Mendil Sen Kokuyordu

Necmettin Yalçınkaya kullanıcısının resmi
Sarı Mercedes toprak yollarda, sarsıla sarsıla ilerliyor, bir yaprak gibi sallanıyor, çukurlara dalıp çıkarak yoluna devam ediyordu. Halil direksiyona kurulmuş, dudağında kederli bir türkü…

“Baba bugün dağlar yeşil boyandı
Kim yattı kim uyandı
Kalbime ateş düştü
İçinde yâr da yandı
Su serptim ateş sönsün
Serptiğim su da yandı”
 
Yanında oturan karısı hüzünlenmiş, araya girmişti. “Az kaldı, biraz daha sabret, bitiyor bunca özlem,” deyince bu kez Halil ön camı yarıladı, sesini dağlara salıp, memleket havasını ciğerlerine derin derin çekerek ‘’Yıllarca burnumda tüten koku bu! Memleket kokusu…“ dedi.
Epey yol aldıktan sonra araba bir yol kenarında, gürül gürül akan bir köy çeşmesinin önünde durdu. Halil kapıyı açıp bir ok gibi dışarıya fırladı. Doğruca çeşmeye seğirtti, içi memleket hasretiyle yanıyordu. Başını gürül gürül akan suyun altına soktu. Başındaki sular aşağılara kadar akıp, gömleğini ıslattı… Oğlu Onur ve Kemal oturdukları yerden babalarının bu çocuksu hâlini izliyor, mutlulukla tebessüm ediyorlardı. Karısı arabadan inmiş, memleket özlemi, ana ve babasını, kardeşlerini görme hasretiyle yanıp tutuşan Halil’i hüzünlü bir halde izliyordu.
    Side uyanır uyanmaz arabadan inip çeşmeye koştu. Babasının coşkusunu, sevincini, çocuksu halini oyun sanırcasına o da başını suyun altına soktu, buz gibi su içini titretmişti. “Mami, üşüdüm!” dedi, dişleri birbirine vuruyor ve tir tir titriyordu. Annesi alelacele arabaya koşup yeni giysiler getirip Side’nin üstünü değiştirdi.
Hava çok sıcak ve yakıcıydı. Alüminyum kupa kurnaya iple bağlıydı. Halil kupayı doldurup doldurup içti. Onur ve Kemal kupayı yadırgamış, arabadan getirdikleri plastik bardakla su içmişlerdi.
Su soğuktu, içimi tatlıydı, üstelik midede şişkinlik yapmıyordu. Özlemişti Halil... Özlenmişti su... Tamı tamına on yedi yıl geçmişti, bu sudan içmeyeli, tadılmayalı…
Halil bu toprakları bırakıp gitmek zorunda kalmış, bir daha da geriye dön(e)memişti... Dalıp gitti, on yedi yıl öncesine… Bir sabaha karşıydı, tan yeri ağarmamıştı daha, ama köyleri jandarma tarafından basılmış, dört bir yanı ablukaya alınmıştı. O zamanlar yirmili yaşlarda var yoktu. Jandarmanın ablukası altındaki köyden, anası onu kara çarşafa sokarak kaçmasına yardımcı olmuş, kan ter içinde kalan oğlunun yüzünü sildiği mendili alıp koynunda saklamıştı.
 Halil kendisi gibi aynı “kaderi“ paylaşan birkaç yoldaşı ile yurtdışına çıkmış, önce mülteci olmuş, ardından belirsizlik içinde beklemiş, aylarca hatta yıllarca bocalamış, ardından sürgünler yaşamış ve çok acılar çekmişti… Gözünün önüne her getirdiğinde yaşadıklarını, içi eziliyor, yüreği burkuluyordu.
Her şeyin özlemini çekmişti yıllarca. Özlemleri koca bir deniz olup taşmış, içinde bir ummana dönüşmüştü. Yine de sert esen rüzgârlara karşı direnmiş, aşındırmamıştı yüreğini. Kendi deyimiyle insanlıktan çıkmamıştı...
