Kerim Kardeşime

Necmettin Yalçınkaya kullanıcısının resmi
Bir akşamüstü Almanya'dan bir telefon geldi:

“Alo,” dedim.
“Tanıdın mı, ben Kerim Doğan” dedi.
“Tanımam mı kardeşimi?” dedim.
En son bundan on beş yıl önce Mehtap Mahallesi'nde Kahveler Durağı’nda karşılaşmıştık. Ayaküstü havadan sudan şeyler konuştuk ve geçen zaman içinde ben Almanya’ya oradan da İsviçre’ye geçtim. Onunla bir daha görüşemedik.
“Abin Neco'dan aldım numaranı,” dedi, “hafta sonu size gelmek istiyorum. Müsaitseniz?”
Konuşurken yanımda olan eşim telefonu kaptı elimden.
“Çok memnun oluruz Kerim,” dedi. “İstediğin bir yemek var mı?” diye sordu
“Ne bulursam onu yerim yenge, sen zahmet etme.”
Tekrar ben aldım telefonu…
“Adresi bana mesaj olarak atıver.” dedi sonra.
Birkaç gün sonrası sabah dört-beş gibiydi. Uyku tutmamış, salona geçmiştim. Belki uyurum düşüncesiyle televizyon izliyordum. Önce bir anda salonun duvarını yalayan bir ışık geçti, arkasından bir araba sesi duydum, balkona çıktım. Araba oturduğumuz evin önüne, duvarın dibine geri geri park etti. Farlarını söndürdü. Bekledim ama içinden inen olmadı.
İçimden bir ses “Bu Kerim olmasın sakın!” dedi. Üzerime bir şeyler giyinip aşağıya indim. Caddeyi aydınlatan sokak lambasının altında durup arabanın plakasını okumaya çalıştım. Alman plakasıydı. Artık emindim, Kerim’di. Arabaya iyice yaklaştığımda Kerim beni gördü. Hemen indi. Hasretle sarıldık.
“Niye zili çalmadın? Burada beklenilir mi? Hem eylülde havalar soğuktur.” dedim biraz da sitem ederek.
“Rahatsızlık vermek istemedim. 'Bir iki saat arabada kestiririm' diye düşündüm.” dedi.
“Ne rahatsızlığı, olur mu hiç öyle şey!” deyip kolundan tutarak eve çıktık. “Karnın aç mı?” diye sordum. “Yok, Hacı, sadece yoruldum.” dedi. Zaten küçük oda önceden hazırlanmıştı. “O kadar yol geldin, ta Frankfurt'tan... Hadi azıcık dinlen, sabaha konuşuruz.” dedim.
“Tamam, Hacı kızma,” dedi renkli gözleri ışıl ışıl parıldayarak.
Kerim’i uyandırmamak için bizde geç kalktık. Eşim Nuran erkenden kalkmış, dışarıya ses gitmesin diye mutfağın kapısını arkadan kapatmış, içeride kahvaltı hazırlıyordu. Kerim uyanıp doğruca lavaboya gitti. Koridorda karşılaştık.
“Günaydın kardeşim” dedim.
“Günaydın” dedi.
Sesimizi duyunca Nuran, mutfağın kapısını ardına kadar açtı. Bu demekti ki artık mutfağa gelebilirsiniz, kahvaltı hazır.
Güzel bir kahvaltı eşliğinde doya doya sohbet ettik. On beş yılın özlemini birkaç saate sığdırmak ne münkündü. Ne çok konuştuk, ne çok anlattık, yorulmuyor, susmuyorduk.
 Balkona çıktık. “Kerim sen gelince hem dışarıda hem de evimizde güneş açtı.” dedim. İkimiz de mutlu mutlu gülüştük. Nuran bu manzarayı poz poz resimlerimizi çekerek ölümsüzleştirdi bu arada.
Kahvelerimizi içerken sohbet İzmir’e, Mehtap Mahallesi ve çocukluğumuza doğru yol aldı.
Kerim, Nuran’a dönerek:
 “Hacı’yla ilk tanıştığımızda, uzun boylu, zayıf, atletik ve çevik biriydi.” dedi, “Ben onu Bruce Lee’ye benzetiyordum. Ben ondan daha iriyim ya, Hacı’yı alt edeceğimi düşünerek ‘Gel güreş tutalım.’ dedim. Dememe kalmadı ani bir hareketle beni tuttuğu gibi yere serdi. Neye uğradığımı şaşırmıştım. Zaten acayip takla, parende atardı…”
Kızım da bizi hayran hayran dinliyor,
“Vay be baba sen neymişsin öyle!” dedi gururlanarak.
Kerim tekrar onaylarcasına:
“Gerçekten bu öyleydi. Koşarak iki metreden yüksek duvarları aşardı…”
Anlattı da anlattı, bir güzel övdü beni. O günlere gidip geldim bir anda.
“Hava güzel, dışarı çıkın dolaşın biraz. Hem de Kerim şehri görür.” dedi eşim Nuran. “İstediğin bir şey var mı Kerim?” diye de ekledi.
“Yok yenge, canının sağlığı.”
Önce St. Gallen’e, oradan Rorschah Bodensee’ye, gölün kıyısına indik. Arabayı parka bırakıp çimlerin üzerinde yürümeye başladık. Her yer kalabalıktı; piknik yapanlar, bir köşede oturup içenler, balık tutanlar, gezip dolaşanlar, neşeyle bağıran çocuklar…
