"şuradan bir pide ya da lahmacun yaptıralım. Siz de yiyin."
"Hayır, olmaz" diyor, yanımızda oturan.
"Aslında fena da olmazdı" diyor arabayı kullanan. "Komünistlerin çayı da içilir, yemeği de yenir" deyip pis pis sırıtıyor.
"Söz, siz tahliye olun pideler benden" diyor yanımızda oturan, "tahliye olabilirseniz şayet."
Başlıyor kıkır kıkır gülmeye.
İçimden küfrediyorum.
Buca Cezaevine evrakları imzalatıp teslim ettiler ikimizi. Kollarımızdaki kelepçelerden kurtulmuş, rahatlamıştık. Kapı altına alındık. Gardiyanlar ellerinde sopa hazır kıta, "hoş geldiniz" demek için sabırsızlıkla bekliyor. Aralarında akrabam olan biri de var. Beni görünce şaşırdı. Başgardiyanın kulağına eğilip bir şeyler fısıldadı. Diğer gardiyanlar ellerinde sopaları kapı altına bıraktılar. Dayak faslından bir akrabam sayesinde yırtmıştık. Kenan'la göz göze gelip gülümsedik. Sonra iki jandarma nezaretinde iki berber çıkageldi kapı altına. Altımızda tahta sandalye, önüme düşüyordu saçlarım. Kenan direniyor, saçını kestirtmek istemiyor. Çünkü içerde yatılmamış bir günü var. "Bir gün sonra çıkacağım, yapmayın, etmeyin" diyor.
Berber bir an için ne yapacağını şaşırıyor. Duruyor. Jandarma: "Vur makinayı" diye emrediyor.
Saçlar gidiyor.
Birbirimizin yüzüne bakıp gülüyoruz. Jandarma bağırıyor: "Burada gülmek yasak!"
Önümüzde üç gardiyan, arkamızda iki. Geniş, uzun bir koridorda yürüyoruz. Seslerimiz yankılanıyor.
Mazgalın sürgüsünü itiyor gardiyan. İçeriye bağırıyor:
"Misafirleriniz var."
Demir kapıyı açıp içeriye itiyor bizi âdeta. Arkadan kapanan kapının sürgüsünün çıkardığı metalik sesi kulaklarımızı tırmalıyor. Koğuştakiler kapı önüne toplanıyor birden. Neredeyse hepsini tanıyorum. Mahalle oraya taşınmış sanki. Solda, ranzaları üzerinde toplaşmış meraklı gözlerle karşı karşıya geliyorum sonra. İGD'liler bunlar. Suat ve Orhan'ı (Kuru) tanıyorum hemen. Ranzalarından inerek yanıma geliyorlar. Sarılıyoruz. Dışarda olsak birbirimizin kafasını gözünü patlatmıştık o an. İçimden sorguluyorum kendimi. Tayfun'u, Ulvi'yi, Reşat'ı, Adil'i. orada tanıyorum.
Orhan farklı bir kişilik... Yanağında kocaman siyah bir beni var. Bingöllü. Kendi deyimiyle: "Yunan gittiğinden beri cezaevinde yatıyorum" diyor. Dost canlısı, nükteli, güleç yüzlü biri...
Koğuşta birkaç Komün vardı. Bizim Komün mercimek çorbası yapmıştı. Orhan’ın ziyaretçisi gelmiş, kapı altına gitmişti. O dönemlerde içeriye tüp sokmak serbestti. İdarenin dağıttığı yemekler iyi değildi. Terbiye yapmak gerekiyordu. Ayrıca kantinden satın aldıklarımızla kendimiz de yapabiliyorduk. Mercimek çorbası yapmak bir ayrıcalıktı. Geldiğinde onların Komünü çoktan yemeklerini yiyip bulaşıklarını bile yıkamışlardı. Orhan’ı bizim Komüne davet ettik. Teklifimizi kırmadı.
"Çorbanın içinde bir tek fasulye tanesi var" dedi Elbeyi, "kimin tabağında çıkarsa, bulaşıkları o yıkayacak. Yok, ben duymadım, haberim yoktu..."
Kaşığımı çorbaya daldırır daldırmaz fasulye benim kaşığıma geldi. Çaktırmadan Orhan'ın tabağına attım. Orhan ilk kaşığı çorbaya batırır batırmaz , "hay ben böyle şansın." dedi, "fasulye bana isabet etti."
Gülüştük.
Yemek sonrası Orhan elinde bulaşık süngeri kederle bir uzun hava tutturmuş, söylüyordu.
Birkaç gün sonrasıydı. Yemekteydik yine. Orhan'ı ve Suat'ı yemeğe çağırdık. Suat geldi ama Orhan "Hayvan terli, yemezler" diyerek gelmedi.