Mikail Aslan’a sitemkâr bir mektup!

Haydar Karataş kullanıcısının resmi
Dersimli sanatçıların kırk yıldır yaptığı propaganda müziği, sıkı fıkı oldukları silahlı grupların hizmetindedir ve bu propaganda müziği çocuklara sadece ölmeyi öğretiyor. Dersim'de çocuklar kırk yıldır masal dinleyerek büyümüyor, kırk yıldır Dersim’de hâkim olan fikir dünyası şöyle düşünmektedir:

insan sadece feda olmak, yanmak, dava uğruna kurban olmak için vardır. Kırk yıldır, silahlı insan sevmeyi öğretiyoruz çocuklara. Hepimiz kırk yıldır, cellat ile kurbanın kulağımıza fısıldadığı, ruhumuzu kemirdiği bu acıyla büyüyoruz...
“Namlular çiçek açmıyor[1]”
Bundan bir süre önce Kamer Genç’in ölümü üzerine BirGün gazetesinde bir makalem yayınlandı. Bu makalede, Kamer Genç'e dair bir cezaevi anımı ve onun hemşerileri ile kurduğu ilişki biçimini yazdım.
Ve aynı makalede, Dersimli asiler ile (sizin tabirinizle)Kamer Genç gibi ‘düzen için’ görülen birinin ölüm kapıya dayandığında “beni Munzur’a gömün” vasiyetlerinin nasılda birbirine benzediğini ve nasıl da yürekleri burktuğunu anlatmaya çalıştım...
Meğer söz konusu bu yazı yayınlandıktan bir süre sonra sosyal medyadaki sayfanızdan ateş püskürmüşsünüz. Kısa bir yorum, hani laf aramızda üç yaşındaki bir çocuk dahi bu kısa satırların neden yazıldığını bilir ya... Ama hani birazcık sanatçı duyarlılığı beklerdim. Neden derseniz, çünkü sanatçılar toplumu çatıştıran, parçalayan değil birleştirendir de ondan.
İkincisi ne bilir misiniz? Evet, kıran kırana meselelerimizi konuşalım, ama başkalarının sizin toplumunuzu tanımlayan, itham eden, yargılayan kelimeleriyle değil; kendi yüreğimizin sesiyle yapalım bunu. O vakit bir anlamı olur elbet, o vakit bizleri takip edenlere, bakın kimsenin sözleriyle değil, kendi usulümüzle konuşuyoruz diyebilirdik. Bak aradan üç ay zaman geçti, hala beni belli çevrelere hedef gösteren bu notunuzu kopyalayıp kopyalayıp gönderiyorlar. Ve garip olan ne bilir misiniz, bu makale yayınlandığı günlerde onlarca yorum ve fikir beyanı var Kamer Genç ile ilgili, tek bir hakaret yok, sizin yorumunuz sonrası web sayfama saldırıldı, yüzlerce hakaret maili aldım. Nedeni açık, çünkü siz bir kesimin Dersim’e, Dersimliye olan cümlelerini ve yargılarını olduğu gibi kopyaladınız da ondan... Zaten söz konusu yorumunuz yer aldığı sayfanızda da, insanlar birbirine hakaret etmiş, yargılamış, itham etmiştir. Sanatçılar öfkeyi dindirirken bu öfkeye benzin döken, insanları birbiriyle çatıştıran, ayrıştıran olmamalıdır. İşte bu sizin gibi son derece başarılı bir sanatçının kendisine yapabileceği en büyük kötülük. Unutmayalım bugünler gelip geçer ama toplumların hafızası derinlerden işler, not eder...
 
Hem Kamer Genç için yazı yazan biri ona hakaret edileceğini, ne bileyim hedef tahtası haline geleceğini bilmez mi? Bilir, öyleyse bir yazar neden buna yeltenir dersiniz?
