Son Vaaz Üçüncü Bölüm

Mehmet Söğüt kullanıcısının resmi
İki atlı geldiğinde, Auda’yı şövalyeler yerlerde sürüklüyor ve annesini de yerden yere vuruyorlardı. Hırslarını tam alamayınca da kırbaçlarına davranıyorlardı. Ve tenlerinde şaklayan her kırbaçla iliklerine kadar acı duyuyorlar, ama gıkları bile çıkmıyordu. Lautard’ın saklandığı yeri soruyorlardı durmaksızın.

Yerini bilmiyorlardı. Hem bilseler de söylemeyeceklerdi. 
‘’Bilmiyoruz,’’ diyorlardı, ‘’bilsek de söylemeyiz!’’
Çıldırmışlardı bu söylem karşısında. Tekrarlanan bu cümleyle, kırbaçlarını onların beline beline vuruyorlardı. Nafile! Pes etmiyorlardı. Nasıl bir cesaretti bu böyle? Kan revan içindeydiler; şövalyeler de ter içinde... Auda ve annesi sakin görünüyorlardı. Şövalyeler alabildiğine sinirlenmişlerdi. Bu iki kadının cesareti karşısında yenilgiye uğradıklarını düşünüyor ve çıldırmalarına ramak kalmıştı. Gelen iki atlıdan biri: “Lautard’ın sağ yakalanmamak için, kendini kuyuya attı”dedi.
 
 Şövalyenin sözleri Auda ile Anna’nın kulaklarında çınladı. Her kelimesi bir oka dönüşüp saplanıyordu her yanlarına. Kalpleri acıyordu. Sarsılıyorlardı. Dirençli bakışlarına, şok olmanın donukluğu da sinmişti. 
 Anında haber kulaktan kulağa yayıldı. Küçük bir köydü. Her şey anında görülür ve saniyesinde duyulurdu. Haberi aldıklarında beş şövalyenin pençesindeydiler. Hemen Auda ile Anna’yı bırakıp arkadaşlarının yanına gitmiştiler.  Ana kız, söylenenlerin şok etkisinden kurtulur kurtulmaz hıçkırıklarla kuyuya doğru koşmuşlardı. Halası ve amcaları da hızla kuyuya doğru koşuyorlardı. Yüreklerindeki hüzün şaha kalkmıştı. Vücutlarındaki ağrıları, sızıları unutmuşlardı. Köyün insanları da kuyuya doğru akın ederlerken hepsinin yüzlerinde hüzün, gözlerinde öfke seli akıyordu.
Kuyunun etrafında toplandılar. Uzun iki urgan getirilmişti. Leo aşağı sarkıp, Lautard’ın ayağına boştaki urganı sıkıca bağladı. Auda, Anna ve halası birbirlerine sarılmış ağlıyorlardı. Kuyunun dibine bakamamışlardı. Auda, bakarsa yüreğinin parçalanacağını düşünüyordu. Köyün insanları yasa bürünmüştü. Şaşkındılar. Köylerinde ilk defa böyle bir olay oluyordu. Ceset çıkarıldığında, kafatasının parçalandığını gördüler. Kanlar içindeydi. Yaşlı bilge Yahudi Roni, elleriyle gözlerini kapattı. Kalabalıktan çıt çıkmadı önce, sonra Katolikler haç çıkardı. Arınmışlar, ruhunun sonsuz ışığa tabi olması için dua ettiler. Auda, babasının cesedine sarıldı. Anna, hayat arkadaşının başucunda diz çöktü. Halası çığlıklarla ağabeyine sarılmak istedi, diğer ağabeyleri bırakmadılar... Tiz çığlıklar koptu, vadide dalga dalga yayıldı. Lautard’ın son söylediklerini düşünüyordu herkes. Gerçekten Katolik Kilise’si gelip kendilerini öldürecek miydi? Bu soruya net bir cevap veremiyorlardı. Hem nereden bileceklerdi kimin Arınmış, kimin Katolik olduğunu? Vertus Köyü insanlarının ağzı pek sıkıydı. Herkes birbirini severdi ve asla birbirlerini ele vermezlerdi. Peki, kim Lautard’ı ihbar etmişti? Köyün papazı asla öyle bir şey yapmazdı. Papaza baktı Auda. Yüzüne hüzünlü bir gülücük ilişmişti.
