Reddediyoruz

Abuzer Yalçın kullanıcısının resmi
Telefondaki alarmın sesiyle irkildi. El yordamıyla telefonu bulup alarmı kapattı. Yüzünü yorgandan dışarıya çıkardığında odanın soğukluğunu daha iyi hisseder oldu.

Dönüp uyumak istiyordu ama servisi kaçırırsa işe yetişme şansı yoktu.
 
Bir yıl önce girmişti bu işe. Askerden döndükten iki yıl sonra nihayet sigortalı bir iş bulmuştu. Ancak iş yaşadığı şehirde değildi. Ama sorun etmedi. Edemezdi.
 
Soğuğa alıştıktan sonra tüm bedenini yorganın altından sıyırdı. Soğuk artık iliklerine kadar işliyordu. Tek göz bu odayı işe girdikten bir hafta sonra maaşının yarıya yakınını kira olarak vermek karşılığında tutmuştu. Girişte bir hol, holün ortasında hem tuvalet hem de banyo olarak kullanılan kısma açılan bir kapı ve az ilerde de yattığı oda. Evin hepsi bundan ibaretti. Mutfak sayılabilecek ne bir oda ne de holde ayrılmış bir köşe vardı. Küçüktü ama idare etmek zorundaydı. Zor bulmuştu bu evi. Çünkü Suriye’deki savaş bu ildeki kira fiyatlarını yükseltmişti. Kiralık ev bulmak akşam eve gelirken kasaptan et almak kadar zordu.
 
 Ortasında eski bir halı, girişinde eski ama sağlam olduğu belli olan bir soba bulunan bu odada çok fazla eşyası yoktu. Bir kat yatak, eski bir televizyon, dökmeyi unuttuğu ve artık dolup taşmış bir kül tablası, yenmiş bir yemekten arta kalanlar…
 
Artık iyice kendine gelmişti. Başucunda duran telefondan saate baktı. Saat 05.15’ti. 05.45’de servis evin iki üst caddesinden geçiyor ve yaklaşık kırk dakika sonrada iş yerine varıyordu. Bu hafta 7-3 vardiyasındaydı. Telefonu bir kenara bıraktı. Soğuktan büzüşmüş eli çakmağa ve sigaraya uzandı. Ancak sigara paketi boştu. Avucunun içinde sigara paketini buruşturdu. Afili bir küfür sallayıp paketi sobanın önüne doğru fırlattı. Sigara içmeden kendine gelemiyordu.
 
Hızlıca lavaboya gitti. Soğuk suyla yüzünü yıkadı. Soğuk su iyi gelmişti. Hemencecik giyindi. Geçen hafta bilmem kaç taksitle aldığı akıllı cep telefonu başta olmak üzere çakmağını, anahtarlığını ve tutmamış iddaa kuponları ile dolu cüzdanını üzerine aldı. Kabanını giyerken bir koku dikkatini çekti. Kabanını astığı yerden gece yağan yağmur neticesinde su sızmış ve bu da kaban üzerinde dayanılmaz bir küf kokusu bırakmıştı.
 
Ayakkabılarını giyindi. Kendini şehrin soğuk, kalabalıklar içindeki yalnız işçi yığınlarının öbek öbek bekleştiği sokağa amaçsız attı. Sabahın bu erken vaktinde henüz güneş bile uykusundan uyanmadan kendini sokaklara atan işçilerin arasına katıldı. Her köşede koyu bir sohbet ve uykudan yeni uyanmış gözler vardı.Vardiya arkadaşlarının beklediği büyükçe bir elektrik direğinin ve yağan yağmurla bir bataklığı andıran çamur deryasının bulunduğu köşeye vardı. Aklında tek bir soru vardı: ”Kimden sigara istemeli?”
 Neyse ki herkesle iyi anlaşır. Kimseden olanını esirgemez bir insandı. Yan makinede çalışan Ahmet Usta ordaydı. Hemencecik yaklaştı. Merhabanın ardından asıl hedefi olan sigarayı istedi.
 Ahmet Usta kırkına merdiven dayamış, iki çocuklu bir aile babasıydı. Tıknaz ama güçlü bir vücuda sahipti. Dudaklarının hemen üstünden başlayan ve burun seviyesine kadar uzanan gür ama tütün içmekten sararmış bir bıyığa sahipti. Kendisi esmer olmasına rağmen yüzünün orta yerinde duran kırmızı ile sarı arasında belki de tam anlamıyla turuncuya çalan bıyık acıdan kıvrımlaşmış yüzde hem bir gurur hem de bir gülünç ifadesi gibi duruyordu.
 