Bu yeltenme aslında Dersim’in hikâyesi ile ilgili, bir nevi hepimizin hikâyesi... çoğulcu bir toplum olmayı kabullenip üstünde hatıratımızın olduğu topraklara huzur mu getireceğiz, yoksa gücü güce yetene deyip güç dengelerini gözetip ona göre saf mı belirleyeceğiz?
Türkiye ve Kürt diyarı, Dersim ve hatta Ortadoğu’nun tamamı yeni bir eşikten geçiyor. Bir kaç on yıl içinde toplumsal zeminin, tamamen kaybolacağını aklı başında olan her insan görmektedir. Bütün farklılıkları ile beraber bir arada yaşamayı becerenler, toleransı, tevazuu bilenler bu eşikten geçecektir. Bunu başarmanın yolu, şiddet ve ötekileştirme dilini yenmektir. Bunu beceremeyenler ise tarihe karışacaklardır. Bir toplumdaki birliği, tevazuyu, toplumun bütün renklerini, farklı düşünce akımlarının bir arada yaşaması gerektiğini kimler salık verir derseniz; elbette o toplumun ileri gelenleri, sanatçı ve aydınları demek lazım.
Bu açından bakınca evet, dediklerinize cevap vermek gerekli olabilir, ama bu durumda da severek dinlediğim size kıymak istemem. Çünkü sizin yorumunuz üzerinden esas düşünce sahiplerini konuşmak gerekecek.
Hem sizin bana taş atmanızın hiç bir faturası yok ki? Bir ideolojik grubun Dersimlileri aşağılamak için kullandığı kavramları, bir yazarı hedef göstermek için alıp yapıştırmışsınız. Bu açıdan bakınca bu muhabbette, karşılıklı fikir beyan etmede eşit değiliz. Yani siz birilerinin adına konuşmuşsunuz, bense kendi adıma yek başa bir bireyim.
Siz konserlerinizi verdiğiniz kalabalık militan kitlelerin hassasiyetini gözetiyor olabilirsiniz. Gayet insani. Ancak sanatçılar bir siyasi çevreye düşünsel olarak yakın dursalar dahi, mesafeyi korumayı bilmelidirler. Sanatçı tarafı olduğu o militan kitle aşırıya gittiğinde, ‘aman yapmayın, sakin olun” diyebilmeli. Oysa sizin bu yorumunuz aynen şu manadadır: “bakın ben de en az sizin kadar davaya bağlıyım, Kamer Genç gibi bir haini sahiplenen kişiyi buldum ve ilk taşı ben atıyorum!” Bunu demez.
Sevgili kardeşim, sizi incitmek istemem. Bazen insan ağlamalı ama ağlatmamalıdır, acılar da çekebilir bir sanatçı ama asla acı çektirmemelidir, o cümlelerden kaçınmalıdır...
Affınıza sığınıyorum, ama şunu hatırlatmadan edemeyeceğim, sanatçılar ve yazarlar bedel öder, bedel ödetmezler. Onlar, politikacıların, devletin ve örgütlerin hedefi olurlar, yoksa onlara taşlarını atacakları kişiyi işaret etmezler...
