Sanat Sokağın Sesi, Başkaldıran Çığlığıdır

Temel Demirer kullanıcısının resmi
“bir kez geçer, bir insan karşı'ya

 

ondan sonra artık her şey karşı’dır.”[2]

 

Sürdürülemez kapitalist vahşetin üretimi ve üreteni değersizleştirdiği hiçleş(tiril)me kesitinden geçiyoruz.

İnsan(lık) için birçok şey kapkara geleceksizlikte ifadesini bulurken; insan(lık)ı insanlaştıran/ yapan değerler aşınıyor.

Kapitalizmin koşullandırdığı çıkara temelli ilişkiler, insan(lık)ın içini boşaltırken; devasa bir yabancılaşma/ yozlaşmayla yüz yüzeyiz.

TDK sözlüğünde “yoz” kelimesinin karşılık olarak dört anlam çıkar karşımıza: i) “Olduğu gibi kalarak işlenmemiş olan”; ii) “kaba, adi, bayağı”; iii) “soysuz, yozlaşmış, dejenere”; iv) “kısır”… Bu özellikleriyle “yoz” boyun eğer, sorgulamaz, sürüleştirir.

Olumsuz değişim anlamında başkalaşım olarak da kullanılan yabancılaşma/ yozlaşma tehlikeli şeydir. Bir şeyin gerçek özelliklerinden uzaklaştırılması veya uzaklaşmasıdır. 

Yabancılaşma/ yozlaşma ile varolan değerler yitirilirken; etik olandan uzaklaşma, aslını yitirme, amacından sapma, erdemlerini kaybetme durumu devreye girer...

Yozlaşma ya da dejenerasyon, kültürel birikimin ve değer yargılarının en büyük katilidir. Toplumları çözülmeye iten labirenttir. 

Emperyal politikalarla bağıntılı olan “Kabalaşma/ Odunlaşma” alt başlığında da irdelenmesi mümkün olan (80’lerden 90’lara bütün çarpıcılığıyla yaşanan) kültür yozlaşmasıyla şiddetin yaygınlaşması, artık sıradan bir olay sayılır olması; insan ilişkilerinde saygı ve sevginin ender görülen bir olguya indirgenmesi; bencilliğin ve çıkarcılığın onaylanan bir davranış biçimini alması; insanların medya aracılığıyla tanıdıkları başka dünyaların insanlarına öykünmesi vb’leriyle belirginleşen yozlaşma, kötüye gidişin, bilimsellikten uzaklaşmanın, dogmatizme yol almak yanında dürüstlük, fedakârlık gibi insanî özelliklerin gerileyişinin zeminidir.

* * * * *

Tıpkı bugünlerde yaşa(tıl)dığımız gibi…

Yazar Alain de Botton’un, “Türkiye’de bir baskı ortamı var, büyük bir mücadele yaşanıyor,” notunu düştüğü bugünler! 

Celal Üster’in, “Erdoğan’ın bale sanatına ‘belden aşağı’ dediği günlerden bu yana 20 yıl geçti. 12 yıldır ‘inşa edilmekte’ olan ‘Yeni Türkiye’nin geldiği yer: ‘Tango, ayakta zina’!” diye tarif ettiği bugünlerde iktidarın borazanı Ömer Lekesiz, “Sanatı salt seküler/ materyalist bir ezber içinden değil, kendi hakikâti (istidat - hayal - gerçeklik üçlüsü) içinden sahih şekliyle yeniden doğru okuyabilelim”; Sabancı Holding Yönetim Kurulu Başkanı Güler Sabancı da, “Sanatın önemli özelliği yaşamımızı zenginleştirmesi,” zırvasını dillendirirken; yani kimileri sanatı kutsala, kimileri ise piyasaya irca etmeye çalışırken, hızla sıralayalım:

i) TRT’de yayınlanan ‘Diriliş Ertuğrul’ dizisinde oynayan Hamit Demir, Berkin Elvan için hazırlanan videoda yer aldığı gerekçesiyle işine son verildi![3]

ii) “Kültür Bakanlığı Gezi eylemlerine destek veren tiyatrolara yine ceza kesti”![4]

iii) Devlet Tiyatroları’nın 2014’ün Kasım ayındaki oyun planından - Shakespeare’in, iktidar hırsıyla suç işleyerek yükselen ‘Macbeth’in paranoyaklaşarak aklını yitirmesi ve trajik sonunu anlatan- ‘Macbeth’ oyunu çıkarıldı![5]

iv) Fazıl Say’ın eserleri Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın programından çıkartıldı![6]

v) İhraç istemiyle İstanbul Büyükşehir Belediyesi Yüksek Disiplin Kurulu’na sevk edilen ve hakkında soruşturma açılan oyuncu Levent Üzümcü, Şehir Tiyatroları çalışanlarının Gezi Direnişi’ndeki tavırları beğenilmediği için toplam 550 çalışanın iki buçuk yıldır teşvik ikramiyelerinin, maaşlarının ödenmediğini söyledi![7]

vi) Kültür ve Turizm Bakanlığı Strateji Geliştirme Başkan Vekili İsmail Demirel 9 Aralık 2014’de tüm personeli toplantı salonuna çağırarak, “personele ahlâk tehdidinde bulundu”. Demirel’in personele, “Herkes kadın - erkek ilişkilerine dikkat etsin. Ahlâksızlık yaparsanız, kafanızı koparırım, sizi sürerim. Kadınla erkeği bir arada görmeyeceğim” dediği belirtildi![8]