 Sigarayı soğuktan çatlamış dudaklarının arasına aldı. Ceplerini yokladı. Çakmağı pantolonun sağ cebindeydi.  Bir eliyle çakmağı çakarken diğer eliyle de alev sönmesin diye çakmağı sabah ayazından koruyordu.
 
 Önce çakmağın sesi arından da alev alan tütün sesini işitti. Öylesine bir nefes çekti ki sigaradan gören yeryüzündeki tüm havayı ciğerlerine çekti sanır. Bir nefes daha aldı güçlüce dudakları arasındaki sigaradan. Sonra ayazdan çatlamış eli ile aldı sigarayı dudaklarının arasından. Ahmet Usta’yı her gün gördüğünden daha dalgın görmüştü. Sormak ihtiyacı hissetti.
 
 "Hayırdır Ahmet Ustam, dalgınsın."
 "Canım çocuklara sıkkın biraz. En çokta sekizinci sınıfa giden kızıma. Bu yıl sınava gireceklerini ve ders çalışmasını tembihlemeye kalktığımda bana Hale’nin babasının özel ders aldırdığını benim ise geçen haftaki deneme parasını vermediğimi söyledi. Ona canım sıkkın. Sabah ben gelirken uyuyordu. Başucuna 5 tl bıraktım. Ama kız haklı kardaş, el neler alıyor çocuklarına biz…"
 Sözünü tamamlamasına izin vermedi. Belki de Ahmet Usta’nın üzüntüsünü dağıtacağına inandığı için lafa girdi:
 "Boş ver be usta. Okuyacak adam her şekilde okur. Hem sen patron musun da çocuğa özel ders aldıracaksın? Bak bizim bir matematikçi vardı. Allah seni inandırsın…"
 
Sözünü tamamlayamadan servisin gelişi ile tüm sohbet yarım kaldı. Herkes gibi o da birden hareketlendi. Parmaklarının arasında duran sigaradan ardı ardına bir iki güçlü nefes aldı. Ahmet Usta’nın ardından o da kendini servise atmıştı. Servisin içi gözlerinden uyku damlayan yaşamdan bezmiş, sanki Nazi toplama kampına giden insanlar ile doluydu.
 
 Ahmet Usta önden ikinci sırada sağ tarafta kendisi ile yaşıt bir başka usta ile oturuyordu. Yanlarından geçerken ikisini de selamladı. Yer bulmak için arka sıralara doğru ilerledi. Nihayet bir yer buldu. Muharebe kazanmış muzaffer bir komutan edası  tek boş olan koltuğa oturdu. Boştu çünkü burası teker üstü idi.
Geri kalan her yer dolmuştu. Kendinden sonra gelenler artık sağlı sollu koridora dizilecekti. ‘Teker üstü de olsa oturarak gitmek gibisi var mıdır?’ diye düşündü.  Sabahın köründe çalışmaya giderken bir de kırk dakikalık şehir içi yolculuğunu ayakta çekmek tam bir işkenceydi. Üstelik neden herkesin oturarak gitmesi için yeterli koltuk yoktu? Neyse ki o bir koltuk sahibi idi artık ve tüm yolculuk boyunca daha geçen hafta aldığı akıllı telefonu ile oynayabilecekti.
 
 Elini kabanın sağ iç cebine attı. Keskin küf kokusu hâlâ üstündeydi. Cebini karıştırıyordu. Telefonu ararken eline bir kâğıt parçası geldi. Ne olduğunu hatırlayamadı. Telefon da ordaydı ama artık kâğıda olan merakı daha fazlaydı. Hemen kâğıdı çıkardı. Küçük, üzerinde yazılar olan sanki bir market tanıtım kâğıdıydı. İyi de öyle olsa cebine neden alsın? Her yolda yürüyenin başına gelmiştir. Bir süper market ya da bir mağazanın reklam kâğıdını can havliyle elinize tutuşturur bir genç. Ama siz yaklaşık on adım sonra belki de daha önce buruşturur yere atarsınız. Bu onlardan değildi.
 
Cebinde buruşmuş ve duvardan akan yağmur suyundan yaşarıp rengi değişen ama üzerindeki yazıları okunan kâğıdı dikkatlice açtı. İlk an anlamaya çalıştı, ne idi bu kâğıt? Sonunda hatırlar gibi oldu. Dün servisten merkezde inmiş ve bir müddet gezdikten sonra bir iddaa bayisine girip o günün maçlarına bakmıştı. İşte tam bayiden çıktığında kararlılığı ve taşıdığı umudu yüzüne sinmiş üzerlerinde kırmızı-sarı renkli orak çekiç amblemli önlükler giyen ve avazı çıktığınca bağıran birkaç genç çıkmıştı.
 