 Halil, birçok arkadaşı gibi ev taşımacılığı, dönerci çıraklığı, kar küremek gibi işlerde çalışmış, sürgün olmanın verdiği türlü sıkıntılar atlatmıştı. Halil yılları, yıllar Halil’i eskitirken, yuva kurmak, çoluk çocuğa karışmak Halil’in hayatında yenilik olmuş, sevinç olmuştu. Direncini, yaşama sevincini büyütmüştü çocuklarıyla birlikte. Birkaç yoldaşıyla baş başa verip, market açıp işini kurmuş ve sonunda sığınmacı durumundan vatandaşlığa geçmişti.  Vatandaş olunca da yasal hakkı olmuştu kendi ülkesine gidip gelmesi için. Hem canına tak etmişti bu hasretlik; ana, baba, kardeş, bıraktığı eski yoldaşları burnunda tütüyordu.
Birkaç arkadaşıyla konuşup, Türkiye’ye gitmek istediğini söyledi. Arkadaşlarından biri, “Benim kız kardeşim avukattır. Hem de tuttuğunu koparan türden biri, “ demiş ve araması için ona telefon numarasını vermişti. Bir akşamüstü avukatı aramış, ona kendisiyle ilgili bilgileri verip dosyasını araştırmasını istemişti. Birkaç gün sonra mutlu haber kendisine ulaşmıştı:
"Davan düşmüş. Anlayacağın zaman aşımı ve takipsizlik kararı...”
 Halil ‘zaman aşımı ve takipsizlik kararı’ lafının üzerine cesaretlenmiş, arabasına atladıkları gibi memleket yoluna koyulmuştu.
Sınır kapısından Türkiye’ye sorunsuz geçmiş, onca korkusu boşa çıkmış, biraz olsun rahatlamış ve sıra baba evine ulaşmaya gelmişti. Heyecanı bu yüzdendi... Bu yüzdendi, yolda gördüğü her çeşmeden kana kana su içmesi. Bu yüzdendi dışarısının havasını defalarca içine çekmesi, soluması bu yüzdendi... Her şeye karşı içinde bir açlık duyuyor, ona ulaşmak için müthiş bir istek taşıyordu. İçindeki yangını hiçbir çeşmenin buz gibi suyu dindirememişti, yangın hâlâ içinde bir yerlerde sönmemiş, sessizce yanmaya devam ediyordu. Sessiz ve dumansız bir yangın...
Bir dinlenme tesisinin önünde durdular. Çocuklar uykulu gözlerle tesisin restoran bölümüne geçerlerken, Halil arabaya benzin doldurmakla meşguldü, yıldızlarla dolu gökyüzüne bakıp iç çekti. İşi bitince o da içeriye girdi. Karınları doyan çocuklar tekrar arabaya dönüp uykularına kaldıkları yerden devam ettiler. Halil karısına anne ve babasını, köyünü, akrabalarını uzun uzun anlattı. Heyecanı geçmemişti hâlâ.
Mercedes, dağların arasında bir yılan gibi kıvrılarak dolanan yoldan ilerliyor, tan yeri gecenin örtüsünü açıyordu. Ortalık aydınlandıkça Halil’in de yüzü gülüyor, yüreği bir başka atıyordu. Dikiz aynasına baktı; çocuklar mışıl mışıl uyuyor, ön koltukta oturan karısı ise arada bir uyanıyor, etrafına bakınıyor tekrar dalıp gidiyordu.  Yol sakindi, ne karşıdan gelen bir araç vardı ne de bir canlı.
Hava aydınlanmış, yol levhalarını gördükçe memleketine yaklaşmasının heyecanı sarmıştı Halil’i.  Aklında kız kardeşi Selvi’nin yaşadığı köy vardı. Gitgide yaklaşıyordu… Direksiyonu köyün sapağına doğru çevirdi. O an karşılarına bir traktör çıktı. Frene sertçe bastı… Direksiyonu bıraktı elinden, araçtan dışarıya attı kendini. Traktörün arka kasasında bağdaş kurup oturmuş, tarlaya gitmekte olan köylülerin tek tek yüzlerine bakıyordu. Belki aralarında tanıdık birini görürüm umuduyla arabasına dönerken Ali Amcayı fark etti.
“Ali Amca!“ dedi. “Nasılsın?“
Ali Amca şaşkın şaşkın baktı.
“Tanıyamadım oğul seni, “ dedi. “Kusuruma bakma e mi?“
‘’Ne kusuru Ali Amca? Ben Doktor İsmail’in oğlu, senin de gelinin Selvi’nin abisi Halil’im.“
Ali Amca’nın gözlerine bir ışık geldi birden, parıl parıl parıldadı. Sevincini gizlemeden:
“Halil sen ha,“ dedi. ”Tanıdım, tanıdım seni.”