vii) Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik, Devlet Tiyatroları ile özel tiyatrolardaki “sansür” girişimleri hakkında “Necip Fazıl oynansın demek baskı mı” derken, “oyunlarda cinsel şiddete asla izin vermeyeceğini” belirtti![9]

viii) Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın, Antalya DOB Müdürü Ayan’ın “geçmişte arkadaşlarıyla birlikte plajda çektirdiği fotoğraflar ve bu fotoğrafları kişisel Facebook hesabında yayımladığı” gerekçesiyle DOB Genel Müdür Vekili Ada’ya “Aslı Ayan’ı görevden alın” baskısı yaptığı belirtilirken, görevden alınan Mersin DOB Müdürü Şanal da geçen sezon “sanat kurumlarını yok etmeyi amaçlayan Türkiye Sanat Kurulu (TÜSAK) Yasa Tasarısı Taslağı’na hayır” bildirisine imza atan isimler arasındaydı![10]

ix) Çanakkale Savaşları’nın 100. yılı nedeniyle gerçekleştirilen ve bütçesini Gençlik ve Spor Bakanlığı’nın karşıladığı belirtilen ‘1915 Bir Hilal Uğruna’ adlı etkinlik için Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü ile Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü’ne “etkinliğe katılın” talimatı geldiği öğrenildi. Kurumların, “Gerekirse temsiller iptal edilsin, ancak bu etkinliğe katılınsın” denilerek katılımın zorunlu tutulduğu etkinliğe, DOB’dan baletlerle birlikte Modern Dans Topluluğu’ndan yaklaşık 9 sanatçı katılırken; Devlet Halk Dansları Topluluğu ile Ankara Üniversitesi Devlet Konservatuvarı öğrencilerinin de yer aldığı ekipte, sanatçılar temsili bir hoca eşliğinde sahnede “namaz kıldı”![11]

Böylesine bir tabloda; baskı, zulüm ve yozlaşmanın dört bir yanı kuşattığı bir coğrafyada ve yerkürede, sanat bir direnme biçimi değil de ne olabilir ki?

* * * * *

Hayatımda hiç şüphe duymadığımı gerçeklerden birisi, sanatın sokağın sesi, başkaldıran çığlığı olduğudur.

Sanat sokak(lar)ın haşarı, ele avuca sığmaz çocuğudur. Çocuğun, çocuksu düşlerin tek yardımcısı sokaktır.

Kim ne derse desin sokağı “sokak” yapan unsurların başında; Edith Piaf’ın, “Ben sokaktan geliyorum. Bunu herkes biliyor. Ne olmuş yani? Benden hoşlanmıyorlarsa ilgilenmesinler. Öyle yapacaklar zaten. Halktan gelmek utanç verici değil; pislik içinde, cehalet içinde kalmayı istemek utanç vericidir,”[12] sözleriyle betimlenen çocuksu isyankâr cüret gelir. Çünkü ötesinde berisinde çocuksu isyankâr cüret varsa anlamlıdır sokak...

Yaramazlığı, kavga, küfrü, ısrarı, koşmayı, düşmeyi vd’lerini öğrendiğimiz mekândır. 

Hayatı öğrenme kılavuzudur sokak. İnatçı bir damarı vardır sokağın; yakıcı bir damar, gerçek bir damar. Çünkü herkesin içinden geçtiği hayatın avlusudur.

Hayattır, hayatın kendisidir. Sert, zorlu ve tehlikeli olduğu söylenir hep; doğrudur. 

Ne verirseniz onu alırsısınız sokaktan, hayal kırıklığına uğratmaz sizi…

Sokağın ne kadar içindeyseniz o kadar içindesinizdir hayatın…

Yolu karanlığa düşenlerin ya da sıkıcı hayatların durağanlığında kavrulanların, dört duvar binalarda ekmek parası diye eriyen hayatlarını ızdırap dolu bakışlarla seyreyleyenlerin kurtarıcısıdır sokak. 

Derin bir nefestir bünyelere. Her şeydir ve hiçbir şeydir görmesini bilene.

Arapça “suk-ak”tan yani “dar geçit”ten gelen sokağın ayrı ayrı bir rengi ve sesi vardır. 

Her sokağın bir melodisi vardır. Bir ismi vardır, her sokağın. Biz insanlar gibi. 

Nabız ile tansiyonun en iyi yansımasıdır. Direniş mekânıdır; hayatın kalbidir. 

Ya da Cemal Süreya’ya, “hiçbir şeyim yok akıp giden sokaktan başka/ keşke yalnız bunun için sevseydim seni,” dedirtendir…

Birleştiren, insanları aynı hizaya çeken o müthiş gücüyle iktidarın korku kaynağı “sokak” deyip geçmeyin; orası evsizlerin evi; yurtsuzların yurdu olabilen biricik mekânıdır. 

Kolay mı? Hayatın tüm karmaşasıyla var olduğu yerdir sokak.

İş bu nedenle Albert Camus’nün, “Sokaklardan başka yerde bilinç yoktur, çünkü tarih sokaklardadır,” saptaması sanat için de geçerlidir.

Ancak ne yazıktır ki sokak bugün, artık içinde yaşanan değil, hayali kurulan bir mekâna dönüş(türül)müştür. Post-modern zamanlarda sokakta artık hayat yok, birtakım hayaller ve -genellikle de- hayal kırıklıkları vardır. 

