On Çocuktuk

Edebiyat Bahcesi kullanıcısının resmi
Önce bir ıslık sesi duyuldu, ardından bahçe kapımız gıcırtıyla açıldı. İçeriye düşecek gibi oldu dayımın oğlu Elbeyi.

 Nefes nefese kalmıştı. Elini tükürüğüyle ıslatıp saçına şekil verdi…
“Hacı” dedi, “Arkadaşlar okulun önünde bizi bekliyor. Kızılçullu’ya yüzmeye gidiyoruz… Ayrıca nerede bir bardacık ağacı, bağ bahçe görürsek dalarız artık.”
Üzerime kısa pantolonumu geçirip, içi peynir dolu, yarım ekmekle sokağa attım kendimi. Arkamızdan annemin sesi duyuldu:
“Karanlığa kalmayın e mi?”
Yaklaşık on afacan çocuktuk. Gürçeşme Huzurevi’nin yanından Menderes Caddesi’ne iniyoruz. Durakladık. Huzurevinin bahçesinde onlarca heykel âdeta ayakta dikilmiş bizi izliyordu. Bekçi bizi görünce uyuz oldu:
“Defolun gidin lan yolunuza!”
Yolun karşı tarafına koşarak geçtik. Hızla geçen arabalara bakakaldık.
“Bir gün bizim de böyle bir arabamız olur mu?” diye sordu Arap Kenan.
Yanıt veren olmadı.
Cadde boyu tek sıra halinde ilerlemeye başladık. Evler düzenli, bakımlı ve de çok güzeldi; sundurmalı, bahçeli, balkonlu, sürgülü demir kapılı… Oysa bizim oturduğumuz mahallede sokak lambası bile yoktu; olanlar da doğru dürüst yanmıyordu.
Sağımıza solumuza merakla baktık. Birileri bizden uyuz olmuyor değildi hani.
Demiryolundan geçerken rayların üzerinden yürümeye başladık. Önce Elbeyi dengesini kaybedip düştü, ona gülerken bu kez Davut düştü. Elbeyi düştüğü yerden Davut’a güldü.
“Haydin gidelim“ dedim, “Bir yerlerimizi yaralamadan.”
Rayların üzerinde yürümeyi bırakıp Kapalı Sinema‘nın olduğu sokağa girdik. Sinema afişlerine hayran hayran baktık. Kendimizi o zamanki kahramanlarımızın yerine koyuyorduk. Kimimiz Cüneyt Arkın, kimimiz Yılmaz Güney…
Şırno, Davut’a “Erol Taş” dedi.
Kızdı Davut.
“Kızma ya, bana da ‘Camoka’ diyorlar. Ben kızıyor muyum?” dedi Şükrü.
Gülüştük…
“Ne yapalım oğlum sen de Camoka’ya benzemeseydin!” dedi Davut.
Sıkıldık, afişlere bakmaktan vazgeçip yolumuza devam ettik. Yolun solunda, tek sıra halinde yürüdük. Bir hareketlilik çarptı gözümüze…
“Ulan bu kalabalık da ne böyle?” diye sordu Elbeyi.
“Ne bileyim!” dedim.
“Kaza mı oldu ne?” diye sordu merakla Şükrü.
“Ne kazası oğlum, görmüyor musun insanlar tek sıra halinde kuyruk olmuşlar,” dedi Hacı Mehmet.
“Aa baksana ellerinde plastik çatal, tabaklar var,” diye bağırdı Sinan, şaşkınlığını gizlemeden.
“Bırakın yorum yapmayı da gidip bakalım,“ dedi Davut.
Kendisine Erol Taş denmesinden ötürü kızgınlığı sürüyordu hâlâ.
Kuyruk tek sıra halinde ilerliyordu. İçinde kızgın yağ bulunan bir kazana, beyaz gömlekli, göbekli biri lokma döküyor, bir yandan da kâğıt peçeteyle alnında biriken terleri siliyordu. Kızgın yağda pişen lokmaları delikli süzgeçle alıyor, üzerine şerbet dökerek, sıranın en öndekinin eline tutuşturuyordu. Canımız çekti. Aç gözlerle bakıyorduk. Kuyruğa girdik. Sonra birileri kızmasın diye, geri çekildik. Dünya tatlısı, gözleri gök mavisi, sarışın, yirmili yaşlarda bir kadın yaklaştı yanımıza. Omuzuma dokunup başımı okşadı.
“Korkmayın, korkmayın” dedi, “Çok lokma var; size de yeter.”
Elimden tutup beni bahçe kapısının önüne götürdü. Elleri öyle sıcaktı ki, avuçlarımın içi terledi.
“Kaç kişisiniz?”
Heyecanlanmıştım. Bir an durup sesli sesli saymaya başladım.
“Ben, Sinan, Hacı Mehmet, Elbeyi, Nedret, Nuralp, Ali, Haydar, Davut…”
Sonunu getirememiştim. Güldü, elime on-on beş kadar plastik tabak-çatal tutuşturdu.
“Annemizi elim bir trafik kazası sonucunda yitirdik, ona lokma döktürdük.”
Gözleri nemlendi, dudakları titredi. İçim burkuldu. Yüreğim acıdı. Utandım. Tabakları geri vermek istedim…
“Yiyemem, üzgünüm,” dedim.
Güldü…
“Yemezseniz, annem yattığı yerden rahatsız olur,” dedi.
Sonra kâğıt peçeteyle yüzümü sildi, yanağımdan bir kesme aldı.
“Hadi arkadaşlarını bekletme.”
Nihayet sıra bize gelmişti. Lokmacı tabaklarımızı tepeleme doldurdu.
“Canınız çekerse yine gelin” dedi sevgiyle.
Sırtımızı duvara verip lokmalarımızı sessizce yemeye başladık. Tekrar tekrar alıp yedik.
Bir ara Şükrü: “İyi ki de ölmüş diyesi geliyor insanın” dedi, “Yoksa bu kadar lokmayı düşümüzde bile göremezdik!”
“Camokalaşma!” diye ağız birliği etmişçesine bağırdık ona.
Pustu, “Yahu, şaka yaptım.” dedi, başını eğerek.
“Bir daha böyle eşek şakaları yapma! Yaparsan bir daha seni yanımıza almayız” diye de bir güzel tehdit ettik onu.
Teşekkür edip ayrıldık oradan.
Soyunduk, Kızılçullu köprüsünün altından akıp giden dereye attık kendimizi. Kurbağa ve tatlı su kaplumbağalarıyla bir güzel yüzdük. Sonra büyükçe bir kayaya uzanıp güneşlendik.
 
 

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Hapishane Dergisinin 51. Sayı...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 2024 tarihli 51. sayısı...
TEK KİŞİLİK HÜCREDE YAZILAN BİR ÖYKÜ: DE...
               Mahallenin kimi çocukları ondan hem korkar hem de onunla uğraşmaktan vazgeçmezdi kargalar...
Duvarları delen çizgiler
Balıkesir Burhaniye yakınlarında yaşayan arkadaşlara davet. 10 Aralık'ta Insan hakları haftasında, Burhaniye Yerel Demokrasi ve Insan Hakları Gündemi...

Konuk Yazarlar

Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...
Girit Leblebisi
  Ben vakitlice davranmış, gün batımını da izlemek için kahvelerin gürültüsünden uzakça bir bankı gözüme kestirip oturmuştum. Bir süre sonra,...