Kolektif Bir Devlet Cinayeti: Hrant Dink[*]

Sibel Özbudun kullanıcısının resmi
“Ben Ermeni’yim,

iyi bir Ermeni’yimdir,
iyi de solcuyumdur.
İkisi bir arada olunca
belasındır sen bu ülkede.”
 
30 Aralık 2015 günü İstanbul, Ankara ve İzmir’den yüzü aşkın insanla Diyarbakır’da buluştuk.
 
Amacımız, bir ayı aşkın süredir bir bölümü devlet kuşatması altında olan kentte yaşanılanlara tanıklık etmekti.
 
Ettik... Ölülerini günlerdir sokaktan alamayan babaların, kardeşlerin sessiz çığlıklarına kulak verdik. Bir oğlu
 
barikatların gerisinde, kendisi küçük çocuklarıyla sokakta kalmış Sur’lu bir ananın çırpınışlarını izledik,
 
çaresizce. “Okula gitmek istiyorum, okulumu açın!” derken gözyaşlarına boğulan liseli kızın gözyaşlarını
 
dindirememenin umarsızlığını yaşadık. Sur sokaklarında direnişi gördük, 30 gündür teslim alınamayan.
 
Güvenlik güçlerinin kar maskelerinin gerisindeki tedirginliği duyumsadık. Evlerinden işlerine zırhlı araçlarla
 
götürülüp getirilen, çocuklarının okul kayıtlarını başka illere nakletmeye çalışan hâkimlere, savcılara dair
 
öyküler dinledik...
 
Ama en çarpıcısı, Diyarbakırlıların Sümerpark’ta düzenlediği “Hoşgeldin” etkinliğinin açılışını yapan
 
iki kadındı. Barış savaşçısı eşlerini taammüdî devlet cinayetine kurban vermiş iki kadın. Tahir Elçi’nin eşi
 
Türkan Elçi ile Hrant Dink’in eşi Rakel Dink. Bizleri “Hoşgeldin, acılı yalnızlığıma” diye karşılayan Türkan
 
Elçi ve, hepimiz adına, “Hoşbulduk, kardeşim. ‘Yalnız değilsin,’ demeye geldik” diye yanıtlayan Rakel Dink...
 
Bu onların ilk buluşması değildi üstelik. Tahir Elçi’nin mezarı başında ikisinin acılı, ama vakur, dimdik
 
duruşunu unutmak mümkün mü? Kimbilir, belki hayattayken Tahir Elçi’nin Diyarbakır Barosu başkanı sıfatıyla
 
Hrant Dink davasını izlediği günlerde de denk düşmüştü yolları... Bu iki kadının yaşamlarını bu şekilde
 
kesiştiren acılara lanet olsun!
 
“Hrant Dink davası”, dedim; ailesinin, “bir müsamere oynanıyor!” diye artık izlemekten vaz geçtiği, bu
 
ülkenin siyaset, bürokrasi ve medya labirentlerinde at koşturan erbabın kendine göre bir sonuç çıkarttırmak
 
üzere bir yana çekiştirdiği, kılıktan kılığa soktuğu, 9 yılını tamamlayan davadan söz ediyorum...
 
Zamanınızı almak pahasına, anımsayarak başlayalım.
 
Kamuoyunun Hrant’la tanışması, onun insanın yüreğine işleyen bir sadelik, içtenlik ve açıksözlülükle,
 
1915’te bu topraklarda yaşayan Ermeniler’in başına gelenleri anlattığı TV ekranları aracılığıyla oldu. “Herkesin
 
bildiği sır”rı bir çocuk duruluğunda dile getiriyordu. “Soykırım” demiyordu, “Türkleri rencide etmemek”
 
adına... İncelikliydi... Sözleriyle pek çok insanın yüreğine dokunmuş olacak ki, vurulduğunda yüzbine yakın
 
insan yürüdü cenazesinin ardından...
 
Diyorum ya, hepimizin yüreğine dokunmuştu; ama T.C. devletinin de bir yerlerine dokunmuş olacaktı.
 
“Milli birlik ve beraberlik”çilerin, “bölünmez bütünlük”çülerin o meş’um şebekesi, homurdanmaya
 
başlamıştı... Hakkındaki ferman, galiba yöneticisi olduğu Agos’ta Sabiha Gökçen’in soykırım artığı bir Ermeni
 
yetimi olduğunu dile getirdiğinde imzalandı.
 
Ailenin avukatı Hakan Bakırcıoğlu’ndan dinleyelim:
 
“Sabiha Gökçen’in Ermeni asıllı olduğu iddiasına dair haber ile ilgili Genelkurmay Başkanlığı
 
tarafından 22 Şubat 2004 tarihinde resmi internet sitesinde basın açıklaması yapıldı. Hemen ardından Dink,
 
valiliğe çağrıldı ve MİT görevlilerin de katıldığı görüşme gerçekleşti. Bu görüşmenin gerçekleştiği günün
 
ertesinde bir yazısında kullandığı cümleye dayanılarak hakkında suç duyurusunda bulunuldu. 26 Şubat 2004
 
tarihinde de Agos gazetesi önünde eylem yapıldı. 16 Nisan 2004 tarihinde de hakkında ‘Türklüğü aşağılama’
 
suçlaması ile dava açıldı. Açılan davada adliye binası önünde eylemler yapıldı. Adliye binası içinde fiziki
 
saldırı girişimleri oldu. Hrant Dink hakkında hukuka aykırı şekilde mahkûmiyet kararı oluşturuldu.”[2]
 
Çakallar ise, çoktan kan kokusu almışlar, gazetelerindeki sütunlarından, ekranlardan diş göstermeye
 
başlamışlardı; kardeşliğin bu ete-kemiğe bürünmüş hâline.
 