  Cesedi kendileriyle getirdikleri sedyeye yatırdılar.  Sedyeyi taşımak için insanlar birbirleriyle yarışıyorlardı. Leo’nun gözleri suçluluk hissi veriyordu herkese. Eski halinden eser yoktu. Sakinleşmişti. Solgundu yüzü. Düşünceli bir hali vardı.
Lautard’ı evinin bahçesinde yıkayıp, en güzel elbiselerini giydirdiler. Önce Arınmışlar, sonra Hristiyan ve Yahudiler dua ve ilahi okumaya başladılar. Hüzünle sihir iç içe geçmişti. Doğaldı herkes ve her şey. İçlerinde nasıl geliyorsa öyle yapıyorlardı.  Topluluğun hareketleri yavaşlamıştı. Her şeyi ağırdan alıyorlardı. Gözler ferini kaybetmiş ve hüzne gark olmuştular. Merasim uzadıkça uzuyordu. Lautard’ın bu dünyadan gitmesini istemiyorlardı sanki. Üç dinin vecibeleri de yerine getirilmeye çalışılıyordu.
 Lautard’ın kafasındaki yarayı beyaz bir bezle bandajladılar. Yüzü bembeyazdı. Tekrar sedyeye yatırdılar. Mezarlığa vardıklarında, şövalyelerin de orda olduğunu gördüler. Düşmanca köyün insanlarına bakıyorlardı. Atları kişneyerek şaha kalkıyordu. Uzaktan nal sesleri de geliyordu. Hepsinin yüzü kaskatı kesilmişti. Yüzlerinde en ufak bir acıma duygusu görülmüyordu.
 Mezar kazılmıştı. Çarçabuk Lautard’ı gömdüler. Anna, ağlamaktan bayıldı. Ayılması için yüzüne su serptiler. Auda’nın gözleri ağlamaktan şişmişti. Halası ve amcaları Auda ve annesini yalnız bırakmadılar. Çarçabuk evlerine dağıldılar. Halası üç gün onlarda kaldı. Bilge Yahudi Roni, yaralarının iyileşmesi için onlara ilaç vermişti. Her gün itinayla yaralarına sürüyorlardı. Bu merhem bittikten sonra, yara izlerinin yok olması için onlara ilaç verecekti. Geçerdi mutlaka ten ağrısı, ya yürek acılarını ne yapacaklardı? Geçecek miydi acaba? Pek umutlu değillerdi. Şaklayan her kırbaç, savrulan her yumruk ruhlarını kanatmış ve onurlarını kırmıştı.
Amcaları her gün gelip onları ziyaret ediyordu. En sevdiği amcası Mani de gözlerinin önünde dayak yemişti. O anları unutamıyordu. Gıkı çıkmamıştı hiçbirinin. Hele Mani amcasının, o direngen bakışları yok muydu, işte o bakışlar, diren diye bağırıyordu;  boyun eğme! Ölümden korkma!
Anna’nın durumu iyi değildi. Her gece kocası geliyordu. Dakikalarca onunla konuşuyor, sonra da anında yok olup gidiyordu. Hayal değildi ona göre. Düpedüz geliyor ve dertleşiyordu onunla.
‘’Benim biricik kızıma iyi bak. Koru onu. Kaçın, gidin buralardan. Pirene Dağları’na sığının. Oradaki mağaralar sizi korur,’’ diyordu hüzne bulanmış sesiyle.