Kabul etmek zorundayız: Post-modern zamanlarda sokak uzun zamandır, üstüne üstüne gelen bir kalabalık, tehditkâr bir tekinsizlik, sürekli bir savunma hâli, süregen bir polis gözetimi… Sokak uzun zamandır başkalarının, egemenlerin işgali altındadır…

Ancak herkesin önünde olan ve fakat herkesin arkasında saydığı bir gerçek olarak sokak hâlâ sokaktır ve müthiş bir imkân olarak ezilenlerin, sanatının ve başkaldırın münbit zeminidir.

* * * * *

Yeri geldi altını defalarca çizerek ifade edeyim: Ezilenlerin sanatının ve başkaldırılarının sokaksız sesi çıkmaz, var olmaz…

Nâzım Hikmet Ran’ın “çeneni avuçlarının içine alıp,/ duvara dalıp,/ kalma!

çeneni avuçlarının içine alma!/ kalk!/ pencereye gel!//

gel!/ dinle havaları:/ havalar seslerin yoludur,/ havalar seslerle doludur:/ toprağın, suyun, yıldızların/ ve bizim seslerimizle...

pencereye gel!/ havaları dinle bir:/ sesimiz yanındadır,/ sesimiz seninledir,” dizelerindeki ses hızı saniyede 340 metre olan varlığın habercisidir veya bir nefes ya da nefesin adandığı bir ömürdür...

Kelimelerden bağımsız iletişim aracı olarak “Ses insanın kimliğidir,” diyenler haksız değildir; ciğerlerden gelen havanın ses yolundaki titreşim ve evrenin ortak dilidir o…

A. Beliy’in, “Çığlığın şiddeti anlamın üstündedir,” notunu düştüğü ses yaşadığınız acıları, sevinçleri, ağlamalarınızı misal, gülüşlerinizi, düğümlenmiş boğazınızı, anılarınızı hep kayda geçirir... 

Kolay mı? Edip Cansever’in, ‘Tragedyalar’ın da işaret ettiği üzere, “İçimizde sakladıklarımızın birazı sesimiz”.

Ses var oluş hâlimize mündemiçtir… Bu yanıyla da bir duruştur…

* * * * *

Sokağın sesi ve ezilenlerin arz-ı hâli ve duruşu olarak sanatın bir kültürel aidiyeti vardır, olacaktır da.

Karl Marx’ın, “Doğa dışında insanın ortaya koyduğu her şey kültürdür”; Terry Eagleton’ın da, “Doğa kültür üretir, kültür de doğayı değiştirir,”[13] notunu düştükleri kültür, insan(lık)ın doğa karşısında hayatta kalabilmesini ve çevreye uyumunu sağlarken, sınıfsal açıdan bir gruplandırma çeperidir.

Kelime anlamı yetiştirmek, üretmektir. Bir gelenek çok uzun süre uygulama alanı bulur, alışkanlık hâline gelir, nesilden nesile aktarılır. Başkaları tarafından da kabul edilirse; zamanın derinliği içinde kültür olur. 

Ne sadece bilgi, ne de ezberlenip tekrar edilmiş tecrübe formülleridir kültür. O, bireyin zamanda ve mekânda insanlık için elde ettiği bilgi ve duygudaki derinlik ve genişliğinde görülür. Yani bütün bilgilerin ve tecrübelerin insan ruhunda ve zekâsında hazmedilmiş, benimsenmiş, öz varlığa sinmiş hâlidir. 

Kültür, bir topluma önceki kuşaklardan geliştirilerek aktarılan; toplumun üyelerinin çoğunluğunca değerli bulunan eylem ve değerleri kapsarken; dil, din, soy, gelenek, görenek, sanat vb’i anlayışın bir araya geldiği bütünüdür; dil, iletişimi oluşturur. İletişim de kültürü.

İnsan(lık)ın ortak birikimini temsil eden; bizi çevreleyen dil(ler), inanç(lar), değer(ler), anlam(lar) vd.’den oluşan mirastır. Beğeni ve eleştirme yeteneklerinin, öğrenim ile yaşantılar yoluyla geliştirilen biçimidir. 

Kültür, kuşaklar boyunca toplumun edindiği yaşam bilgisinin birikmesiyle ortaya çıkan ve aynı zamanda yaşamın süregitmesine yardımcı olan üründür. Çeşitli normların, kurumların ve bireysel davranış biçimlerinin bir araya gelmesiyle oluşmaktadır. İnsanın çevresiyle uyum kurabilmesi için gerekli uyum öncesi koşulları oluşturmaktadır. Söz konusu normlar, kurumlar ve bireysel davranış biçimleri, aynı zamanda, insanın çevresiyle kurduğu uyumun ortaya çıkardığı ürünlerdir. 

Kültür dinamiktir. Tıpkı toplumsal değişme gibi, kültür de değişmektedir. Toplumsal değişime bağlı olarak değişmektedir. Toplumun yapısal özellikleri ise, varolan ekonomik yapıca belirlenir. Ekonomik ilişkiler, üretim ilişkileri toplumun yapısını belirlerken, kültürü oluşturan normları, kurumları ve bireysel davranış biçimlerini de belirlemektedir. Gerçek belirleyici ekonomi, ekonomik düzen, bu düzenin öngördüğü ya da zorunlu kıldığı üretim ilişkileri olmalıdır. 