İlk taşı atan, (galiba) Hasan Pulur oldu. ‘Milliyet’ gazetesindeki köşesinden, Hrant’ı ‘Cumhuriyet ve
 
Türkiye düşmanı bir Ermeni’ ilan etti Pulur... Cumhuriyet’ten Deniz Som ise, onun, ‘Adolf Hitler’in bile
 
ilerisinde bir faşist’ olduğuna hükmetti.
 
* * *
 
1
 
“Radikal yazarı Mehmet Ali Kışlalı da, Genelkurmay Başkanlığı’nın açıklamasına açıktan destek veren
 
yazarlar arasında yer aldı. Kışlalı da, bu haberin arkasında, ulusal güvenliği tehlikeye düşüren bir oyunu
 
görüyordu. Emin Çölaşan durur mu? 2004 Şubat’ının sonunda o da saldırdı. Önce ‘Vatan’ gazetesinin
 
başyazısına Orhan Kiverlioğlu ise, ‘Hrant’ın Hırlayışı’ başlığını attı, Hrant’ın “Maymun genleri taşıdığını”,
 
ondan “orangutan maymununun bile tiksindiğini” yazdı.
 
Nisan 2004’te, Hrant Dink ve Agos’un sorumlu yazıişleri müdürü Karin Karakaşlı hakkında “Türklüğü
 
tahkir ve tezyif”ten dava açıldı. Mahkemenin atadığı bilirkişi heyeti suç yok deyince bilirkişi heyeti hakkında
 
da şikâyet dilekçeleri verilecekti. Bu arada, ‘Yeniçağ’, 2004 Ekim’inde Hrant’ın “Türk milletine hakaret”
 
ettiğini, “Türkiye Cumhuriyeti’ni tasfiye” etmek için çalıştığını ileri sürdü.
 
Bundan böyle suç duyuruları ve davalar birbirini izleyecek, Özel Harp’çi Veli Küçük ve tetikçisi Kemal
 
Kerinçsiz’in başını çektiği güruh her duruşmada mahkeme binası ya da salonun önünde Hrant’ı ve onunla
 
dayanışmak için gelenleri taciz edecekti.
 
“Ekim 2005’te Hrant, ‘temiz kan’la ilgili yazısından ötürü altı ay hapse mahkûm edildi. Yetmedi,
 
Kemal Kerinçsiz’in öncülük ettiği Büyük Hukukçular Derneği yeni bir şikâyet kampanyası organize etti. Tek
 
tip dilekçelerle yine savcılığa başvurdular. Hrant hakkında, ‘adil yargılamayı etkilemeye teşebbüs’ suçlamasıyla
 
14 Ekim 2005’te bir dava daha açıldı.”[3]
 
Bu süreçte “ermeni sürek avı” necip Türk basını ve MHP-İşçi Partisi “Kutsal İttifakı”nın gözde sporu
 
hâline gelmişti. Star’da Faruk Mangırcı, 2006 Şubat’ında şöyle yazıyordu, örneğin: “Ermeni asıllı Gazeteci
 
Hrant Dink, bildiğiniz gibi Türklüğe alenen hakaretten yargılanıyor. (...) Atatürk’ün ‘Muhtaç olduğun kudret
 
damarlarınızdaki asil kanda mevcuttur’ sözünün Türkiye düşmanlarına hatırlatılması yeterlidir sanırım.”
 
Yeniçağ gazetesi, 2005 Kasım’ında haber başlığında ‘Hrant uslanmadı’ diyor, Ortadoğu ise 2006 Mart’ında,
 
‘Ya sev ya terk et’ ve ‘Kovun bunları’ başlıkları atıyordu. Hrant’ın adının geçtiği yerde mutlaka ‘Türklüğe
 
hakaretten yargılanan Ermeni gazeteci’ ibaresi yer alıyordu. İnternette ise Hrant, Orhan Pamuk’la birlikte ‘katli
 
vacip iki köpek’ten biri ilân ediliyordu. Irkçı basından dökülen “inciler” köpeğin önüne atılsa, kudurtacak
 
cinstendi: “İnsan suretindeki Ermeni tahrikçisi sürüngenlere, Türk’ün kanının zehirli vasfını, içtimai şifa
 
niyetine göstermek lâzım. Kan sarhoşu Ermeni çetesinin alçak ve aşağılık bozuk kanını Türk damarında
 
vehmedenler, bunu hırlayış şeklinde ifade etmekten çekinmiyor. Hayvan bile komşusunun tarlasına keyfince
 
dalamazken, Agos’a, bu hayvani başıboşluktan beter tecavüz cesaretini veren kim?” (Önce Vatan)
 
Ya da:
 
“Ruslarla birlikte olan ve Türk askerini sırtından süngüleyen Ermeni çetelerinin kıçlarına yediği
 
tekmenin acısını çıkarmaya çalışıyor Hrant.” (Yeniçağ 9 Ekim 2004.)
 
İklim -özetle- böyleydi.
 
“Necip” Türk basını kaleminden kan damlata damlata Hrant’ı didikler, Özel Harp güdümlü ırkçılar
 
Hrant’ın duruşmalarında gövde gösterileri düzenlerken, öyle gözüküyor ki, kimliği olasıdır ki hiçbir zaman
 
açığa çıkmayacak olan “birileri” (Veli Küçük’ün özel çalışma alanı olan) Trabzon’daki “tosuncuklar”a haber
 
uçurmuştu: “İşi bitirin!”
 