Kızına, babasının her gece geldiğini anlatamıyordu. Anlatsa onu deli sanacaktı. Ölen bir insan geri gelmezdi. Rüyanda görürdün ancak. Lautard’ın yokluğu kızının içinde dağ gibi büyüyordu. Evdeki her şey onu anımsatıyordu. İçinde sevgisi dal budak salmıştı, kökleşmişti ve onun biricik kızıydı. Her gün Auda’nın saçlarının kokusunu derin derin içine çekerdi. Ölümünün üzerinde daha birkaç hafta geçmesine rağmen,  babasını çok özlüyordu. Bir kıpırtı duysa ayağa fırlıyor ve babasının öldüğünü hatırlayınca da, safi hüzün kesilerek olduğu yere süzülüveriyordu.
Anna, artık kocasını göremiyordu. Hayal miydi, gerçek miydi kendisi de bilemiyordu. Ama Lautard, her gece bir gölge gibi süzülüveriyordu eve. Durmadan konuşuyordu kendisiyle. Ancak nadiren ve fısıltıyla ona cevap verebiliyordu. Son iki gece de, sabaha kadar ve gözlerini kırpmadan umutla ve özlemle gelmesini beklemişti. Gelmemişti işte. Sonunda kararını vermişti, gidecekti buralardan.
Anna, ‘’Kocamın ölümünden sonra buralarda kalamam,’’ diyordu hüzün dolu sesiyle, ‘’Babamların kaldığı Bram Kasabası’na gideceğiz.’’
Auda sesini çıkarmadı. Kımıldamaya bile mecali kalmamıştı. Annesi sessizce ev eşyalarını toplamaya çalışıyordu. Yataklarını, yorganlarını, kazanlarını, tepsilerini, taslarını dikkatlice torbalara koyuyor ya da battaniyelere sarıyordu. Kımıldadıkça da vücudu ağrıyordu. Kırbaç ve yumrukların değmediği tek bir yeri kalmamıştı. Auda hareketsizdi. Dili damağı kurumuştu. Bedenine dayanılmaz acıların saldırmasına rağmen aldırmıyordu. Durmadan babasını düşünüyordu; kızıl sakalı içinde gülümseyen yüzünü, uzun ince endamını, şakalarını, şefkatini… Gözlerinden aşağıya yaşlar aktı tekrardan. Babasına bir anlam veremiyordu. Öylesine mülayim bir insan, nasıl çıkıp haçı kırardı, anlayamıyordu. Hele gördüğü o karmaşık rüya neydi, gerçekten mi tehlikedeydiler?
Annesinin sesini duyunca irkildi.
‘’Ne oldu anne?’’
‘’Eşyalarını topla gidiyoruz.’’
‘’Nereye anne?’’
‘’Dedenlerin kasabasına!’’
‘’Tamam anne. Ama biraz müsaade et. Çünkü canım hiçbir şey yapmak istemiyor.’’
Bir an durup bakıştılar. İkisi de hıçkırıklarla birbirine sarıldı. İki kadın oturup ağladılar. Sakinleştiklerinde, annesi neleri yapacaklarını anlattı.  Kağnıyla gideceklerdi. Gitmeden önce de ev ve hayvanlarını satacaklardı. İkisinin de yüreği kanıyordu. Auda, gözlerini bu köyde açmıştı. Akrabalarından ayrılması zor olacaktı. Hüzünle etrafına bakıyordu. Babasının kendi elleriyle yaptığı kanepe, masa ve sandalyeler elem veriyorlardı ona. Bu terk edilişe kırılacakmış gibiydiler. Babası özenle yapmıştı hepsini. Ev eşyalarının hayatında, bu kadar yer edindiğini bilmiyordu.
Son birkaç gün içinde çok şey öğrenmişti. Hüzünden bu kadar bilginin derleneceğini tahmin bile edemezdi. Babası, Ded Leon ve Bilge Roni çok şey öğretmişlerdi ona. İnsana dair olan bilgileri kuşkuyla karşılamıştı her zaman. Onlar test edilmemiş bilgilerdi. Güven olmazdı.