Özetle dil, değerler, inançlar, davranışlar, normlar hatta ifadeler kültür öğelerini oluşturur. Kültür, bizi saran insanlardan öğrendiğimiz toplumsal bir mirastır. İçinde bulunduğumuz kültür o toplumdaki insanlar gibi düşünmemize, davranmamıza neden olması yanında; tarihsel, toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan bütün değerler ile bunları yaratmada, sonraki nesillere iletmede kullanılan, insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların bütünüdür.

Kültür, doğanın yarattıklarına karşılık, insan(lık)ın yarattığı her şeyken; değişik anlamlarda kullanılır. 

Mesela tarihsel gelişme sürecinde yaratılan bütün maddesel ve tinsel değerlerle, bunları yaratmak ve sonraki kuşaklara aktarmada kullanılan araçların tümü gibi... 

Raymond Williams’a göre, kültür sözcüğünün 164 farklı tanımı varken; İngiliz dilindeki en karmaşık kelimelerden birisidir. XVIII. yüzyıla kadar toprağı işlemek, ıslah etmek ve tarım yapmakla ilgili olan kültür kavramı aydınlanma düşüncesiyle birlikte toplumsal değer ve davranış biçimlerini ifade etmek için kullanılır olmuştur. 

Özetle kültür bulanık bir kavramken; herkesi tatmin edecek şekilde yapılmış bir kültür tanımı bulmak zordur. Bununla beraber şimdiye kadar ortaya atılan bütün tanımlar gözden geçirildiğinde hemen hepsinde ortak olan yönleri ve kültürden neyin anlaşılması gerektiğini görmek mümkündür. 

Kültür kavramı insanlığın var oluşundan beri vardır. Sosyal bir varlık olan insan topluluklar oluşturması ve bu topluluklarda yaşaması için belli bir yaşam tarzı benimsemek durumunda kalmıştır. Bu benimseme öğrenilen ve kazanılan bir dizi davranış göstermesini gerekli kılmıştır. Topluluğu bir arada tutan bu kavramlar kültürün özelliklerinden bir kaçıdır. 

Kültür kavramı, insan ve çevresi ile ilgili her şeyi kapsamına alır. İnsanların tüm yaratıcı etkinlikleri ve bu etkinlikler sırasında ortaya çıkan değer yargıları kültürün birer parçasıdır. Kültür, insan topluluklarının tarihsel geçmişi, gelişme özellikleri, üretim biçimleri ve toplumsal ilişkileri ile ilgilidir. 

C. Wissler’in, “Bir halkın yaşama tarzıdır,” notunu düştüğü kültür: Öğrenilir, aktarılır, süreklidir, tarihidir, toplumsaldır, işlevseldir, değişkendir, evrenseldir, yani kültürsüz toplum yoktur. 

Doğanın oluşturduğu tüm nesnelerin dışında kalan ve insan tarafından meydana getirilen her şeydir Kültür; yani tarihin akışı içinde toplum tarafından yaratılan bütün değerler ile onların yaratılması, kullanılması ve aktarılmasına ilişkin araçları kapsar; toplumun yaşam biçimidir. 

Geniş ve sınırları belirlenemeyen bir kavram olması nedeni ile kültürün çok değişik ifadelerle yapılan tanımlarım görmekteyiz. E. B. Taylor’a göre, “Kültür toplumun bir üyesi olarak insanlığın edindiği bilgi, sanat, ahlâk, gelenek ve benzeri alışkanlıkları kapsayan karmaşık bir bütündür.”

Bunların da ötesinde birçok anlamı var elbette. Edinilen bilgilerin toplamı olduğunu düşünürsek, en kaba tabirle; kültürün birçok şeyin toplamı olduğunu unutmamalıyız.

Evet kültürün ne olduğuna, neyin kültür ürünü sayılabileceğine karar vermek çok güç. Ama her şeyi bir kültür öğesi olarak görmek de oldukça tehlikelidir.

Kaldı ki Peter Burke’ye göre, “Kültür tarihi kavramı eskiden yüksek kültür anlamına geldiği hâlde, zamanla aşağıya doğru yayılmış ve ‘aşağı’ yani halkı kapsamaya çalışmış; yakın dönemde ise yanlamasına genişleyerek güzel sanatları ve bilimleri içine almıştır. Bugün artık iletişim kuramı, sanat kuramları, film çalışmaları ve kuramları, kültür antropolojisi, müze ve arkeoloji çalışmaları bir toplumda kültür hayatının ve hâliyle kültür tarihinin konu alanı içindedir. Ayrıca, ideoloji, ulus, ırk, toplumsal sınıf, etnik köken gibi konuların da kültür tarihi içinde yer aldığı rahatça tahmin edilebilir.”

Toparlarsak Walter Benjamin’in, “Kültür alanında hiçbir nesne yoktur ki kökeninde barbarlık olmasın,” biçiminde tanımladığı olgunun küreselleşme ile birlikte dünyanın herhangi bir bölgesinde saf olarak bulunması olanaksızlaşan; ortak bir tarihin paylaşılması sonucu üretilmiş değerler bütünüdür. 