Bundan sonrası göz göre göre, bağıra çağıra geldi... Yasin Hayal adlı bir sabıkalı, bir iki denemenin
 
ardından Ogün Samast’ı buldu; o zamanlar 16 yaşında olan bu “milliyetçi” tosunun Hrant’ı öldürmenin “bir
 
vatanseverlik görevi” olduğuna ikna olması uzun sürmedi.[4] Ancak, işin ilginç yanı, herşey, Trabzon ve
 
İstanbul emniyet, istihbarat ve jandarma birimlerinin bilgisi dahilinde kotarılıyordu. Bir kez daha Avukat
 
Bakırcıoğlu’na kulak verelim:
 
“15 Şubat 2006’da Trabzon İl Emniyet Müdürlüğü görevlileri Hrant Dink’in Yasin Hayal tarafından
 
öldürüleceğine dair bir evrak oluşturmuştur. 17 Şubat’ta Yasin Hayal’in daha önce McDonalds’ı bombaladığı
 
ve 6 kişiyi yaraladığı, Ermenilere karşı büyük bir kin beslediği, İstanbul’a gelerek Hrant Dink’e dönük eylem
 
yapmayı düşündüğü, bu eylemi yapabilecek yapıda olduğu belirtilen bir yazı da İstanbul İl Emniyet’ine
 
gönderilmiştir. Bu evraklar aynı zamanda da Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanlığı’na
 
iletilmiştir. Dolayısıyla bu üç kurum cinayetten 11 ay önce Hrant Dink’in öldürüleceği bilgisine sahiptir. (...)
 
İstanbul İl Emniyet Müdürlüğü görevlileri ile İstanbul Valilik görevlileri Trabzon İl Emniyet Müdürlüğü’nden
 
herhangi bir yazı gönderilmese dahi Hrant Dink’e yönelik ciddi bir tehdit atmosferi olduğu ve Hrant Dink’in
 
ölüm tehditleri aldığı bilgisine sahiptirler. (...)
 
2006 Temmuzu’da Trabzon İl Jandarma Komutanlığı İstihbarat Şube Müdürlüğü görevlileriyle ilişkide
 
olan Coşkun İğci, Hayal’in Dink’i öldürmeyi tasarladığını, İstanbul’a geldiğini, Dink’in yaşadığı ev ve Agos
 
çevresinde keşifler yapıp krokiler hazırladığını, silah temin etmeye çalıştığını ve bu eylemi yapma konusunda
 
* * *
 
2
 
kararlı olduğunu aktarmıştır. Coşkun İğci’den elde edilen bilgiler Trabzon İl Jandarma Komutanlığı’ndaki
 
istihbarat değerlendirme toplantısında, albayların, yüzbaşıların, binbaşıların olduğu toplantıda konuşulmuştur.
 
Yani Trabzon İl Jandarma Komutanlığı görevlileri de en geç 2006 Temmuzunda bu cinayetin işleneceği
 
bilgisine sahiptirler. Dolayısı ile bu kurumlarda görev yapan ve Hrant Dink cinayetinin işleneceği bilgisine
 
sahip veya olması gereken tüm görevlileri Dink cinayetinden ötürü sorumluluk sahibidir...”[5]
 
Bitmedi; Hrant’ı vurmak için Trabzon otobüs terminalinden yola çıkan Ogün Samast’ı Trabzon
 
Emniyeti’nden istihbaratçıların uğurladığı ortaya çıktı![6] İstanbul’daki karşılama da, Trabzon’daki “uğurlama
 
töreni”ni aratmayacaktı. Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire başkanı Ramazan Akyürek’in bütün delil
 
karartma çabalarına[7] karşın yapılan incelemelerde Ogün Samast’ın Hrant’ı vurduğu sırada, aralarında rütbeli
 
jandarma astsubayın da bulunduğu altı kamu görevlisinin olay yerinde bulunduğu ve Samast’ın İstanbul’a
 
gelişiyle Hrant’ın öldürülmesi arasında geçen sürede, İstabul ve Trabzon emniyet ve jandarma birimleri
 
arasında olağandışı bir telefon trafiği yaşandığı saptanacaktı.[8]
 
Bu “ayrıntılara” o zaman vakıf olmayan bizler, Hrant’ın devlet tarafından katledildiğini -
 
tecrübelerimizin kazındığı sezilerimizden- biliyorduk ki, daha Hrant’ın Halaskârgazi caddesine dökülen kanı
 
kurumadan koştuğumuz meydanlarda haykırdık hep bir ağızdan: “Katil Devlet hesap verecek!”
 
Hrant’ın taammüdî bir devlet cinayetine kurban edildiğini bizlerden çok daha iyi bilen, dahası konumu
 
gereği olasıdır ki işin içinde olan biri,[9] dönemin İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah ise, biz
 
meydanlarda haykırırken alel acele açıklamasını yapıyordu: “Örgüt yok, bireysel tepkiyle yapılmış bir eylem!”
 
Ogün Samast, mahkûmiyeti sonrası, işlediği cinayette kamu görevlilerinin ihmaline ilişkin olarak
 
yürütülen soruşturmada tanık olarak verdiği ifadede bildiğini belirttiği üzere,[10] Samsun terminalinde
 
“yakalandı”; emniyette bir katil, bir sanıktan çok bir “kahraman” muamelesi gördüğünü, jandarmanın, polisin
 
kendisiyle çektirdikleri bayraklı fotoğraflardan anlaşılıyordu!
 
Sonra yılan hikâyesine dönen dava başladı: tüm “devlet cinayetleri/katliamları” gibi, Hrant cinayeti
 
davası da tozlu dehlizlerinde kaybedilmek üzere Türk adaletine tevdi edildi...
 