 Önce anlamadı. Sonra gençlerden top sakallı olan yanına yaklaşıp işte o kâğıdı vermişti. Kendisinden uzaklaşırken hâlâ bağırıyordu: ”NATO’dan çıkılacak, fabrikalar kamulaştırılacak. Bizim olan her şey çalanlardan geri alınacak!” Neyse ki o kararlı gençler uzaklaşmıştı. Kâğıdı buruşturdu. Tam atmak isterken birden çekindi ve kabanın iç cebine sıkıştırıp yoluna devam etti. İşte ellerinin arasında duran kâğıt o kâğıttı.
 
 Çok okumayı sevmezdi. Hatta hiç okumazdı. Çoğu zaman gazetelerin spor sayfalarını bile bitirirken zorlanırdı. Ama bugün bu yazı dikkatini çekmişti. Belki de yazı değil de o kararlı gençlerin karanlığı yırtan çığlıkları okuması için ısrar ediyordu elindeki kâğıdı.
 
Heceleyerek, hiç anlamadan okumaya başladı: ”Re-re-redde-di-yo-yoruz! Kokuşmuş bu düzeni ve bu düzenin tüm kirli oyunlarını! İnsanın insanı sömürmesine dayalı bu düzen yıkılacak! Patronlar için değil kendimiz için çalışacağız!” Cümleyi tamamladığında çok yorulduğunu hissetmişti. Okuyamazdı gayri geri kalanı. Bu kadarını okuması bile onun için büyük bir işti. Bir an buruşturup yere atmayı düşündü,  sonra birden vazgeçti. Okuduğu kısmı tekrar okudu ve bu sefer daha düzgün katlayarak cebine koydu.
 
Bu kadar okuma yeterdi ona. Cebine kâğıdı bırakıp telefonunu aldı. Geçen hafta almıştı bu telefonu. Bilmem hangi markanın artık J mi S mi bilmem ne isimli modelinin mini ikisiydi telefon. Son model değildi, zaten  gücü de yetmezdi son modelini almaya. Çok para idi çok ama dün oynadığı iddaa kuponu bir tutsa kesinlikle yapacağı ilk iş bu telefonun son modelinden almak olacaktı.
Telefon avucunun içinde iken birden kendini başka bir yerde buldu ve ne olduğunu anlayamadı. Karşısında dünkü o mağrur delikanlı vardı. Korktu birden ve sordu o gence.
 "Kimsin sen?"
"Ben Sedat. İşçiyim. Sen kimsin?"
"Ben de işçiyim. İşe gidiyorum. Burası neresi? Nasıl buraya geldim ben?"
Delikanlı sorusuna cevap vermedi. Kollarından tutup sarsmaya başladı.
"Eken biz, biçen biz. Yiyen neden onlar? Neden hep işçi ezilir? Biz çalışmazsak, biz üretmezsek patronlar neye yarar?"
 
Bu gencin sorduğu sorulara anlam veremiyordu. Ancak giderek daha şiddetli sarsılıyordu. Bir anda irkildi olduğu yerde. Eğer öndeki koltuğun üzerinde bulunan demir tutacağı kavramasa belki de yere savrulabilirdi. Nasıl olmuş ise uyumuştu. Önce ne olduğunu anlayamadı. Sonra çevresinde hareketlenen işçilerin telaşından ve artık çekilmez olan motor sesinin olmayışından fabrikaya geldiğini anladı.
 
 Amma da uyumuştu. Son hatırladığı elinde telefon ile uğraşıyordu. Bir anda telefonun eline olmadığını anladı ve hışımla elini cebine attı. Neyse ki telefon yerli yerindeydi. Çıkardı ve kontrol etti. Tekrar cebine koyduğunda düzeltip kaldırdığı kâğıdın yerinde olmadığını anladı. Ama nereye gitmişti?  İşte orada, yerde. Peki, oraya nasıl gitmişti? İyice kafası karışmıştı. Serviste gördüğü düş müydü yoksa gerçek miydi? Anlam veremedi.
 