Hangi ağacın ne zaman çiçekleneceğini, bir gülün ne zaman tomurcuk vereceğini bilirdi de, insana özgü bilgilerin gerçekliğinde şüphe ederdi. Çünkü insana dair bilgiler, elem zamanlarında ve alabora dönemlerinde test edilirdi. Yaşayarak daha çok şey öğrenecekti. Babasının söylediklerine bakılırsa, onları zorlu günler bekliyordu.
Açılmış kapıdan dışarıya baktı. Köpekleri Leydi kuyruğunu sallayarak ona bakıyordu. Sonra acı acı sesler çıkardı Leydi. Çıkardığı sesler ağlamaklıydı. Yaşanan acıların farkındaymış gibi görünüyordu. Babasının yokluğuyla huysuzlaşmaya başlamıştı. Durup dururken havlıyordu. Tüyleri solmuş. Gözleri sönükleşmişti.
Annesinin “Hadi kalk” demesiyle düşüncelerinden sıyrıldı. Dışarısı sakindi. Köyün üzerine ölü toprağı serpilmişti adeta. Rüzgârın sesinden başka bir şey duyulmuyordu. Kiliseye doğru yol aldılar. Kilisede ilahiler yükseliyordu. Kapıda beklediler. Duvarın dibinde bir papatya başını uzatmış, rüzgârda sallanıyordu. Elma, armut, erik, şeftali ve çeşit çeşit ağaçların yaprakları yerden sürükleniyorlardı. Sonbahar güneşinin ölgün ışıkları oynaşıyordu yüzeylerde. Sarıyı bir başka sarı, moru da bir başka mor oluyordu. Işıkla şavkıyorlardı.
Papaz kilisenin kapısında çıkınca direkt yanlarına gittiler. Karşılıklı durup bakıştılar. Ne söyleyeceklerini bilemiyorlardı. Anna ile Auda’nın yıkılmış hallerini görünce nutku tutulmuştu. Bir alev düştü yüreğine papazın. Harlandı. İçinde defalarca, şövalyelere lanetler okudu. Auda, pür dikkat papazın gözlerine bakmış ve onun yüreğinde gizlediği hüznü yakalamıştı. Hallerini sorarak konuşmayı açtı papaz. Lautard’tan sonra yıkıldıklarını belirttiler.
 Sonra köyü terk edeceklerini söylediler. Papaz üzüldü. Ana kız köy halkına kızgın olmadıklarını belirttiler. Sadece Anna, babasının köyüne gidip yerleşmek istiyordu, hepsi bu. Karşılıklı oturup ağladılar. 
Papaz, ‘’Yeni bir haç yaptırdık. Kilisenin çanı tekrardan alındı. Olan Lautard’a ve sizlere oldu. Can gitti miydi dönüşü imkânsızdır. Öylesine iyi bir insan, neden böylesi bir şeye girişti bir türlü anlayamadım. Ve biliyorum, o şimdi cennette.’’
 ‘’Peder Efendi,’’ dedi Anna, ‘’bilirsin ki biz cennet ve cehenneme inanmayız. Ama sizin inancınıza da sonsuz saygımız vardır. Eminim, kocama bir şeyler ayan oldu. Hem biz de gerçek Hıristiyanlarız. Hayvanların etlerini ailecek ağzımıza bile sürmedik. Tüm canlıları severiz. Bir gün desen bir insanın kalbini kırmadık.’’
Papaz hüzünle önüne baktı. Sonra Anna ile Auda ayağa kalktılar. Vedalaşıp ayrıldılar. Üçünün de yüzü acıdan kaskatı kesilmişti.
Bu sefer de Ded Leon’a gideceklerdi. Ded’in evi köyün dışındaydı. Sokakta geçerlerken, insanlar evlerinin pencerelerinde kendilerine bakıyorlardı. Kimisi de çıkıp onlara selam veriyordu. Ded Leon’u tek başına evinde oturmuş buldular. Masanın üzerine kitaplar yığılmıştı. Yazılmış beyaz kâğıtlar masanın ortasında duruyorlardı. Ded Leon’un dudaklarında hüzünlü bir gülücük vardı. Birbirlerine sarıldılar. Ağladılar. Köyü terk edeceklerini söylediklerinde Ded şaşırdı. Beklemiyordu böyle bir şeyi. Lautard’tan sonra bu köyde kalmanın, onlara hüzün vermekten başka bir işe yaramayacağını söylediler.