Artık yeni dönemde kültür yerel ve küresel arasında bir formda bulunmaktadır. Kültürler küresel değerlerin bombardımanı altında ezilirken; bir yandan da tarihsel birikim ve aidiyet korunmaya çalışılmaktadır. Hatta bu etki-tepki döngüsü daha önce kültürlerinin farkına varmamış kişilerde kültürel aidiyet duygusunu ortaya çıkarabilmektedir. 

Bunlara ek olarak sürdürülemez kapitalizmin bugününde kültür, her şeye benzerlik bulaştırırken ve Theodor W. Adorno, “müşterilerin kasten ve tepeden birleştirilmesi” olarak tanımladığı “kültür endüstrisi”nin altını çizerken; popüler kültür, burjuva topluma hâkim olan gelip geçici, içi doldurulmamış, genellikle medya organları ve popüler yazarlarca pompalanan söylencedir.

Ve yukarıda işaret ettiğim üzere kültür de, sınıfsal farklılıklardan ari değildir. Yani toplumun tüm için “tek ve ortak bir kültür” yoktur; olamaz da…

Evet Eduard Steuermann’ın, “Kültür için ne kadar çok şey yapılırsa, onun için o kadar kötü,” notunu düştüğü tabloda Theodor W. Adorno da ekler: “Kültür, planlanıp yönetildiğinde zarar görür; ama kendi hâline bırakıldığında, kültürel olan ne varsa yalnızca etkisini değil varlığını da yitirmeye yüz tutar. Ne çoktandır kompartımanlaşma fikriyle yerleştirilmiş, naif kültür kavramını eleştirmeden kabul etmeli ne de bütünleşik örgütlenme çağında kültürün başına gelenler karşısında muhafazakârca kafa sallamaya devam etmeli.” 

“İyi de Türk(iye) toplumunda muteber olan nedir” mi?

Hiçleştiren “Popüler Kültür(süzlük)”dür!

* * * * *

O hâlde; bunların “böyle” olduğu sürdürülemez kapitalizmin yerküresinde ve coğrafyamızda heşeyin hiçleştirilerek “Popüler Kültür(süzlük)”ün dişlileri arasında öğütüldüğü koordinatlarda sanatın sokağın sesi, başkaldıran çığlığı olmasından doğal ve kaçınılmaz ne olabilir ki?

Hayaller kurmak, hayaller kurulmasını sağlayan “Sanatın, ifade edemeyeceği hiçbir şey yoktur,”[14] Çünkü algının, duygunun, başkaldırının aklı fikri ve yüreğidir sanat. 

Kolay mı?

Tom Robbins’in, “Sanatın amacı, hayatın vermediğini vermektir.” “Hayatın tekinsiz evinde gıcırdamayan tek basamak sanattır.” “Sanat, insanın galip geleceği tek yerdir.”

Andre Gide’in, “Sanat daima baskının sonucudur. Onu, ne kadar serbestse o kadar yukarılara yükselir sanmak, uçurtmayı havalanmaktan alıkoyan şeyin ip olduğunu sanmaktır.”

Muriel Barbery’in, “Sanat yaşamdır; ama bir başka ritimde.”

Günter Grass’ın, “Sanat bir suçlamadır. Bir dışavurum, bir tutkudur. Sanat ak kâğıtlar üzerinde dağılıp dökülen kara kalemdir.”

Connie Palmen’in, “İyi bir sanat yapıtı, gerçeğe temas eden bir sanat yapıtıdır ve gerçek, bir kişiye atfedilemez; üzerinde isim etiketi yoktur.”

Jean-Paul Sartre’ın, “Sanatsal yaratışın belli başlı dürtülerinden biri, hiç kuşkusuz dünyaya oranla daha önemli olduğumuzu duyma gereksinimidir.”

Fernando Pessoa’nın, “Sanat, var olmak denen iğrenç şeyden kurtulmamızı sağlayan bir yanılsamadır.”

Elfriede Jelinek’in, “Çoğunluğun gözünde sanatın başlıca çekiciliği, bildiklerine inandıkları bir şeyi yeniden fark etmektir.”

Jean Baudrillard’ın, “Çağdaş sanatın bütün riyakarlığı da burada: hükümsüzlüğe, anlamsızlığa, saçmalığa talip olmak, zaten hükümsüzken saçma olmak için çırpınmak. Yüzeysel terimlerle yüzeysellik iddiasında olmak. Ama hükümsüzlük herkesin harcı olmayan esrarlı bir vasıftır.”

Alain de Botton’un, “En büyük sanat yapıtları bizim kim olduğumuzu bilmeksizin doğrudan bize seslenen yapıtlardır.”

Elias Canetti’nin, “Gerçek sanat, sevmenin beraberinde getireceği nefreti biriktirmeksizin sevebilmek olurdu.”

Kostas Mourselas’ın, “Sanat sadece bir zevk değildir. Sana bütün kapalı kapıları açan bir anahtardır.”

Miguel de Unamuno’nun, “… ‘Sanatın en iyi kurtarıcılığı, insana var olduğunu unutturmasıdır, ’ derler. Hayır, sanatın en iyi kurtarıcılığı, bir insanın var olduğundan kuşkulanmasını sağlamasıdır.”

Iris Murdoch’un, “Bütün sanatlar uyumsuzlukları ele alır ve sadeliği amaçlar. Sanatın iyisi gerçeği anlatır, daha doğrusu gerçeğin ta kendisidir, belki de tek gerçektir.”