Oturduğu yerden traktörün kasasına tutunarak güçlükle kalktı ayağa. Birilerinin el vermesiyle yere indi. Halil onun nasırlı ellerini defalarca öptü. Toprak kokuyordu Ali emmi, hasret kokuyordu...
“Bacım Selvi’ye gidiyorum. Sonra da baba evine...”
“İyi iyi sonra biz de seni görmeye geliriz.”
Traktör sarsıla sarsıla yoluna giderken, Halil de köye girmek üzereydi.  Bacısının evi hatırındaydı; köyün girişinde sağda, üçüncü evdi. Ev bıraktığı gibi duruyordu. Hiç değişmemişti. Arabayı evin önünde durdurdu. Uzun uzun kornaya basmak istedi, ama birilerini rahatsız ederim düşüncesiyle vazgeçti.
Kapıyı birkaç kez tıklattı ama cevap veren olmadı. Bu kez camı tıklattı. Odanın ışığı yandı, perdenin aralandığını fark edince de heyecanı bir kat daha artmıştı, Halil’in. Kapı dışarı doğru hızla açıldı. Önce eniştesi çıktı, ardından bacısı Selvi. Kadın dışarıda bekleyenlere uzun uzun baktı. Sonra arabanın plakasının yabancı olduğunu görünce, o zaman Halil olduğunu sezdi.
 “Abi!” diyerek dışarıya seğirtti. Halil’in boyuna bir çocuk gibi asılmış, ağlamaya başlamıştı. Halil de ağlıyordu. Gürültüye uyanan çocuklar babalarının bacaklarına sarılmış bir halde, şaşkınlıkla olup biteni gözlerini ovuşturarak izliyorlardı.
İçeriye, salona doluştular. Çocuklar birbirlerine karşı çekingen ve yabancı duruyor, birbirlerini gizliden süzüyorlardı. 
     Kısa bir sohbetin ardından çaylarını içip kalktılar.
Güneş yüzünü göstermiş, ortalık iyice ısınmıştı köylerine dönen yolun sapağına geldiklerinde. Usulca frene basarak arabayı durdurdu, indi. Derin derin temiz havayı soludu. Kırışmış pantolonunu eliyle çekiştirerek düzeltti. Karısına:
‘’Hayatım, sen kullanır mısın?“ dedi, sesi titriyordu.  Bir sigara yaktı, heyecanını dağıtmak için… Birden arka kapısı açıldı arabanın, çocuklar kendilerini dışarıya attılar.
“Ana!“ diye bağırmaya başladı küçük kız Side. “Kuzulara bakın hele bir! Ne kadar sevimliler.“
Tam karşılarında yeni doğmuş sevimli mi sevimli kuzucuklarıyla koyunlar otluyordu. Çocuklar yanlarına koştular hemencecik. Çocuklar koştukça, yavrular ürktü uzaklaştı onlardan.
Karısı direksiyonun başına geçip oturunca, Halil rahatlamış, her şeyi daha iyi düşünür ve taşınır olmuştu. Anasını, babasını, kız ve erkek kardeşlerini, çocukluk arkadaşlarını, yıllar sonra ilk kez dünya gözüyle görebilecekti. Gördüğünde neler yaşanacağını kestirmeye çalışıyordu. Bunca yıldan sonra, anası onu tanıyabilecek miydi? Bilemiyordu, kestiremiyordu. Babası torunlarını ilk kez gördüğünde neler yapacaktı? Onları basacak mıydı bağrına? Hem neden basmasın ki, torunları değil miydi onun? Torunlar babaannesine ve dedelerine karşı nasıl davranacaktı? Bilemiyor, yalnızca merak ediyordu.
Köye girdiklerinde, köyün çehresi fazla değişmemişti; birkaç katlı ev dışında her şey bıraktığı gibiydi. Çeşme başında kovalarına su doldurup telaşla evlerinin yolunu tutan genç kızları görünce içi bir hoş oldu. Aklına annesi, ablası geldi.
Köy meydanına gelince karısına:
“Buradan sağa sap,” dedi.
   “Dur, dur, işte burası baba evim!" dedi, tam karşılarında durmakta olan büyükçe bir evi göstererek.