Ded, ‘’Ben de sizinle geliyorum. İtiraz istemem. Çünkü buralarda kalmak artık tehlike arz ediyor. Ama önce yaşlı bilge Yahudi Roni’ye gidin. O yara izleri için ilaç hazırlamış. Eminim, onun merhemiyle tez zamandan o izlerden kurtulursunuz.’’
Ded Leon ile yaşlı bilge Yahudi Roni’nin evleri yan yanaydı. Yanına gittiler. Yaşlı bilge sanki onların geleceğini önceden biliyordu. Merhemi hazırlamıştı bile. Hemen ellerine tutuşturdu. Bilgenin yüzü acıya kesmişti. Gülümsemeye çalıştı, beceremedi ve yanaklarından aşağıya gözyaşları akmaya başladı. Arkasını dönüp, çalışma masasına yöneldi. Nutku tutulmuştu. Birkaç sefer konuşmaya çalıştı beceremedi.
Eve gittiklerinde birbirlerinin yaralarına merhemi sürdüler. Vücutlarının her yerinde yaraların izi vardı ve hâlâ sızlıyorlardı. Merhem sürülünce de acıdan ürperiyorlardı. Rahatlamışlardı. Yaraların izleri de kalmayacaktı vücutlarında. Hemen uyudular. Auda babasını rüyasında gördü. Kızıl sakalı şavkıyordu. Akşamüstüydü. Ortalık kızıla bürünmüştü. Taş duvarlı, görkemli bir evin önündeydi. Etrafında küçücük adamlar vardı. Daha gerilerde birtakım kanatlı insana benzer yaratıkları gördü. Yüzlerine baktı. Yüzleri görünmüyordu. Hemen bakışlarını babasına kaydırdı. Babasının yüzü bembeyazdı. Hem kafasında aldığı yara da iyileşmişti. Sevindi bu duruma. Bir şeyler anlatacakmış gibi duruyordu. Hızla babasına yaklaştı. Hüzünle ona bakıyordu. Elini tutmak istedi. Başaramadı. Sanki birileri onu geriye çekiyordu. Kısacık, yüzleri olmayan adamların yakınında olduklarını gördü. Babası yerinde mıhlanmış gibi kımıldayamıyordu. Gözlerinde küskünlüğün izlerini gördü. Sonra ağzını açtı. Ne dediği anlaşılmıyordu. Babası zordaydı sanki. Bir şeyler yapmasını istiyordu kızından. Sonunda babasının sesi kendisine ulaştı. ‘’Kızım Pirene Dağları’na çıkın. Oralarda mağaralar var. Saklanırsınız. O zehirli arılar peşinizi bırakmayacaklar. Buralarda sizi kıracaklar. Yakacaklar. Kaçın. Hemen yarın yola çıkın. Bram’a gidebilirsiniz şimdilik.’’ Sesine acı sinmişti. Bir çığlık gibiydi. ‘’Tamam,’’ diyebildi ancak.
Annesinin ayak tıkırtısıyla uyandı. Etrafına baktı. Babasını görmeyince yüreği dağlandı.  Bir ağırlık çökmüştü omuzlarına. Gözkapaklarını zorlukla açabildi. Annesi kendisine bakıyordu. Terlediğini fark etti. Susuzluktan damakları kurumuştu. Kalktı bir tas su içti.