“Cinayetten hemen sonra ortaya çıkan bilgiler Emniyet İstihbarat Daire Başkanlığı’nın, Trabzon ve
 
İstanbul Emniyeti’nin, Trabzon Jandarmasının cinayeti önceden bildiğini ancak önlemek için harekete geçmek
 
bir yana adeta cinayete giden yolları açtığını gösteriyordu. Kurumsal bir mutabakat olduğunu ima edecek
 
biçimde hiçbir kurum, suçlanmaktan kurtulmak ve rekabet içinde olduğu diğer kurumları açığa çıkarma
 
pahasına olsa bile cinayeti önleyecek adımı atmamıştı.
 
Yapılan adli ve idari soruşturmalarda sorumlulukları olanlar adlarıyla, sanlarıyla, suçlarıyla ortaya
 
çıkmıştı. Ama bir türlü dönemin kudretlileri hakkında dava açılamıyordu. Cinayette kamu görevlilerinin
 
sorumluluğuna işaret eden gazetecilerden şanslı olanlar yargılanıyor, biraz daha şanssız olanlar ise
 
tutuklanıyordu. Yargılanan tetikçi ve etrafındaki birkaç genç oldu. Üstelik mahkeme, adaletle ve herkesle dalga
 
geçer gibi cinayette örgüt olmadığını söylüyordu. Bu karar Yargıtay’ca ‘örgüt var ama terör örgütü değil, adi
 
bir çete’ gerekçesiyle bozdu. AİHM hem cinayet öncesinde ifade özgürlüğünü ve yaşam hakkını korumadığı
 
için hem de cinayetten sonra kamu görevlilerini yargı önüne çıkarmadığı için Türkiye’yi mahkûm ettiğinde bile
 
hiçbir şey değişmedi. Başbakanlık Teftiş Kurulu, Devlet Denetleme Kurulu, İçişleri Bakanlığı müfettişlerinin
 
raporlarında ortaya konulan sorumluluklar yok sayılıyordu. İdare ya gerekli soruşturma iznini vermiyor ya da
 
Jandarma Komutanı Ali Öz örneğinde olduğu gibi basit bir ‘görevi ihmal’ suçundan yargılama yapılıyordu.
 
İçişleri, Adalet ve Dışişleri Bakanlığı AİHM kararının baskısıyla bir araya geliyor ancak ‘Soruşturmada
 
yapacak bir şey kalmamıştır’ yazılı tutanak tutuyordu.”[11]
 
“Örgüt yoktur!” “Vardır ama terör örgütü değil, adi çetedir!” itişmeleriyle, adları dosyalarda geçen ve
 
Hrant cinayetinde bilgileri, onayları olduğu, delilleri kararttıkları ayan beyan ortada olan kamu görevlilerinin
 
soruşturulmasına kurumlarınca ısrarla izin verilmemesiyle tam Hrant Dink davası gözlerden yitirilecekti ki...
 
çanak-çömlek patladı: Hükümet-Cemaat kavgası patlak verdi!
 
Süreç bundan sonra hız kazandı: Dink cinayetinde kamu görevlilerinin ihmaline ilişkin soruşturmayı 3
 
yıldır süründüren (ve şimdilerde hakkında Gülen cemaatiyle ilişkileri gerekçesiyle “yakalama kararı”
 
çıkartılmış olan) savcı Muammer Akkaş’ın soruşturmadan el çektirilmesi sonrasında dosyayı Cumhuriyet
 
Savcıları Yusuf Hakkı Doğan ve Gökalp Kökçü devraldı. Doğan’ın Yargıtay’a atanması sonucunda ise, dosya
 
tek başına İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı Terör ve Örgütlü Suçlar Bürosu savcılarından Gökalp Kökçü’ye
 
Soruşturma savcısı Kökçü, zaman içinde daha önce dosyada adı geçen hemen tüm devlet görevlilerinin
 
“şüpheli” sıfatıyla tek tek ifadesini aldı: Emniyet İstihbarat Daire Başkanı Engin Dinç, dönemin İstanbul eski
 
Emniyet Müdürü (2009’da AKP iktidarınca Osmaniye valiliğine atanan!) Celalettin Cerrah, Trabzon eski
 
3
 
Emniyet Müdür Reşat Altay, İstanbul eski İstihbarat Şube Müdürleri Ahmet İlhan Güler ve Ali Fuat Yılmazer,
 
İstihbarat eski Daire Başkanı Ramazan Akyürek ve İstihbarat Eski Daire Başkan Yardımcısı Coşkun Çakar’ın
 
da arasında bulunduğu 25 kişi, “şüpheli” sıfatıyla hazırladığı iddianamede yer alacaktı. İddianamede bu
 
isimlere yöneltilen suçlamalar, “suç işlemek amacıyla örgüt kurma”, “kasten öldürme”,”resmi belgede
 
sahtecilik”, “resmî belgeyi bozmak, yok etmek veya gizlemek” ve “görevi kötüye kullanmak”tı.[12] Böylelikle,
 
savcı Kökçü ile Başsavcılık arasında birkaç kez gidip gelen ve nihayet kabul edilerek işleme konulan
 
iddianamede:
 
Dönemin istihbarat daire başkanı Ramazan Akyürek ile İstihbarat Eski Daire Başkan
 
Yardımcısı Coşgun Çakar’ın “tasarlayarak kasten öldürmek” suçundan ağırlaştırılmış müebbet;
 
İstanbul eski İstihbarat Şube Müdürü Ali Fuat Yılmazer’in “tasarlayarak kasten
 
öldürmek” suçundan ağırlaştırılmış müebbet, “silahlı örgüt kurmak, resmi belgeyi yok etme,
 
görevi kötüye kullanma” suçlarından 19 yıldan 32 yıla kadar hapis;
 
Dönemin Trabzon İstihbarat Şube Müdürü olan Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat
 
Daire Başkanı Engin Dinç ve eski İstanbul İstihbarat Şube Müdürü Ahmet İlhan Güler hakkında
 