     Evin sokak kapısı yıllara inat hâlâ ayaktaydı, zamana direniyordu âdeta. Yalnızca menteşelerin yerleri birkaç kez yer değiştirilmişti. Pasları hâlâ üzerinde duran çivi deliklerinden anlamıştı bunu Halil. Kapı dışarıdan itilince, kendiliğinden içeriye doğru müthiş bir gıcırtıyla açıldı. Yere, boşluğa düşer gibi oldular. Önde Halil, arkasından karısı ve çocukları doluştu içeriye... Bahçe büyükçeydi ve onlarca ağaç vardı: Şeftalilerin ağırlığı dalları yere kadar sarkıtmıştı. Her yeri meyve ve çiçek kokuları sarmıştı. Bahçede sundurmanın hemen altına iki tahta sedir konulmuş, sedirin üzerine halı desenli minderler özenle yerleştirilmiş, yerde iki sedirin arasına kilimler seriliydi, kilimin üzerinde kocaman bir sini vardı. Sininin içinde, ilk göze çarpan şey tereyağı, çökelek, yeşil soğan, bal, zeytin ve bolca yufka ekmeğiydi. Bardaklardaki çay sıcacıktı, çayın dumanı tütüyordu hâlâ. Halil sofrayı görünce anasının sıcacık ekmek kokusu burnunu sızlattı. Ağlamamak için zor tutuyordu kendini. 
Sininin etrafına bağdaş kurmuş, sabah kahvaltısı edenler dışardan gelenlere fazla dikkat etmemişlerdi. Halil:
   ‘’Merhabalar.’’ dedi, heyecanını bastırarak ama yine de sesi titriyordu.  
Altmış-altmış beş yaşlarında, saçları kırlaşmış, güler yüzü bir adam:
 “Buyurun, buyurun, “ dedi, eliyle oturmaları için yer gösterdi. Kendisi için geldiklerini sanıyordu. ‘Birinin kolu kırılmıştır ya da iğne vurulacaktır, “diye düşünüyordu. Ne de olsa Doktor İsmail’di. Gerçi doktor değil, sıhhiyeciydi. Köy yerinde ve civar köylerde ”Doktor İsmail” olarak anılırdı.  İçinde bulunduğu dönemde muhalif olduğu Adalet Partisi onu Antep’ten Doğu’ya şark hizmetine göndermek istemiş -ki aslında sürmek, yıldırmak, gözdağı vermekmiş niyetleri- o da gitmemek adına direnmiş, baş edemeyince de istifa etmişti devlet memurluğu görevinden. Ama doktorluğu kendi köyü ve civar köylerde devam etmişti.
Halil iki oğluyla bir sedire karısı ve Side de diğer sedire yerleşti. Halil’in heyecanı bitmiyor, aksine katlanarak artıyordu. Üstelik kendisini tanıyan çıkmamıştı. Sürpriz yapacağım diye, önceden kimseye haber de vermemişti... Babası bir ara başını kaldırıp sedirde oturmakta olan Halil’e dikkatli bakınca, tanıdı hemen. Elindeki lokmayı düşürdü. Birden, “Halooo!“ diye bağırdı. Bağırtısı bir hançer olup göğü yırttı âdeta.“Halom benim.“ Oturduğu yerden fırlayıp kalktı ayağa.
Sofradakilerin lokmaları ellerinde öylece donakalmışlardı âdeta. Halil ve babası birbirine sarılmış bir hâlde, ağlıyorlardı. Sofradakilerin şaşkınlığı geçer geçmez ayaklandılar. Herkes ağlıyordu şimdi.
Halil’in annesi kendi dışında nelerin döndüğünü anlamış değildi hâlâ. Gözleri son günlerde iyice bozulmuş, kulakları duymaz olmuştu. Yer sofrasındakiler birbirleriyle yarışırcasına önce Halil’e, ardından karısına ve çocuklarına sarılıyorlardı.
   “Ana!“ dedi bir erkek. Otuz yaşlarında, boyu ortadan az uzun, kemikli burunlu, yüzünde çiçek yanığı olan biriydi bu. Gözlerini saklayan nereden alındığı belli olmayan bir gözlük takmıştı.
“Ana! Sana söylüyorum. Abim Halil bu! Oğlun Halo!“
‘‘Yo beni kandıramazsınız. Öyleyse nerede benim Halom. Ben neden göremiyorum!”
Bahçede kendiliğinden bir sevgi yumağı oluşmuştu. Herkes birbirine sevinçle sarılıyordu. Ağlamalar, bağırtılar, sevinç naraları bahçeden dışarıya taşmıştı. Sesleri ta evlerinden duyanlar, "Neler oluyor?" diye biraz da meraklarını bastırmak için, Doktor İsmail’in evine doğru sökün etmeye başlamışlardı bile.