“Sanat, yalnızca öncelikle değil, mutlak olarak gerçekle ilgilenir. Sanat gerçeğin bir başka adıdır. Sanatçı, gerçeği yansıtabileceği özel bir dili öğrenen kişidir.”

“İnsanlığın anlamakta zorluk çektiği şeyleri sanat, bir anda öğretiverir. Alıştığı dünyanın bir santimetre ötesinde tümüyle yabancı başka bir dünyanın içinde kendini buluverir insan. Doğa, bir durumdan öteki duruma ite kaka atlattırılıveren insanlara unutkanlık bağışlayarak iyileştirir.”

“Sanat sevimli değildir, taklit de edilemez. Sanat yalnızca doğruyu söyler, mutlak önemli olan doğruları. İnsana ait şeylerin onarılmasına yarayan ışıktır sanat. Sanatın ötesinde başka hiçbir şey yoktur.”

Herbert Marcuse’ün, “Sanat ve devrim, dünyayı değiştirmede -özgürleştirmede- birleşirler. Ancak sanat kendi pratiğinde kendine ait gereklilikleri bırakmaz, kendi boyutunu terk etmez: işlemsel olmayan olarak kalır. Sanatta politik hedef sadece estetik biçimde ortaya çıkar. Hatta sanatçı kendini adamış bir devrimci olsa bile devrim pekâlâ yapıtın içinde olmayabilir,” notunu düştükleri sanat, nihayetine bir dildir, bir ses, bir çığlıktır!

Kelimeler yetmez bazen bizlere kendimizi anlatmak, ifade etmek için! Sanat işte burada başlar. 

İdeolojilerin estetize edilmiş hâli olarak sanat, yapılmış olana, “olağan” denilene müdahale etmektir.

Aristoteles’in, “bir taklit (mimesis)” olduğunu söylediği sanat, “olağan” denilen sınıflı-sömürücü hayatın giydirdiklerini soyun(dur)mak içindir. En önemlisi de var olmanın en estetik/ etik hâlidir başkaldıran sanat. Başkasının göremediğini, görüp, göstermek ve hayatla kendini bütünleştirip, özümsemektir onu…

En kaba anlamıyla, yaratıcılığın ve/ veya hayalgücünün ifadesi olan estetik bütünüdür. Ayrıca sosyal çöküşün acısının en açık ve en iyi ifade edildiği yer sanattır Ernst Fischer’in işaret ettiği üzere:

“Alınyazısı dünyayı değiştirmek olan bir sınıf için sanatın görevinin büyülemek yerine aydınlatmak, eyleme itmek olması ne denli doğruysa sanatta büyünün payının bütünü ile bir yana bırakılamayacağı o denli doğrudur. Çünkü özündeki büyüden yoksun oldu mu, sanat sanat olmaktan çıkar. 

Gelişiminin bütün dönemlerinde ağırbaşlıyken de, inandırırken de, abartırken de, anlamlıyken de, anlamsızken de, düşleri işlerken de büyünün her zaman bir payı olmuştur sanatta. 

Sanat insanın dünyayı tanıyıp değiştirebilmesi için gereklidir. ama salt özünde taşıdığı büyü yüzünden gereklidir sanat.”[15]

İnsan(lık) hayatında çok önemli yeri olan sanat her yerdedir; önemli olansa sadece onu algılayabilmek, yorumlayabilmek ve anlayabilmektir. Çünkü sanat insanın duygu ve düşüncülerini özgürce ifade edebildiği şeydir. 

S. Freud için “Uyanık rüya görme hâli”dir.

İçinde geleceği barındıran bir silahtır; bütün güzel şeylerin bütünüdür; yaşadığını hissetmek, hissettirmektir; hasılı ifadeler tümüdür.

Bu özellikleriyle muhalefet, itiraz aracıdır.

Evet Fisun Yalçınkaya’nın, “Sanat bir meydan savaşı” olarak tarif ettiği sanat hep en öndedir, cesurdur, risk alır. Kolay mı? “Muhayyilenin, cazibenin, estetiğin ve ahengin olmadığı yerde sanat yoktur,” der W. Goethe…

Özetle, “Sanat belki insanları topyekûn değiştiremez. Dünyayı da değiştiremez belki. Ama daha iyisini yapar. Tutar bir insanın dünyasını değiştirir. İşte dünyayı yalnızca ve yalnızca, dünyası değişen insanların birlikteliği değiştirebilir, ” der Cansu Fırıncı birçok şeyi açımlayarak.

Sanat, sözün bittiği yerde başlar. Çünkü o insanın özgürlüğe kanat çırpışıdır; kendisiyle sorunu olanlara bile onları yetenekleri doğrultusunda özgürleştirerek hizmet etmektedir; temel amacı öğretmek, eğitmek, eleştirmek veya değiştirmek değildir. Ancak sanatın olduğu yerde bütün bunlar kaçınılmaz olarak ortaya çıkar. 

Öğrenmek istemeyen, eğitilmeye yanaşmayan, eleştiriye gelemeyen, değişiklikten korkanlar için sanat her zaman bir tehdit ve tehlike olarak algılanmıştır. Bunun dışa vurumu ya aşağılayıcı bir küçümseme veya alaycı bir kayıtsızlık veyahut yasaklama, kısıtlama, tahrip etme, taciz etme şekline dönüşen bir güç gösterisidir. 