“kasten öldürmenin ihmali davranışla işlenmesi, görevi kötüye kullanma” suçlarından 15 yıl
 
6’şar aydan 22’şer yıla hapis;
 
Dönemin Trabzon Emniyet Müdürü Reşat Altay hakkında “kasten öldürmenin ihmali
 
davranışla işlenmesi, görevi kötüye kullanma ve resmi belgeyi yok etme” suçlarından 29 yıl
 
6’şar aya kadar hapis;
 
Dönemin İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah ve eski İstihbarat Daire Başkanı
 
Sabri Uzun hakkında “görevi kötüye kullanma” suçundan 6’şar aydan 2’şer yıla kadar hapis
 
cezası öngörülüyordu.[13]
 
Ne güzel, değil mi? Cevval bir savcının görevi devralmasıyla yıllardır sürüncemede bırakılan Hrant
 
Dink cinayeti dosyası nihayet ciddiyetle ele alınmış, adları kamuoyunca bilinen-bilinmeyen bir dizi kamu
 
görevlisi, haklarında salt “görevi ihmal”i çok aşan suçlamalarla adalet önüne sevk edilebilmiş, hatta birkaçı
 
tutuklanmıştı,[14] nihayet. Öyle ki, 28 Şubat 2015 tarihli yazısında “Dink cinayetinin ilk günlerinden beri ifade
 
ettiğimiz ana kanaatimizi, tekrar edelim: Bu bir devlet cinayeti. Bu nedenle, Ramazan Akyürek’in
 
sorgulanması, bir gelişme sayılabilir, ama yetmez,”[15] diyen (“yetmez ama evet”çi) Oral Çalışlar, çok değil, 8
 
ay sonra, 21 Kasım 2015’te “Devlet güçlerinin, Paralel Yapı’nın ve siyasi iradenin Hrant Dink cinayetindeki
 
rolleri, sorumlulukları, hesapları ya da ihmalleri aydınlanıyor,”[16] diye seviniyordu!
 
Oral Çalışlar’ı sekiz ayda umutsuzluktan nikbinliğe sevk eden nedir, bilinmez; ama Hrant’ın devlet
 
eliyle öldürülmesi karşısında adaletin yerini bulması, bütün gerçek suçluların ortaya çıkartılıp
 
cezalandırılmasını istemekten başka hiçbir “hesapları” olmayanlar için gelişmeler pek de “sevindirici” değil...
 
Çünkü Savcı Kökçü’nün hazırladığı iddianamede Hrant Dink’in katlinin bütün sorumluluğunu devlet içindeki
 
Fethullahçı “paralel yapılanma”ya yıkma gayretin sırıttığını görmemek için fazlasıyla AKP meftunu olmak
 
gerekiyor.
 
Savcı Kökçü’nün 160 sayfalık iddianamesinde bir numaralı şüpheli olarak geçen eski Emniyet İstihbarat
 
Daire Başkanı Ramazan Akyürek’in FETÖ/PDY (“Fethullah Gülen Terör Örgütü/Paralel Devlet Yapılanması”)
 
örgütü yöneticilerinden olduğu ve 2006 yılında daire bünyesinde C-5 Bürosu’nu kurduğu, bu büroyu da 2012
 
yılına kadar mevzuat dışı çalıştırdığı anlatılıyordu. Akyürek’in yasadışı çalıştırdığı büroya komiser ve komiser
 
yardımcıları atadığına dikkat çekilen iddianamede, büroda FETÖ/PDY terör örgütü tarafından başlatılması
 
planlanan Ergenekon soruşturmalarının hazırlığının yapıldığı anlatıldı. C-5 bürosunda Hrant Dink cinayeti ile
 
ilgili 62 adet evrak olduğuna dikkat çekilen iddianamede, Ergenekon soruşturması ve davasıyla ilgili 131 adet,
 
Malatya Zirve yayıncılık cinayeti ile ilgili 79, Muhsin Yazıcıoğlu’nun ölümü ile ilgili ise 69 adet evrak
 
bulunduğu anlatıldı. Şüpheliler Ramazan Akyürek, Ali Fuat Yılmazer ve Coşgun Çakar’ın Dink cinayetinden
 
önceden haberdar oldukları anlatılan iddianamede, “Bunun için hazırlıklar yapan suç örgütü yönetici ve üyeleri
 
ile cinayeti işleyecek tetikçi ‘Ogün’ ismine kadar her şey önceden bilinmesine rağmen, amaç suçun
 
gerçekleşmesi için araç suç niteliğinde olan Hrant Dink cinayetinin gerçekleşmesinin beklendiği tespit
 
edilmiştir” denilmekteydi. (...) Dönemin İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah’ın Dink’e yönelik
 
tehditlere ilişkin bilgi sahibi olduğu belirtilen iddianamede, “(...) Dink’e yönelik saldırıların bir veya birkaçı
 
Dink’e yönelik koruma tedbirlerinin alınmasını zorunlu kılmaktadır. Hrant Dink’e şahsi ve fiziki koruma
 
tedbirleri alınması için talimat vermesi gerekli iken vermemiştir” yorumunda bulunuluyordu.
 
Öte yandan, “Dink’in öldürülmesinde kamu görevlilerinin ihmali olduğu iddiasıyla yürütülen
 
soruşturma kapsamında hazırlanan iddianamede Ergenekon sanıkları ve emniyetçilerin de aralarında bulunduğu
 
4
 
50 kişinin şüpheli olarak incelendiği ancak haklarında takipsizlik kararı verildiği ortaya çıktı. Takipsizlik
 
verilen isimler arasında Ergenekon davasında yargılanan Mehmet Fikri Karadağ, İlhan Selçuk, Avukat Kemal
 
Kerinçsiz, emekli General Veli Küçük, Oktay Yıldırım, Hikmet Çiçek, Vedat Yenener’in isimleri yer aldı.
 