Halil babasından koptu, anasının ellerine sıkıca sarıldı; bir çeşmeden su içer gibi kana kana öpüyordu.
  “Anam, anam, benim güzel, benim çilekeş anam.” diye söyleniyordu.
‘’Tanımadın mı beni, güzel anam? Benim ben. Oğlun Halil.”
Kadın, Halil’i kokladı, eliyle yüzünü yokladı, yüzünde birikmiş terini sildi entarisinin yeniyle. Bu kez entarisinin yenini öpüp kokladıktan sonra Halil’den sıyrılıp kurtardı kendini, içeriye doğru koştu. Halil şaşkındı...
Sandığı açtı, içinde daha önceden binbir özenle ütülenip katlanarak üst üste dizilmiş kumaş parçalarını bir bir sandıktan çıkarmaya başladı. Bir şeyler aradığı her hâlinden belliydi. İlk bakışta sararmış, buruşmuş bez bir mendili bulunca rahatladığını hissetti, bir çocuk gibi sevindi hatta. Her şeyi oracıkta olduğu gibi bırakarak yeniden bahçeye, Halil’e koştu, elindeki mendili defalarca kokladı. Mendiliyle Halil’in yüzünde birikmiş boncuk boncuk terleri sildi. Mendili burnuna götürerek tekrar kokladı, olmadı bir kez daha kokladı. İyice emin olmak istiyordu. Birden bağırıp çağırmaya başladı:
”Halom! Anan sana kurban olsun! Demek sen geldin ha? Yiğidim, aslanım!”
Halil’e sıkıca sarıldı, tüm bedeni zangır zangır titriyordu... Öpmeye başladı yüzünü, gözünü, her yanını öpüyordu. Saçlarını kokladı, öptü... Elini gezdirdi, saçlarının yer yer döküldüğünü fark etti ama yine de sesini çıkarmadı.
”Ah Halom “ diyordu. ”Senin yokluğunda, seni ne çok özledim bir bilsen! Seni her hatırladığımda hep bu mendildeki terini kokladım. Mendil sen kokuyordu. Mendil seni alıp bana getiriyordu. Mendili sana sarılır gibi geceleri koynuma sokuyor, öylece birlikte uyuyordum. Gittiğim her yere beraberimde seni de götürüyordum... Sen bendeydin hep, gitmedin ki hiç... Hep Hızır’a dualar ediyordum, ölmeden bir kez de olsa seni bana göstersin diye... Bak Hızır dileğimi kabul etti, seni bana yolladı.” Sesi çatallaştı, yüreğinin atışlarını kulağında duyuyordu. Heyecanı kat kat artmıştı. Gözleri kararır gibi oldu. ”Oğlum, mum kokulu oğlum,” dedikten sonra dayanamadı bir yılan gibi kaydı Halil’in elleri arasından, yığıldı kaldı olduğu yere, kendinden geçmiş, bayılmıştı... Halil telaşlandı birden.  
"Çabuk su ve kolonya getirin!" sözlerini duymadı bile Halil. Yerinden kalkanları görmedi. Anasının bileklerini ovarken burnuna mendili tutuyordu.
 
 
 

Kategori: 

Bunları Okudunuz mu?

03/21/2024 - 04:53
01/14/2024 - 19:15
12/06/2023 - 15:04
11/27/2023 - 08:07

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Hapishane Dergisinin 51. Sayı...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 2024 tarihli 51. sayısı...
TEK KİŞİLİK HÜCREDE YAZILAN BİR ÖYKÜ: DE...
               Mahallenin kimi çocukları ondan hem korkar hem de onunla uğraşmaktan vazgeçmezdi kargalar...
Duvarları delen çizgiler
Balıkesir Burhaniye yakınlarında yaşayan arkadaşlara davet. 10 Aralık'ta Insan hakları haftasında, Burhaniye Yerel Demokrasi ve Insan Hakları Gündemi...

Konuk Yazarlar

Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...
Girit Leblebisi
  Ben vakitlice davranmış, gün batımını da izlemek için kahvelerin gürültüsünden uzakça bir bankı gözüme kestirip oturmuştum. Bir süre sonra,...