Gerçekliğin değiştirilebileceğini, denetlenebileceğini ve bir oyuna dönüştürülebileceğini gösterendir. Yani hayatı tekdüzelikten kurtaran sanat, ancak köprü yapılarak geçilecek bir yerde uçmayı hayal etmektir; “olağan” denilen yabancılaşma/ yozlaşmanın linç girişimine karşı göğüs germedir. Çünkü Susan Sontag’ın, “Gerçek sanat rahatsız etme yeteneği taşır,” notunu düştüğü sanat gerçektir; onu başkaldırısıdır. 

‘Ses Sese Karşı’ başlıklı kitabında Aldous Huxley’in Philip Quarles karakterine şöyle betimletir onu: “Sanat gereğinden fazla gerçektir.”[16]

Özetin özeti: “Bir işi güzel bir biçimde yapmak” anlamında kullanılan, Arapça kökenli “Sun” sözcüğünden türemiş olan sanat, ‘Materyalist Felsefe Sözlüğü’nde, “Sosyal bilincin ve insan faaliyetinin, realiteyi artistik imajlar hâlinde yansıtan ve dünyayı estetiksel tarzda kavrama ve temsil etmenin en önemli araçlarından biri,” biçiminde tanımlanır. 

Sanatta “gerçekçilik”, bir akım olarak, idealist felsefenin etkisinin büyük oranda aşıldığı, tarihsel ve toplumsal gelişmelerin doğaüstü güçlerle değil, nesnel gerçeklerle açıklanmaya başlandığı dönemde gündeme geldi. Ki, bu dönem, feodalizmin etkisinin giderek kırıldığı, burjuvazinin hayatın her alanında, ideolojik kültürel hâkimiyetinin geliştiği, kapitalizmin giderek belirleyici hâle geldiği dönemdir. Bu etki, sanata da “gerçekçilik” akımı olarak yansımıştır. 

Sanatı “ticari meta” dönüştüren biçimler karşısında, sanatçılar, kapitalist toplumun, burjuvazinin iktidarının eleştirisini daha yoğun biçimde yapmaya başladı. Bu dönemde gelişen bu sanat da, “eleştirel gerçekçilik” ismini aldı. 

“Eleştirel gerçekçilik” akımı, kapitalist toplumdaki olumsuzlukları, çok sert biçimde eleştirmesine karşın, yine de burjuva bir içerik taşıyordu. Eleştirel gerçekçilik akımının temel eksiği ve yanılgısı, toplumsal gelişimi, tarihselliği içinde, olguların birbirleriyle tarihsel bağlarını yerli yerine oturtarak ele almamasıydı. Onun yarım bıraktığını, hayatı yorumlamakla kalmayıp, değiştirmeyi düşleyen “Sokağın Sanatı” devralacaktır. 

Çünkü sokağın sesi, başkaldıran çığlığı olarak “Sanat, tıpkı dünya gibi... başına buyruktur,” der Heinrich Heine…

Ve “Sanat direnmektir,” der Gilles Deleuze…

Sonra da ekler Vladimir Mayakovski, “Sanat dünyayı yansıtan bir ayna değildir, dünyayı biçimlendireceğiniz bir çekiçtir,” diye…

Bu hâliyle de sanat, toplumsal bellekte bir mücadele gücü yaratıp, direnişinin sözcüsü olurken; yaşanılan çağa tanıklığın estetik yansımasıdır.

Sanat en genel anlamda hayatta var olmuş, var olan ve var olabilecek her şeyin tanığı ve bu tanıklığın estetik yansımasıdır. Sanat tarihinin insanlık tarihiyle birlikte yazılması da bu nedenledir. Dünyayı değiştirmek ve tarihe tanıklık etmek amacıyla yola çıkıldığında sanat hiç bir zaman tarafsız değildir. Sanatçı çağına tanıklık ederken, özgürlüğünü ve etkinliğini kontrol altına almaya çalışan sisteme, kendisine ve topluma dayatılan yaptırımlara karşı muhalif bir tavır sergilemek zorundadır. Siyasi yaklaşımlar ve neo-liberalizmin toplumsal baskısı, sınırlamaya çalışsa da, özündeki direnişten doğan sanat toplumsal gerçeklikle bütünleşerek var olmaktadır.

Bunun için sanat direnişe, direniş sanata muhtaçken; sanat eylemsel ve işgalcidir. Zamanı ve mekânı kendi özgürlük sınırlarıyla işgal eder. Bu yönüyle de direnişle iç içedir; direncin en estetik enstrümanıdır. Direniş sanatı, yalnızca eserler değil, eserlerin direnişi doğuracağı mekânlar da üretebilmektedir.

İş bu nedenle de Joseph Conrad, “İster bir karakter yaratsın, ister yeni bir yöntem keşfetsin, ister karmaşık bir durumun özünü yakalasın, sanatçı bir eylem insanıdır,” derken; “Sanatçının dünyayı değiştirmek için sözcüklerden, renklerden, notalardan başka bir gücü yoktur,” diye ekler Jean-Luis Joubert de…[17]

* * * * *

Gündüz Vassaf’ın, “Demokratik ülkeyiz diyen herkes yalan söylüyor,” saptamasının altını özenle çizerek diyeceklerimi noktalarsam: Sanatçılar coğrafyamızdaki gibi alanlarının sınırlarını korkuyla çiziyorlarsa, o ülkede sanat yoktur. Çünkü baskı karşısında sessiz kalan sanat bir süre sonra egemenin sesi/ soluğu hâline gelir.