Takipsizlik verilen isimler arasında eski İstanbul Terörle Mücadele Şube Müdürü olan ve paralel yapı
 
soruşturmasında müfettiş olarak rapor hazırlayan Selim Kutkan, dönemin Malatya İstihbarat Şube amiri Ali
 
Loğoğlu da var.”[17]
 
Bir başka deyişle, AKP ile Gülen cemaatinin kıran kırana bir kavgayla yollarını ayırmalarıyla birlikte
 
ortaya çıkan “yeni durum”, Hrant Dink cinayetinde tüm suçu Cemaat’e yıkarken, “Ergenekon”u da aklamayı
 
gerektiriyordu! AKP “devlet”i, Cemaat’le yollarını ayırırken (bir zamanlar tasfiye etmek için Cemaat’e bağlı
 
emniyet görevlileri, hâkim ve savcıları kullandığı) “Ergenekoncular”la barışıyordu!
 
 Yeni kurguda, Emniyet İstihbarat Daire Başkanı (FETÖ/PDY(!) mensubu Ramazan Akyürek,
 
“Ergenekon” davasını hazırlamak üzere daire bünyesinde C-5 adlı bir büro oluşturmuştu. 2012 yılında İçişleri
 
Bakanlığı’nın oluru ile, ama “Kanun ve mevzuat dışı gizlice oluşturulan” ve Emniyet Genel Müdürlüğü
 
İstihbarat Daire Başkanlığı C Şube Müdürü Ali Fuat Yılmazer’in yönettiği birim, “Hrant Dink, Rahip Santora
 
cinayeti, Zirve Yayınevi cinayetleri, Ergenekon, Balyoz ve diğer önemli tüm olaylara” bakıyordu ve “yapılması
 
planlanan Ergenekon, Balyoz ve benzeri operasyonların altyapısını” hazırlıyordu. Yılmazer’i tutuklama kararı
 
veren İstanbul 5. Sulh Ceza Hâkimliği’nin kararında, “Sonradan kumpas oldukları anlaşılan Ergenekon, Balyoz
 
gibi soruşturmaları başlatmayı amaç edinen suç örgütünün yöneticilerinden olduğu, bu anlamda amaç suçun
 
gerçekleştirilmesi için Hrant Dink cinayetinin araç suç niteliğinde olduğu, şüphelinin de yöneticisi olduğu suç
 
örgütünce, Hrant Dink’in mutlak suretle öldürüleceği, bunun için hazırlıklar yapıldığı”[18] ifadeleri yer
 
alıyordu.
 
Bir başka deyişle, devlet içinde (her nasılsa Başbakana, hükümet üyelerine, AKP yöneticilerine
 
hissettirmeden!) örgütlenerek “paralel bir yapı” oluşturan Fethullahçı “teröristler” (?!) Hrant Dink’in
 
öldürüleceğini bilmelerine karşın, bu cinayetten tasarladıkları “Ergenekon davası”nda yararlanmak üzere
 
harekete geçmemişler, Hrant’ın öldürülmesine seyirci kalmışlar, hatta cinayete aktif olarak katılmışlardı.
 
Böylelikle Veli Küçük, Kemal Kerinçsiz gibi Özel Harp’çiler “aklanırken”, tüm bu olayların olup bittiği
 
sırada birincil sorumluluk mevkiinde olanlar, örneğin dönemin içişleri bakanı Abdülkadir Aksu, davanın yıllar
 
boyu sürüncemede kalmasına seyirci kalan Mehmet Ali Şahin, Sadullah Ergin; Hrant’ın valiliğe çağrılıp iki
 
MİT elemanı tarafından tehdit edildiği dönemin İstanbul valisi Muammer Güler (ki sonradan İçişleri
 
Bakanlığına getirilecektir!), olay sırasında Trabzon Jandarma Alay Komutanı olan ve Yasin Hayal’in üyesi
 
olduğu örgütün Hrant Dink’i öldüreceği”ne ilişkin istihbaratı Cumuriyet Başsavcılığı’na bildirmemekten
 
yargılanan Albay Ali Öz’ün, ihbarı bildirdiği hâlde[19] hiçbir şey yapmayan Jandarma Genel Komutanı Org.
 
Işık Koşaner (ki 2010’da Genel Kurmay Başkanı olacaktır)... hakkında soruşturma talebinde dahi
 
bulunmamıştır Savcı Kökçü...
 
Yine de, iktidar kliklerinin çatışması sonucu ortaya saçılan bilgi ve belgeler, hepimizin iliklerimizde
 
hissettiğimiz, tecrübelerimizden bildiğimiz ve ahbariğimizin kanı kurumadan meydanlarda haykırdığımız bir
 
gerçekliği ortaya çıkartıyordu: Hrant devletin iradesi, delaleti, suçortaklığıyla katledilmişti...
 
“Ergenekoncular”ın, AKP iktidarının, “FETÖ/PDY”cilerin, TSK Komuta kademesinin iş ve elbirliğiyle.
 
Güvercini “biri tutmuş, biri tüylerini yolmuş, biri pişirmiş, öbürü de yemişti”... Devletin “âlî menfaatleri” o gün
 
öyle gerektirmişti.
 
Aynı “âlî menfaatler” bugün ise cinayeti Fethullahçılar’a yıkıp suret-i haktan görünmeyi gerektiriyor.
 