Siz de Kamer Genç’i eleştiren bir yazı yazabilirdiniz, ne bileyim belirttiğiniz onun düzen içiliğini, devletçiliğini falan filan, ama onu gerekçe gösterip beni linç kitlelerinin önüne atmanız, hoş olmamıştır. Ve bir parantez açmam gerekirse, söz konusu yorumunuzda Londra’da bir Alevi Cem evini örnek verirsiniz, Seyit Rıza ile Mustafa Kemal’in fotoğraflarının yana yana asılı olduğunu belirtirsiniz. Bu tezatlığın olduğu yere davet edilmeniz ne kadar normalse bu isimlerin Alevilere ait evlerde yan yana durması o kadar sıradan bir durum. Ancak, söz konusu bir inanç ise, akli selim konuşalım. Hitler hiç bir kiliseye fotoğrafını astırabilmiş midir? Hiç bir Osmanlı Sultanı, ne beleyim mesela diyanet işlerini bizzat Mustafa Kemal kurmuştur, dünyada kendine ait bir heykelin açılışını ilk yapan Mustafa Kemal’dir, ama hiç bir camiye kendi fotoğrafını astırmamıştır. Sinagoglar, Kilise ve Camilerin hiç birinde ne politik liderlerin fotoğrafı asılır ve ne de mağdur, ya da halk liderlerinin. Yani Mustafa Kemal’in fotoğrafının bir inanç mabedine asılması ne kadar yanlış ise, Seyit Rıza’nın fotoğrafının asılması da bir o kadar yanlış olur. Politik liderler fotoğraflarının inanç yerlerine asılmasının yanlışlığını bütün inançlar bilir. Dalayla’ma çağımızın en büyük dini lideri, Nobel almış, her demeci barış ve kardeşlik içeriklidir, ancak hiç bir Budist tapınağında fotoğrafı olmaz. Bu yönlü bir fikir beyanında bulunsaydınız, bu tartışmaya değerdir, ancak celladına aşık diyemezsiniz! Bu size yakışmaz, hem diyenler yeterince dedi, sizin bu ithamı tekrar etmeniz, ancak bir politik kesime bakın ben de sizin gibi düşünüyorum, demekten öteye anlaşılmaz!
 
Edebiyatın insan tiplerini nereden seçer!
 
Hem ben bir edebiyatçıyım, edebiyatın beslendiği tek şey Kamer Genç gibi aykırı insan tipleridir. Normal, sıradan olan edebiyat için bu hayatı anlatmakta bir şey ifade etmiyor. Edebiyat, kahramanların hikâyesini yazan bir yaratı değildir. Edebiyatın kahramanı mağdurlardır, siyasette görülmeyen, siyaset ve ideolojilerin görmediği, onların yarattığı felaketin altında kalmış insanlardır. Kamer Genç, Türkiye siyaset tarihinin en aykırı tipiydi. Neden biliyor musunuz, bir köy kahvesinde konuşur gibi konuşuyordu da ondan. Siyasetin tumturaklı laf sanatı olmadığını, kırık Türkçesi ile yapıyordu. 12 Eylül’de idamlara ret oyu verir, toplum onun solcu olduğu, Dersimli olduğu için solcuların idamlarına karşı durduğunu sanır. Mehmet Ali Ağca’nın idamına da ret oyu verince karısı dahi şaşırır. Mehmet Ali Birand o zamanlar TRT muhabiri ve Ağca onun en sevdiği arkadaşı gazeteci Abdi İpekçi’yi öldürmüş bir sağcı katil. Kamer Genç’in ret oyu verdiğini duyan Birand hayret eder ve sorar: Kamer Genç, “şimdi ben Tunceli milletvekiliyim, bizim oralar Alevi olur, inancımızda ölüm cezası yok,” der. Sahi bunun siyasi terminolojide bir yeri var mı? Partisinin duruşu dışında olması ise daha ayrı bir mesele...
 
Türkçe bilmeyen, kahvede konuşur gibi konuşan, bu adam yaşlıların gönlünde taht kurdu. Giydiği takım elbise dahi ona hep bol geldi, işte bu nedenle dahi olsa edebiyatçı için büyük bir ilgi kaynağıdır Kamer Genç gibi kişiler. Öyle olur mu diyorsan, dön edebiyat tarihine bak derim. Carvanades’in Don Kişo’tu yarı deli bir adamdı, başında berber tası ile yolda yürüyen birini asker sanır ona kılıç çeker ve yener. Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sının baş kahramanı Raskolninkov düpedüz bir katildi. Dostoyevski, tanrısal bir şey yaptı, bir katilin iç hesaplaşmalarını öyle muazzam anlattı ki, cinayete onun değil de dünyamızdaki çarpıklığın neden olduğunu ve bizler, öldürülen temizlikçi kadın ile yaşlı kadına ağlayacağımıza bizzat katil için ağladık. Çünkü Raskolnikov Rus toplumundaki haksızlıkların günahıydı. Kamer Genç bu yanıyla eğer yaşlı kuşağımızın yüreğinde yer edindiyse (sürekli seçilmesi ve cenazesine katılan yüz binler bunun ispatıydı) bu sadece ve sadece bizim günahımızın bir eseridir..