 Amcaları ve halası onları kalmak için ikna etmeye çalıştılar. Annesi gitmeyi kafasına koymuştu bir kere, onu ikna etmek imkânsızdı. Büyük amcası Mani tıpkı babasına benzerdi. Sıkıca ona sarıldı. Amcasının kızı Maria’dan ayrılmak ona zor geliyordu. Birlikte büyümüştüler. Birbirlerinin her şeyini bilirlerdi. Ömürleri boyunca hiç ayrılmayacaklarını düşünürlerdi. Olmamıştı işte. Ayrılık ansızın onların gırtlağına yapışmış ve ne yapacaklarını bilemez bir haldeydiler. İkisi de gözyaşlarıyla birbirlerine sarıldılar. Ağlamaktan ikisinin de gözleri şişmişti. Sonra amcalarının çocuklarına baktı. Çığlıkla Mani amcasına sımsıkı sarıldı. Amcası da ağlamaya başladı. Yanaklarından aşağıya gözyaşları süzülüyordu.
Amcası, ‘’Ağlama. Nasıl olsa her yıl birkaç sefer gelirim. Hem Maria’yı da kendimle getiririm. Sen rahat ol kızım. Üzülme!’’
“Tamam,” anlamında uysalca başını salladı. Son bir kez Maria’ya sarıldı. Küçük yeğenlerinin yanaklarından öptü. Diğer amcaları ve halasıyla da vedalaştı.
Artık gitme zamanıydı. Ded leon’u çağırdılar. Köpekleri Leydi de onlarla birlikteydi. Leydi gideceklerini hissetmişti. Kuyruk sallıyor ve acı acı havlıyordu. Kağnı gıcırtıyla yola çıktığında, köy halkı hüzünle arkalarında bakakaldı. Köyden uzaklaştıkça yüreklerinde derin bir uçurumlar oluşuyordu. O uçurumlara düşüp paramparça olmaları an meselesiydi. Ded Leon, yol boyunca onlarla konuştu.
‘’Kızlarım,’’ diyordu. ‘’Dünyada iki tür insan var: İyiler ve kötüler. Gerisi küçük birer ayrıntıdır. Milliyeti ya da dini ne olursa olsun, herkes bir ve eşittir. Bunu anlamayanlar, dünyaya kötülük ekmeye gelirler, hepsi bu. Güç ve kudret peşinde koşanlar, şatafatlı yaşamlarını sürdürmek için yapmayacakları bir kötülük yoktur. Ama biz Arınmışlarda, çok az kötü insan vardır. Bu anlamda kendimizle övünebiliriz. Hem biz ölümden de korkmayız. Ölüm ürpertici olabilir. Birisinin gidişi yüreğimizde derin bir boşluk oluşturabilir. Ama bilinmelidir ki, dünya fanidir. Asıl önemli olan, ışığa ya da sonsuz aydınlığa kavuşmaktır.’’ Tekrar, Ölüm,’’ dedi ve durdu.
Bu kelimeyi sarf eder etmez, yüzü gerildi. Dili dolaştı. Kıvrak zekâsıyla konuyu başka kulvarlara kaydırdı. Konuşmasına ölümün karanlık yüzünü düşürmek istemiyordu. Arınmışlar ölümden korkmazlardı, doğru, ama yine de zamansız gidişleri pek sevmezlerdi herkes gibi…
Durmadan konuşuyor ve onların acısını hafifletmeye çalışıyordu. Kağnının gıcırtıları ve köpeğin acı acı inlemeleri kesilmiyordu. Ded Leon, gelecekteki tehlikeleri onlara anlatmak istemedi. Konu oraya dayanınca, ustalıkla lafı değiştiriyordu.
Lautard yalan söylemezdi. Temiz ve saf bir adamdı. Auda’nın yüzüne baktı. Yüzünde kaygının derin izleri vardı. Ded Leon anladı, Anna’nın babasının vaazını düşündüğünü.
‘’Sonuçta geleceği tam anlamıyla tahmin etmek zordur. Altı üstü bir rüyaydı işte. Fazla abartmamak gerek, kızlarım. Evet, Leotard çok iyi bir insandı. Bildiğiniz gibi, bir gün öncesinde onu kutsamıştık.’’
 Ded’in her sözünü can kulağıyla dinliyorlardı. Onu dinledikçe ferahlıyorlardı. Babasının kutsanırken ki heyecanını düşündü Auda.
Auda, ‘’Onsuz dünya bomboş gibi geliyor bana,’’ dedi.