Ve de Hrant Dink’in katli davasını Emniyet (ve bürokrasinin diğer kesimleri) arasında yuvalanmış olan irili-
 
ufaklı bir dizi cemaatin iktidar çatışmalarında kullanılmasını...[20]
 
Evet, Hrant Dink davası “tehdit” addettiği insanları katledip “organize cinayet”in her kademesini
 
kollayan, klikler arası ittifak çöktüğünde ise işlediği cinayeti birbirini tasfiyede kullanan devletin kirli
 
oyunlarının sahnelendiği kötü bir “müsamere”ye dönüştürüldü gerçekten de...
 
Bizlere düşen ise, hepimizin bildiği gerçeği, daha güçlü, daha kararlı, daha gözükara bir biçimde
 
haykırmak: “Hrant’ın katili devlet, hesap verecek!”
 
Sabahattin Ali’den, Tahir Elçi’ye, tüm devlet eliyle katledilmişler adına hatırlayıp/ hatırlatalım
 
Ovidius’un uyarısını: “Ah! Nimium faciles qui tristia crimina caedis Fluminea tolli posse putatis aqua/ Ah, siz
 
de ne çabuk kanıyorsunuz, siz ki, akan suyun bir cinayetin korkunç lekelerini temizleyebileceğini
 
sanıyorsunuz”!
 
* * *
 
5
 
7 Ocak 2016 10:50:31, Ankara.
 
N O T L A R
 
[*] ‘Ankara Düşünceye Özgürlük Girişimi’nin 16 Ocak 2015 tarihinde Ankara’da düzenlediği ‘Yüzyıllık Yalnızlık’ başlıklı
 
sempozyumda yapılan konuşma… Newroz, Şubat 2016…
 
[1] Hrant Dink.
 
[2] Günay Aksoy, “Dink Cinayeti ‘İç Çatışmayı’ Aşar”, Gündem, 20 Ocak 2015, s.11.
 
[3] M. Ender Öndeş, “Hüküm Aslında Çoktan Verilmişti”, Gündem, 19 Ocak 2015, s.14.
 
[4] Yasin Hayal’in arkadaşı Ergün Çağatay, ifadesinde, “2006 Ağustos’unda İstanbul Büyükçekmece’de bir inşaatta
 
çalışırken Yasin Hayal’in yanında birkaç kişiyle beraber kendisini ziyarete geldiğini, sohbet ettiklerini, akşam Hayal’le buluştuklarını,
 
Hayal’in kendisine ‘Sen mesela kendine Mehmet Ali Ağca’yı örnek alabilirsin, ben mesela sürekli olarak o kişiyi örnek alırım, sen
 
gözünü kırpmadan tetiği çekebilirsin’ deyip, ardından Orhan Pamuk’tan bahsettiğini söylüyor. (Ömür Şahin Keyif, “Tetikçilerin
 
İfadeleri Temel Olamaz”, Birgün, 19 Ocak 2015, s.17.) Çağatay “sıcak” bakmayınca, anlaşılan aynı teklif Samast’a götürülmüş...
 
[5] Ömür Şahin Keyif, “Tetikçilerin İfadeleri Temel Olamaz”, Birgün, 19 Ocak 2015, s.17.
 
[6] “Milliyet’in aldığı bilgiye göre; araştırmalarda, Samast’ın cinayeti işlemek için İstanbul’a gidişinin Trabzon Emniyeti
 
İstihbarat Şubesi’nce takibe alındığı anlaşıldı. Samast’ın cinayetten iki gün önce 17 Ocak 2007’de otobüsle İstanbul’a hareketi
 
öncesinde ve sırasında otobüs terminali üzerindeki telefon HTS kayıtlarında yapılan incelemede, Trabzon İstihbarat Şubesi’nde
 
görevli çok sayıda görevlinin terminalde bulunduğu saptandı. Daha sonra Trabzon Emniyeti İstihbarat Şubesi’nin kayıtlarında
 
‘terminal ve bölgesinde herhangi bir operasyon veya takip yapılıp yapılmadığı’nı araştıran savcılık, Samast’ın gidişi sırasında
 
İstihbarat Şubesi’nce ‘terminal ve çevresinde şubenin görev alanıyla ilgili hiçbir iş ve işlemin yapılmadığı’ tespit etti. Böylelikle, şube
 
personelinin, Samast’ın İstanbul’a gidişini takibe aldığını ortaya kondu.” (Tolga Şardan, “Samast’ı İstanbul’a İstihbarat Uğurlamış”,
 
Milliyet, 21 Kasım 2015, s.18.)
 
[7] “Kamera kayıtlarında yapılan incelemede, Dink’in girip çıktığı bankanın kamera görüntülerinin kayıp olduğu görüldü.
 
Dosyada, görüntülerin banka şubesinden alındığı yönünde tutanak olmasına rağmen görüntülere ulaşılamadı. Ayrıca, Emniyet Genel
 
Müdürlüğü İstihbarat Dairesi’ndeki telefon kayıtlarının dönemin daire başkanı Ramazan Akyürek tarafından 2011’de imha ettirilmesi
 
nedeniyle cinayetin işlendiği 2007 ile geriye dönük 2006’daki telefon kayıtları bulunamadı. Bunun üzerine, bölgedeki baz
 
istasyonlarından kayıtların alınmasına çalışıldı. Ancak bu çalışma sırasında, baz istasyonlarının bazılarının yerlerinin cinayetten
 
hemen sonra değiştiği ve bu nedenle kayıtlara ulaşılamadığı ortaya çıktı.” (Tolga Şardan, “6 kamu Görevlisi Samast’ı İzlemiş”,
 
Milliyet, 20 Kasım 2015, s.17.)
 
[8] Tolga Şardan, “6 kamu Görevlisi Samast’ı İzlemiş”, Milliyet, 20 Kasım 2015, s.17.
 