 
Geçenlerde beni ziyaret eden bir devrimci arkadaşımın ısrarları üzerine bir soru sordum. Madem Kamer Genç, Hüseyin Aygün bu kadar kötü insanlardı, şimdi Dersim milletvekilleri kim, bana ikisinin adını söyleyebilir misin? Birini hatırlayamadı, diğerinin adını bildi soyadını karıştırdı. Gel dedim seni bir yere götüreyim, karşıda Türk İslam merkezinin camisi ve kantini var. Bazen gider burada çay içer yaşlı amcalarla sohbet ederim, oraya gittik. Çay söylediler, amca sen bilirsin Tunceli Milletvekili kim? Kamer Genç dedi, diğeri sen de yaptın o öldü dedi. Hüseyin Aygün dediler ben o girmedi. Kılıçdaroğlu Dersimli ama korktu oradan aday olmadı dediler ve buna hepsi de bir ağızdan inanıyor. Selahattin Demirtaş mı Sırrı Süreyya Önder mi ikileminde kaldılar. Çıktık, yani vekili yok memleketin dedim. İki vekil de muhtemelen iyi insanlardır, ama Kürt ve Türk siyasi partilerinin bölgedeki enerjiyi taşıyacak adayları yok mu dersiniz? Bir vekil örgüte mi bağlı olmalı yoksa halka mı? Bu bir sanatçı için de fazlasıyla geçerlidir.
Bu nedenle sizin yorumunuzun haksızlığını gördüm, üzüldüm. Neden bunu bir sanatçı kendisine yapar dedim. Birbirimize cevap vererek daha çok parçalanmak doğrusu yüreğimi incitiyor. Bazen susmak, kanayan yüreğimize taş basmak gerekir diyorum.
Sevgili kardeşim,
Sanatçı ve aydınlar eleştiri yaparken bağımsız durmak zorundadırlar. Bizler bu hassasiyeti göstermeliyiz ki, gelecek kuşaklar bir yerlerin direktifiyle değil, kendi başlarına birey olabilsinler. Dünya, siyasetçilerin ve din adamlarının ötekileri hedef gösteren sözlerini direktif kabul eden vahşi kalabalıklardan çok çekmiştir. Bunun en canlı örneği Türkiye’dir. Sivas katliamı olur, birileri onları kışkırtmış, zaten tahrik eden de öteki olmuş olur ya. Maraş, Malatya böyle olur. Dersim’de de ne bileyim mesela küçük devletçiklerimize biri ters mi düşmüş. Ne hikmetse kitle, ya da taraftarlarımız kendini tutamamış oluyor! Hayda, sanki onları hedef gösteren kendileri değilmiş gibi... Bu nedenle birini eleştirirken seçtiğimiz kelime ve cümleler bizlere özgün olmalıdır. Bu söz konusu bir sanatçı ise daha da önemlidir.
Öyle ki, toplum sanatçının seçtiği kelimelerde hakkaniyeti görmelidir ve sanatçının bu sözleri ederken sadece kendisi olduğunu görebilmelidir okur.
Üçüncü unsur, eleştiri, yorum, roman, edebiyat, öykü gazete makalesine varana kadar, sanatçı kendine ait bir dil yaratmak zorundadır. Üslupta taklit dahi sanatçıya büyük bir zarardır. Siz müzisyenlerde dahi, taklit ses sadece mizahçıların ağızında  dinlenmeye değer değil midir?...