Yere eğildi ve kâğıdı aldı. Kabana akan sudan rengini kaybeden kâğıt yerde iyice kirlenmişti. Önce almak istemedi. Zaten neye yarayacaktı? Sonra az önce düşüne giren genç geldi aklına. Belki de anlamsız bir çekinme vardı içinde. Gördüğü düşün etkisi de olabilirdi. Nasırlı elleri ile temizledi o kâğıdı. Tıpkı demin düş mü yoksa gerçek mi olduğunu anlamadığı zamanda yaptığı gibi düzetti ve cebine koydu.
Servisin yarısı boşalmıştı. O da inmek için ayağa kalktı. Hızlıca yürüdü. Servisten aşağı indi. Bu sefer daha az samimi olduğu ancak her istediğinde sigara verdiği bir arkadaşından sigara aldı. Mesainin başlamasına az bir zaman vardı. Sigarasını yaktı, derince sanki tüm damarları çatlayıncaya kadar genişleyecek bir nefes aldı. Sonra tüm gücü ile geri verdi. Ağzından ve burnundan dumanlar boşaldı. Sigarasını içerken serviste olanlar aklına geldi. Hiçbir anlam veremedi olan bitene. Ne olmuştu? Ayrıca okuduklarından da hiçbir şey anlamamıştı. Ne yani patronun fabrikasına zorla el mi koyacaklardı? Olur muydu öyle şey? Adam bunca kişiye ekmek veriyordu. Hem yaptın diyelim adamın yanına koyarlar mıydı? Polisi, jandarması adamı öldürürdü.
 
 Bu düşünceler arasında sigarası bitti. Elini cebine götürüp akıllı telefonunu çıkardı. Saate baktı. Vakit gelmişti. Telefonu tekrar cebine koydu. Eli yine o kâğıda değmişti. Okuduğundan da olanlardan da hiçbir şey anlamıştı. İlerledi. Fabrikanın çalıştığı kısmına geldi. Sorumlu olduğu makinenin başındaydı. Siren çalmış. İşçiler çalışmaya başlamıştı. Çarklar dönüyordu. Ustabaşlarının sesleri öteden duyulmaya başlamıştı. Oysa hâlâ sabahki düşün etkisindeydi.  Kulağında aynı cümle: ”Neden patronlar için çalışıyoruz?”
 
Öteden seslenen ama sesini duyuramayan ustabaşı iyice sokuldu yanına ve gür bir sesle bağırdı:
 "Abuzer, hadi işe başla! Ne yapıyorsun makinenin başında sersem sersem? Makinenin yağına baktın mı? İplikleri kontrol ettin mi? Yetişmesi gereken mal çok o yüzden sana mesai yazdım. Genç adamsın para lazım olur."
 Yüzündeki bir anlık ebleh bakışı bıraktı ve ustabaşına cevap verdi:
"Bakıyorum ustam, tamam ustam. Sağ olasın Necmi Usta yeni telefon aldım zaten. Hem de akıllı telefon."
"Hadi bırak telefonu melefonu. İşe başla! Diye haykırdı ustabaşı Necmi. Uzun boylu ama koca göbekli bir adamdı."  
 Bu sefer cevap vermedi ustaya. Necmi Usta sabahları savsaklayanları sevmezdi. Bir an önce döndü ve makinenin yağından başlayarak kontrol etmeye başladı.
 
 Diğer tüm fabrikalarda ve vardiyalarda çalışan yüz milyonlarca işçi gibi anlamsız ve amaçsız dâhil olmuştu çarkın dişlilerinin arasına. Makinenin dişleri arasında iplikler akarken kendi sarı dişleri arasında bir kelime akıyordu: ”REDDEDİYORUZ!”

Kategori: 

Bunları Okudunuz mu?

04/20/2024 - 16:37
03/31/2024 - 21:39
03/21/2024 - 04:53
01/14/2024 - 19:15

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Hapishane Dergisinin 51. Sayı...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 2024 tarihli 51. sayısı...
TEK KİŞİLİK HÜCREDE YAZILAN BİR ÖYKÜ: DE...
               Mahallenin kimi çocukları ondan hem korkar hem de onunla uğraşmaktan vazgeçmezdi kargalar...
Duvarları delen çizgiler
Balıkesir Burhaniye yakınlarında yaşayan arkadaşlara davet. 10 Aralık'ta Insan hakları haftasında, Burhaniye Yerel Demokrasi ve Insan Hakları Gündemi...

Konuk Yazarlar

Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...
Girit Leblebisi
  Ben vakitlice davranmış, gün batımını da izlemek için kahvelerin gürültüsünden uzakça bir bankı gözüme kestirip oturmuştum. Bir süre sonra,...