Kerim bir kayanın üzerine oturdu. “Hacı, resmimi çek,” dedi. Çektim.
Hava kararınca eve döndük. Ertesi gün Kerim, geri döneceğini söyledi. “Olmaz, “ dedik, “daha buradasın!”
Ancak dört güne ikna edebilmiştik. Sonunda Kerim:
“İş beni bekliyor, gitmeliyim. Çünkü taksi için yerime çalışacak şöfor bulamdım, zorda kalırım Hacı,” dedi.
Bu Kerim’le yüz yüze son görüşmemdi. Ama sürekli telefonlaşıyorduk bu arada. En son telefonla konuştuğumuzda, sesi çok üzgün olarak; “Hacı ben hastayım, kanserim!” dedi.
Olduğum yere mıhlanmış gibiydim, telefonu elimden zor tutuyor, boğazımda düğümlenen hıçkırıkla:
 “Sen ne diyorsun, emin misin kardeşim?” dedim.
“Son günlerde epey de kilo verdim. Şimdi doktordayım, birazdan da tahlil sonuçlarını alacağım. Şimdi kapatmak zorundayım. Seni ararım,” deyip telefonu kapattı.
Üzerimdeki şoku atamadan Doğan aradı.
“Abi, Kerim’i duydun mu?”
“Evet, duydum” dedim, “az önce konuştuk, kendisi söyledi hem de.”
“Kahretsin!”
“Kahretsin!”
Bu haberden sonra Kerim’i kaç kez aradıysam, ulaşamadım. Tekrar denedim. Açtı. Sesi çok yorgun geliyordu.
“Yapılacak bir şey yok Hacı” dedi, “nice gençlerimiz gitti… Yaşadığım kadar yaşadım zaten. Buradaki doktorum, ‘bizim yapabileceğimiz bir şey kalmadı.’ dedi bana. Bu yüzden İzmir’e gidiyorum.”  
 Bunu söylerken bile hâlâ ne kadar güçlüydü, dimdik duruyordu hastalığı karşısında.
Sonra İzmir’e gittiğini öğrendim. Ege Üniversitesi’nde kontrol olmuş, Kemoterapi almış, kendini daha iyi hissediyordu. Yeniden Frankfurt’a gelmesine çok sevindim.  Emekli olduktan sonra da tekrar İzmir’e döndü.
Birkaç ay sonra aradığımda:
“Zayıfladım Hacı, güçten takatten düştüm iyice.” dedi.
Ölmeden bir iki gün önce de aradım, bu defa sesi hiç hiç iyi gelmiyordu. “Kendi evime çıktım; Vali Rahmi’nin orada oturuyorum. Senem ablam yanımda, o bakıyor bana. Balkona ve tuvalete kendim çıkabiliyorum, ama yaşama dair fazla umudum yok.” dedi.
Ne denirdi, ne söylenirdi ki, karşımda duran kardeşim Kerim’di. Başına ne geleceğini biliyordu; yine de dik duruyordu. Günlük yaşantım devam etse de aklımda hep Kerim vardı. Görememezliğin, bir de gidememezliğimin verdiği acı ve hüzün de ayrı bir dertti.
Gözüm hep telefonda, derken Erdal dün sabah “Kerim dayım iyi değil” diye bana mesaj yolladı.
Hemen aradım. Telefonu Senem Abla açtı. Sesi çok üzgün çıkıyordu. “Kerim’in durumu iyi değil, konuşmuyor, sürekli gözleri tavana dikili…” dedi.
Artık kötü sona doğru bir bekleyiş çöktü içime. Bir yandan da: “O güçlüdür, bunu da atlatır,” tesellisindeyim hâlâ.
Birkaç saat sonra da ölüm haberi geldi. Sarsıldım. İçimde tarifsiz bir acı…
Gözlerimi kapadım. Kerim’i düşündüm: Karşımda duruyor, gülümsüyor, güneşi utandırıcasına poz veriyordu, ışıl ışıl parıldayan gözleriyle.
 
 
 

Kategori: 

Bunları Okudunuz mu?

04/22/2024 - 21:29
01/27/2024 - 22:27
01/02/2024 - 00:43
08/05/2023 - 16:21
07/31/2023 - 22:44
07/29/2023 - 19:58

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Hapishane Dergisinin 51. Sayı...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 2024 tarihli 51. sayısı...
TEK KİŞİLİK HÜCREDE YAZILAN BİR ÖYKÜ: DE...
               Mahallenin kimi çocukları ondan hem korkar hem de onunla uğraşmaktan vazgeçmezdi kargalar...
Duvarları delen çizgiler
Balıkesir Burhaniye yakınlarında yaşayan arkadaşlara davet. 10 Aralık'ta Insan hakları haftasında, Burhaniye Yerel Demokrasi ve Insan Hakları Gündemi...

Konuk Yazarlar

Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...
Girit Leblebisi
  Ben vakitlice davranmış, gün batımını da izlemek için kahvelerin gürültüsünden uzakça bir bankı gözüme kestirip oturmuştum. Bir süre sonra,...