Benim ideolojinin kendisi bir düşüncedir, ama bir ideolojinin taraftarlarından değil düşünce adamı iyi bir yazı metni dahi çıkmaz dememin nedeni tam da bunula ilgili bir durum. Çünkü ideolojinin kendisi bireyi hiçleştirir, taklit bireyler yaratır. Ve eğer bir ideolojik paradigma, topluma hakim hale gelirse toplumun tamamı düşünme yetisini yitirir, toplum çürür. Bu nedenle ideolojik dergi ve gazeteler, (ister sağ ister sol olsun) kırk yıl aynı sloganı tekrar ederler. O dergileri ve gazeteleri her gün ve her ay almanıza dahi gerek yoktur, yılda bir alıp her gün bakmanız yeterlidir, ayın şey yazıyorlar. Çünkü dilleri taklit, düşünce biçimleri alıntılardan oluşmuştur. İşte bu nedenle çok sevdiğim size cevap vermek istemedim. Tek bir arzum var, memleketimize dair, biz aydınların kendimize ait bir sözümüzün olması. Kimseye sırtını dayamayan, dayımızı hesaba katmadan. Sadece biz olarak konuşalım.
 
Sanatçın dayısı olursa sanatın kendisi olmaz!
 
Sevgili Mikail, şimdi bu sözleri yazarken nasıl da utandığımı bilmenizi isterim. Bu genel doğruları sizin gibi yetenekli bir sanatçıya hatırlatmak, bir edebiyatçı için fazlasıyla ağır. Çünkü edebiyat gerçeğe giden insan hikâyesini anlatmalıdır, oysa birbirimize yanlış yapıyorsun hatırlatması yapıyoruz. Acılardan geçtik, hepimiz bedel ödedik, ama bedelin en büyüğünü o gök kubbenin altında sabah tarlasına giden, akşam evine gelirken ziyaret taşı önünde eğilip o ziyaret taşına derdini döken Dersimli yaşadı. Bu kavganın faturasını iki tarafta onlara çıkardı. İşte bunu konuşmalıyız, bu insanlar o ziyaretlerine kavuşmak o gök kubbenin altındaki sessizliğe gitmek istiyorlar... Bunun için nasıl bir hoş görü çemberinden geçmeliyiz diye kendimize sormalıyız? Bir toplumda, hırsız, doktor, öğretmen köylü olabileceği gibi; sağ düşünceli, sol düşünceli, kendini dindar hisseden ile etmeyen de olur. Toplum bunların bütünüdür. Sağcılar gelir solcuyu, solcular gelip sağcıyı sürerse toplum ölüm tarlasına döner. Dersim’de kendini Kürt hisseden Türk hissedeni, Türk hisseden Kürt hissedeni kovarsa öyle bir birlik olur mu, olmaz?
İşte bu nedenle sanatçı ve aydınların dayısı olursa, sanatın kendisi olmaz, çünkü bu durumda halkın acısında taraf olmak zorunda kalır sanatçı. Bu, bir toplum için en büyük felakettir. Sanatçı ve aydınlar kendilerine has bir dünya bakışları vardır. Onlar bir siyasi akıma yakın dursalar dahi, mesafeyi korumayı bildikleri için toplum onları saymıştır...
Sanatçı ya da yazar olmak isteyenlere söyleyeceğim en önemli şey buna dairdir: ses sanatçısı mısınız, bir siyasi partinin mitinginde yüz bin insana sesleneceğinize sizi dinlemeye gelen on insana seslenin. Unutmayın o on kişi sadece sizin için gelmiştir. O on kişinin kıymeti,  politikacıların topladığı o yüz bin kalabalıktan daha yüksektir. Politikacıların kalabalıklarına hitap eder, o politikacıların hassasiyetlerine göre cümle kurarsa sanatçı, sessiz halk yığınında ve o yüzbinler içinde yalnız düşenin gidip sığınacağı yürek kalmaz. Sanatçı şunu bilmelidir, politik kalabalıklar ne kadar fazla olur ve heyecanları ne kadara yüksek çıkarsa içindeki haksızlıklar o kadar çok olur. Kabalıklar insanları suça da iter, sanat bu yanıyla da vicdan temizleyicidir...