Bunun için Hamlet’in, “Olmak ya da olmamak” saptamasındaki asıl mesele “korkmak ya da korkmamak”tan geçerken; sanat kendini var etmek için tekrar sokaklara çıkmalıdır.

Çünkü “Her dönemde ve her koşulda sanatçı muhaliftir... Sanatçı sözünü sakınmadan söylemeli, sözünün de arkasında durabilmelidir.”[18]

Bu olmazsa olmazken; Konrad Wolf’un şu çarpıcı sözünü asla unutmayın: “Sanat silahtır!”[19]

Soru(n), bu silahı sokaklarda veya Serdar Ortaç’ın, Demet Akalın’ın, düğün orkestralarının sanat/ ve sanatçı sayıldığı Türk(iye) toplumundaki kapitalist kokuşmuşluğa karşı kullanıp kullanmamak meselesidir.

Sürdürülemez kapitalizmin sanat ürünlerini tüketim maddesine dönüştürdüğü tabloda “sanat” kelimesinin zıttı kapitalizmdir!

Jean Baudrillard’ın ‘Sanat Komplosu’ başlıklı kitabı, sanatın günümüz kapitalizminin dünyasında nasıl “piç edildiği”ni, herşeyin “sanat”a döndürülerek sanatın nasıl içinin boşaltıldığını anlatırken;[20] sanat ile kapitalizmin birlikte anılması mümkün değildir.

 

26 Temmuz 2015 11:22:50, Çeşme Köyü.

 

N O T L A R

[1] 30 Temmuz 2015 tarihinde Karaburun-Mordoğan Sokakta Tiyatro Festivali’nde yapılan konuşma… Arasöz Sanat ve Politika Dergisi, 3 Eylül 2015.

[2] Özdemir Asaf.

[3] “Berkin Elvan Videosunda Oynadı, Kovuldu”, Cumhuriyet, 6 Mayıs 2015, s.11.

[4] Selda Güneysu, “Gezi Alerjisine Devam”, Cumhuriyet, 22 Kasım 2014, s.19.

[5] Ahmet Cemal, “Macbeth’ten Korkmayın!”, Cumhuriyet, 3 Kasım 2014, s.15.

[6] Özgür Mumcu, “Macbeth Oynanmasın”, Cumhuriyet, 3 Kasım 2014, s.7.

[7] Ceren Çıplak, “Şehir Tiyatroları’nda ‘Gezi’ye Destek Verenlere Maaş Kıyımı”, Cumhuriyet, 9 Mayıs 2015, s.21.

[8] Selda Güneysu, “Bakanlıktan ‘Ahlâksız’ Tehdit: Kadın - Erkeği Birarada Görmeyeyim”, Cumhuriyet, 17 Aralık 2014, s.13.

[9] Selda Güneysu, “Sansürü Savundu, Say’ı Suçladı”, Cumhuriyet, 20 Kasım 2014, s.15.

[10] Selda Güneysu, “… ‘Plaj Fotoğrafı’ İşinden Etti”, Cumhuriyet, 11 Aralık 2014, s.16.

[11] Selda Güneysu, “Operadan Namaza”, Cumhuriyet, 22 Nisan 2015, s.11.

[12] Simone Berteaut, Kaldırım Serçesi Edith Piaf, Çev: Aydın Emeç, Agora Yay., 2010.

[13] Terry Eagleton, Kültür Yorumları, Çev. Özge Çelik, Ayrıntı Yay. 2005, s.11.

[14] Oscar Wilde, Dorian Gray’in Portresi, çev: Nihal Yeğinobalı, Can Yay., 17. baskı, 2014., s.21.

[15] Ernst Fischer, Sanatın Gerekliliği, Çev: Cevat Çapan, Payel Yay. , 11 baskı, 2010.

[16] Aldous Huxley, Ses Sese Karşı, Çev: Mîna Urgan, İletişim Yay., 7. baskı, 2015.

[17] Başak Şahindoğan, “Otoriteye Karşı Sanat”, Evrensel Pazar, 22 Mart 2015, s.16-17.

[18] Demet Yalçın, “Gülay Afşar: Sanatçı Lafını Sakınmadan Söylemeli”, Cumhuriyet, 2 Aralık 2014, s.12.

[19] Sarah Quigley, Orkestra Şefi (Leningrad Senfonisi), Çev: İlknur Özdemir, Kırmızı Kedi Yay., 2015.

[20] Jean Baudrillard, Sanat Komplosu, Çev: Elçin Gen-Işık Ergüden, İletişim Yay., 5. baskı, 2014.

 

Kategori: 

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Hapishane Dergisinin 51. Sayı...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 2024 tarihli 51. sayısı...
TEK KİŞİLİK HÜCREDE YAZILAN BİR ÖYKÜ: DE...
               Mahallenin kimi çocukları ondan hem korkar hem de onunla uğraşmaktan vazgeçmezdi kargalar...
Duvarları delen çizgiler
Balıkesir Burhaniye yakınlarında yaşayan arkadaşlara davet. 10 Aralık'ta Insan hakları haftasında, Burhaniye Yerel Demokrasi ve Insan Hakları Gündemi...

Konuk Yazarlar

Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...
Girit Leblebisi
  Ben vakitlice davranmış, gün batımını da izlemek için kahvelerin gürültüsünden uzakça bir bankı gözüme kestirip oturmuştum. Bir süre sonra,...