[9] “Başta İstanbul Emniyet Müdürü vardı. Tam 17 adet ‘Hrant Dink öldürülecek’ bilgisini gizlemişti. Neden gizlediğini de
 
‘düşük ihtimalliydi’ diye açıkladı.” (Nâzım Alpman, “Herkesin Bildiği Cinayet: Hrant’ı Devlet Öldürdü!”, Birgün, 19 Ocak 2015,
 
[10] “Ben Yasin’e ‘olay nasıl olacak?’ dedim. Yasin de bana ‘direkt olarak vuracaksın bu şekilde imzamız olacak. Otobüsten
 
Trabzon’a dönerken Samsun’dan seni alacaklar. Eğer burada alınırsan Ramazan müdür açığa çıkar’ dedi.” (Ayşegül Usta, “Samast,
 
Dink Cinayetinde Polisi İşaret Etti”, Hürriyet, 10 Aralık 2014, s.16.)
 
[11] Kemal Göktaş, “8 Yıl Sonra Sis Perdesi Aralandı”, Milliyet, 19 Ocak 2015, s.13.
 
[12] Damla Güler, “Dink İddianamesi İade Edildi”, Milliyet, 21 Ekim 2015, s.21.
 
[13] Damla Güler, “… ‘C-5’te Ergenekon Hazırlığı”, Milliyet, 10 Aralık 2015, s.21.
 
[14] Dönemin Emniyet İstihbarat Daire Başkanı Ramazan Akyürek (daha sonraki yıllarda Teftiş Kurulu Başkanlığı yaptı, 17
 
ve 25 Aralık 2013 sonrasında Mart 2014’de açığa alındı), cinayetin tasarlandığı dönemde İstihbarat Daire Başkanlığı C-Şubesi
 
(Azınlıklar, aşırı sağ faaliyetler ile irticai faaliyetlerin izlendiği bölüm) Müdürü Ali Fuat Yılmazer, Trabzon Emniyet Müdürlüğü
 
İstihbarat Şube Müdürlüğü’nde görevli polis memuru Muhittin Zenit, Trabzon Emniyet Müdürlüğü İstihbarat Şube Müdürlüğü’nde
 
görevli polis amiri Özkan Mumcu, dönemin Trabzon İstihbarat Şube Müdürlüğü Amiri Ercan Demir (AKP-Cemaat kavgası patlak
 
vermeden Cizre Emniyet Müdürlüğü’ne atanmıştı) davanın tutuklu sanıkları. Tesadüf bu ya, hepsi de Fethullah Gülen’ci olarak
 
bilinen isimler!
 
[15] Oral Çalışlar, “Ramazan Akyürek, ‘Paralel Yapı’, Dink Cinayeti...”, Radikal, 28 Şubat 2015…
 
http://www.radikal.com.tr/yazarlar/oral_calislar/ramazan_akyurek_paralel...
 
[16] Oral Çalışlar, “Hrant Dink Cinayeti Aydınlanıyor, Şimdi Hesap Sorma Zamanı”, Radikal, 21 Kasım 2015…
 
http://www.radikal.com.tr/yazarlar/oral_calislar/hrant-dink-cinayeti-ayd...
 
[17] Damla Güler, “… ‘C-5’te Ergenekon Hazırlığı”, Milliyet, 10 Aralık 2015, s.21.
 
[18] Damla Güler, “C5 Gizli Birimi Altyapı İçin Öldürdü”, Milliyet, 30 Mayıs 2015, s.26.
 
[19] Yalçın Yusufoğlu, 17 Ocak 2015, Sesonline.net. http://www.sesonline.net/php/genel_sayfa_yazar.php?
 
KartNo=58688&Yazar=Yal
 
[20] “İstanbul’dan Ankara’ya ulaşan bilgilere göre, soruşturmada, bu kadar yeni delil bulunup açılım yapılmasına karşın
 
savcılık, Emniyet içindeki farklı yapıların birbirleriyle mücadelesinden fazlasıyla rahatsız.
 
Savcılığın bu rahatsızlığının, daha Büyüteç’te kamuoyuna yansıttığım Emniyet içindeki “Okuyucu/ Yazıcı, KÖZ’cü ve
 
Gülen Cemaati”ne yakın polislerin birbirleriyle olan çatışmasından kaynaklandığı belirtiliyor. Kulislere yansıyan bilgilerde, Emniyet
 
içindeki grupların birbirlerine karşı üstünlük sağlamak amacıyla Dink soruşturmasını kullandıkları ifade ediliyor.Bu grupların
 
soruşturmayı etkilemesinden kaygı duyan savcılık, bu nedenle dosyada yeralan bilgiler ve tüm kayıtlarının avukatların ulaşmasına
 
kısıtlama koydu. Bu kısıtlamaya Dink ailesinin avukatları da dahil edildi.” (Tolga Şardan, “Dink Soruşturmasında Sona Doğru”,
 
Milliyet, 28 Eylül 2015, s.11.)

Kategori: 

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Hapishane Dergisinin 51. Sayı...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 2024 tarihli 51. sayısı...
TEK KİŞİLİK HÜCREDE YAZILAN BİR ÖYKÜ: DE...
               Mahallenin kimi çocukları ondan hem korkar hem de onunla uğraşmaktan vazgeçmezdi kargalar...
Duvarları delen çizgiler
Balıkesir Burhaniye yakınlarında yaşayan arkadaşlara davet. 10 Aralık'ta Insan hakları haftasında, Burhaniye Yerel Demokrasi ve Insan Hakları Gündemi...

Konuk Yazarlar

Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...
Girit Leblebisi
  Ben vakitlice davranmış, gün batımını da izlemek için kahvelerin gürültüsünden uzakça bir bankı gözüme kestirip oturmuştum. Bir süre sonra,...