‘’Kızım insan her şeye alışıyor. Bu yokluğa da alışırsın. Alışılmasa ve yaşananların acısı hafiflemese, insan dayanamaz ve acıdan çatlayarak ölürdü. Çok acılar yaşadım. Bildiğiniz gibi çocuklarımın hepsi benden önce öldü. Bunun nasıl bir acı olduğunu sizlere anlatamam. Alıştım ama. Hem yaşım yüz yirmiye dayandı. Torunlarım bile ihtiyarlama başladılar. Onlar da önümüzdeki günlerde Pirene Dağları’na çekilecekler. Babanın söylediklerini yabana atmadılar. Ben ise baharı bekleyin dedim. Biz de büyük ihtimalle baharda Pirene Dağları’na çıkarız.’’
Auda, ‘’Haklısın,’’ demekle yetindi.
‘’O dağlar bizi korur. Korkmayın. Ortalık sakinleşince de köylerimize geri döneriz.’’
Ded’in söyledikleriyle Auda’nın yüzü ışıdı. Dudaklarına kocaman bir gülücük ilişti. Yine yüreğinde kelebekler uçuşuyordu.
 ‘’O günleri dört gözle bekleyeceğim,’’ dedi sonra. Rüzgârda uçuşan eteğini zorlukla üstünde tutabiliyordu. Saçlarını umursamıyor ve başak gibi savruluyorlardı. Soğuk daha etkisini göstermemişti. Yüreği ise sıcacıktı.
Daha şimdiden köyünü özlemeye başlamıştı. Uzaktan çocuk sesleri geliyordu. Bir yerleşim yerine yaklaşıyorlardı. Hava gittikçe soğuk olmaya başlıyordu. Bir an önce konaklama yerine varmaları gerekti. Yoksam perişan olacaklardı.
Karanlık çökmek üzereydi. Soğuk rüzgâr şiddetini arttırıyordu. Rüzgârın uğultusu, Auda’ya korkunç gelmeye başlamıştı. Bir an önce hana ulaşmaları gerekiyordu. Acele ettiler. Auda ve Anna rüzgârda birer yaprak gibi titriyorlardı. Dişleri takırdıyordu. Hana az kalmıştı. Ama yol bitmek bilmiyor ve zaman da geçmiyordu. Han göründüğünde, Auda’nın yüzünde tekrardan bir gülücük belirdi. Peri masallarında anlatılan,  ihtişamlı bir saray gibi göründü gözüne. Bitişiğinde beş kâgir ev vardı. Küçücüktüler. Birkaç çocuk, soğuğu aldırmadan sağa sola koşuşturuyorlardı.
Bram’a daha çok vardı. Ama gece yol almayı da göze alamazlardı.  Hem çok yorulmuşlardı. Hem de içlerini bir korku dalgası sarmıştı. Hanın duvarları kesme taşlarla örülmüştü. İnsana bir şatodaymış duygusu veriyordu. Yemeklerini çarçabuk yedikten sonra odalarına çekildiler. Gün boyu yol almaktan yorulmuşlardı. Hemencecik uyudular. Sabah erkenden kalkıp, Bram’a doğru yol almaya başladılar.
 
 

Kategori: 

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Hapishane Dergisinin 51. Sayı...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 2024 tarihli 51. sayısı...
TEK KİŞİLİK HÜCREDE YAZILAN BİR ÖYKÜ: DE...
               Mahallenin kimi çocukları ondan hem korkar hem de onunla uğraşmaktan vazgeçmezdi kargalar...
Duvarları delen çizgiler
Balıkesir Burhaniye yakınlarında yaşayan arkadaşlara davet. 10 Aralık'ta Insan hakları haftasında, Burhaniye Yerel Demokrasi ve Insan Hakları Gündemi...

Konuk Yazarlar

Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...
Girit Leblebisi
  Ben vakitlice davranmış, gün batımını da izlemek için kahvelerin gürültüsünden uzakça bir bankı gözüme kestirip oturmuştum. Bir süre sonra,...