Dersimli sanatçı, devletin ektiği acıyı silahlı grupların faydası için propaganda malzemesi olarak işledi!
Yazar mısınız? Bir toplumun, devletin ne bileyim mesela politikacıların topladığı bu devasa kalabalıkların sakladığı tabuya dokunma diliniz olmalı, ona dokunma cesaretini kendinizde bulmalısınız.
Öyle ki, zalim sakladığı zulmü sizin kaleminizden okuduğunda titremelidir. Nasıl yaptık bunu demeli, utanmalıdır. Bu yanıyla yazar ve sanatçı zamanı geldiğinde yalnızlığı göze almayı bilmelidir. Toplum bir tarafta, siz bir tarafa düşebilirsiniz. Her nerede yazarsanız yazın, hangi kürsüye sizi çıkarırlarsa çıkarsınlar onların değil sizin hassasiyetleriniz olmalıdır.
Unutmayın bir toplum, sanatçı ve aydınlar dik durmayı, bedel ödemeyi göze aldığı zaman kişilik sahibi olabilir, ancak o vakit haksızlığa göz yummaz toplum.
Ancak o vakit, bir toplum haksızlık yapmaz kendi dışındakine, dönüşür, dönüştürür... ancak o vakit, bir toplum katlanılması gerekiyorsa bir acıya, onun sadece aşk ve ölüm acısı olduğunu bilir.
İşte Dersim sanatçısında olmayan şey bu. Yaşanan bunca acıya önce Dersim’in sanatçısı göz yumdu.
İnleyen halkı horladı, militandan çok militan kesildi, güçlünün yanında yer almak için puslu havayı kokladı. Ceberut devletin ektiği acıyı ağıda çevireceğine o acıyı sadece silahlı grupların faydası için, propaganda malzemesine çevirdi. Toplumu şiddetle zehirledi. Oysa sadece sanat Dersim’in içinden geçtiği bu korkunç süreci anlatabilirdi ve sadece, edebiyat, anlatı, roman ve ağıt halkın irin bağlamış bu yarasını sağaltmasına yardımcı olabilirdi. Ve ancak bu yolla toplum yeniden yerleşik hayata geçebilir, kendini dönüştürebilirdi.
Bir toplumun acıyla konuşma dili, ancak acıyı yaşanabilir kılar. Aslında1938 sonrası Dersim bu yola girdi, topraktan ozan fışkırdı. Hani kimi kendini bilmez sosyologlar der ya, Dersim konuşmadı. Hadi oradan deyin! Dersim’in yazılı bir dili yoktu, dillerinin alfabesi dahi yoktu, ama sazı vardı. Sadece, Havartorne Cengi, Mesut Özcan, Mustafa Düzgün, Dr. Daimi Cengiz ve Hıdır Dulkadir’in topladığı Dersim ağıtlarının sayısı on binin üzerindedir. Halk on bin ölümü kayıt altına almış, on bin çeşit ses çıkarmıştır. Bu ağıtlarda bugünün sanatçısının nasıl bir karakterde olması gerektiği de vardır.
 
Eski Dersim Ozanları
Dr. Daimi Cengiz’in Sey Qaj’i kitabında ozan ile Seyit Rıza arasında geçen bir diyalog anlatır. Seyit Rıza’nın oğlu Sin köyünde öldürülür. Seyit Rıza evlat acısıyla baş edemez, acıya acı ekler ve gider Sin köyünü yakar, yıkar. O da kesmez acısını ve aşık Veysel gibi gözleri görmeyen Dersim’in büyük ozanı Sey Qaji’yi oğluna ağıt yakması için evine davet eder.
