Kadın, çayından son yudumunu alırken: “Akşamın olduğunun farkında değiliz. Acıktık. Bizim sık gittiğimiz salaş bir mekân var. Sohbetimizi orada devam etsek iyi olacak. Hem soğuk bir şeyler de alırız. Değil mi?” Adam, öneriyi başıyla onaylarken, bir yandan da masanın hesabını istedi. “Evet, hem acıktık hem de adam akıllı susadık sanırım” derken hafiften gülümsüyordu.

Hesabı ödeyip çay bahçesinden çıktılar. Bahçenin karşısındaki dar sokağa girdiler. Dar sokağın sonunda dört beş katlı binalar arasında sıkışmış, iki katlı cumbalı ahşap eve kadar yürüdüler. Eski ahşap ev, Osmanlı mimarisi özelliklerini taşıyordu. İçeri girdiler. Ortada bir sofa, mutfak ve bulaşıklık olarak kullanılan iki oda ve arka taraftaki kapıdan görünen avlu vardı. İkinci kata çıkarken, ahşap işlemeli merdiven gıcırdıyor, gizemli bir hava veriyordu. Adam şaşkın olduğu kadar mutlu görünüyordu. Beyaz duvarlar, rengârenk yapay çiçekler ve Cemal Süreyya, Orhan Veli, Ece Ayhan gibi yaşamayan şairlerin fotoğraflarıyla donatılmıştı. Odaya girdiklerinde, avludan içeriye sızan ıtır kokuları dikkat çekiyordu. Beyaz örtülerle kaplanmış masalarda ince rakı bardakları, cam sürahilerde su, yanlarında buz kovaları, çatal kaşık ve üzerleri örtülmüş ekmekler hazır bekliyordu. Hafiften Türk sanat müziği sesi geliyordu.

Cumbadaki ufak masaya oturdular. Garson daha siparişleri almadan peynir, kavun, çiğ börek ve rakıyı önlerine koymuştu bile. Ardından elli beş altmış yaşlarında saçları kırlaşmış, kirli sakallı, babacan, güleç yüzlü bir adam saygıyla yaklaşarak önce kadına ve sonra adama elini uzattı. Belli ki meyhanenin sahibiydi. Beyaz örtülü masa kısa sürede donatılmıştı. Rakı bardaklarını doldurdular. İlk kadehlerini sağlıklarına kaldırdılar. İlk kadehten sonra adam sanki uzaklardaydı;

Sevmek güzel şey ve sevince insan her şeyin en güzelini yapmak istiyor. Kendisine en güzel şeyleri lâyık görüyor. Kadına hiç söz etmediği duygularla, şimdi onun yanında. O’na en güzelini ve hep daha iyisini vermek istiyor. Yeni bir güne yan yana olmanın keyfi ve mutluluğu içinde, birlikte karşılamak, gözlerimizi birlikte açmak… diye düşünürdü, kadına bakarak; “Birisini sevmek gitmesini göze almak mıdır? Yaşanacak her şeyi kabullenmek midir?” diye sordu. Kadın elinde rakı bardağı: “Evet, ikimiz için sevmek ve ayrılık birer ikiz kardeştir. Bunu ikimiz de biliyoruz. Ama şimdi bunları düşünme. Kadehimi sana kaldırıyorum” dedi.

Zaman ilerlemişti. İkisi de artık ayrılık vaktinin geldiğini biliyor, konuşmuyorlardı. Adam usulca hesabı istedi. Kalktılar. Müşterilerin gözlerinin önünde sarıldılar. Aşağıda kapının önündeki taksilerden birine kadın, bir diğer taksiye ise adam bindi.

Adam, otobüsüne bindiğinde gece yarısını geçmişti. Şans eseri bulduğu otobüste yolcu azdı. Yine en öne oturdu. Yorgunluğuna rağmen uykusu yoktu. Omuzlarında dünya ağırlığını hissediyordu. Otobüsün ön tarafında dolunay parlıyordu. Gözlerini kapadı.

‘Sevmek ve ayrılık ikiz kardeştir. Bunu ikimiz de biliyoruz. Dolunaya dokunan kadın aşkı ve mutluluğu hak eder,’  diye düşündü. Uyudu.
 

Kategori: 

Bunları Okudunuz mu?

03/21/2024 - 04:53
01/14/2024 - 19:15
12/06/2023 - 15:04
11/27/2023 - 08:07

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Hapishane Dergisinin 51. Sayı...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 2024 tarihli 51. sayısı...
TEK KİŞİLİK HÜCREDE YAZILAN BİR ÖYKÜ: DE...
               Mahallenin kimi çocukları ondan hem korkar hem de onunla uğraşmaktan vazgeçmezdi kargalar...
Duvarları delen çizgiler
Balıkesir Burhaniye yakınlarında yaşayan arkadaşlara davet. 10 Aralık'ta Insan hakları haftasında, Burhaniye Yerel Demokrasi ve Insan Hakları Gündemi...

Konuk Yazarlar

Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...
Girit Leblebisi
  Ben vakitlice davranmış, gün batımını da izlemek için kahvelerin gürültüsünden uzakça bir bankı gözüme kestirip oturmuştum. Bir süre sonra,...