Sey Qaji gider. Bir süre Seyit Rıza’nın evinde kalır ama son söz yerine şunu söyler: “Rayber evlat acısı yürek dağlar bilirim, ama sen Sin köyünü yaktın, çoluk çocuğu evsiz bıraktın, içimden gelmiyor senin acını dillendirmeye,” der. Ağıt yakmaz.
Daha sonra Seyit Rıza’nın oğluna ağıt yakan Hese Qaj olur. Hese Qaj’in oğlu Memed-e Hese Qaj babamın musahibiydi. Kendisi de ozandı ama köylüler ondan en çok babasının ağıtlarını yakmasını isterlerdi. Memed-e Hese Qaj benim çocukluğumda yılda bir ve genelde böyle karların düştüğü vakit çıkıp gelirdi evimize. Minderler serilir, ocak harlanır, amcalarım, köylülerimiz onu dinlemek için yerlerini alırlardı. O sazı eline alır almaz garip bir sessizlik olurdu, sanırdım sazı ondan habersiz çalıp söylüyor, öyle derinlerden gelirdi sesi. Bu ağıtların olduğu pek çok bant bugün dahi var. Ağıtta Seyit Rıza bir baba olarak inler gezer, ama ağıt yerer onu, yerden yere vurur. Çünkü köy yakmıştır.
Dersim’de 1938’e kadar devletin uyguladığı ağır ambargo nedeniyle büyük bir iç savaş yaşandı. O iç savaşı asla bu ozanlar politikacılar için propaganda malzemesine çevirmedi, bu acının bir daha yaşanmaması için birbirinden güzel ağıtlar yaktılar. Onları ağıtları acılı yürekleri dindirdi, barış getirdiler topluma. Öyle ki, 1938 sonrası her ozan, her ev gidip saz çaldı geçmişi yerdi, beyleri yerden yere vurdu. Tek bir kişi dahi ötekine düşmanlık gütmedi, devlet bize vurdu bizler de zorumuzun gittiği Erzincan, Pertek alevi köylerine vurduk, dendi bu ozan geleneği. Kimin zoru kime gitme zamanıydı. Dedi mi, demedi mi? Dediler.  Neredeyse yakılan her ağıtta bu var, her ağıtta, ceberut devletin zalimliğinin yanında beylerin cehaleti dillendirilir...
 
Dersimli cellat ile kurban arasında kaldı!
Dersimli 1970’lere geldiğinde kendi içinde en barışık toplumdu diyebiliriz. Masalın ağdın en çok dillendirildiği yerdi. Hiç bir devrim bu onların yaptığı kadar üretken olamazdı. Acılar yaşamış bu halk, yarasını sarmak için gelenek ve görenekleri etrafında birleşmişti. Siyasi olarak da esnekti, bir dönem Adalet Partisini destekledi, ancak kendileri açısından esas tehlikenin Adalet Partisi olduğunu gördüklerinde CHP’ye dönmüştür... olur. Bir halk, partileri dönemsel çıkarlarına göre seçer ve onlar gelir geçerdir, ama bir halkın gelenek göreneğini koruması onun birlik ruhundan geçer. Onu kaybetmemek önemli. O yok olursa kültür ölür.
Dersimli gençler 1970'ler sonrası daha sola kaymıştır, sosyalist grupları desteklemiştir. Ancak 1975’ler sonrası Dersim’de faal olan sol gruplar arasında sol içi şiddet başladı. Bu olmasaydı belki tahribat daha az olurdu diye düşündüğüm çok olmuştur.
Bu sol yükseliş sürecinde ve sol içi şiddet sarmalında ortaya çıkan Dersimli devrimci sanatçıların dillerine bir sorun bulaştı. Eski Dersim ozan geleneği Alevi geleneğinden besleniyordu ve gezgindiler. Ve bunların çoğu da Pir’di. O ozan geleneği bu sol anlayış tarafından geri ve ilkel bulundu ve yerine devrimci ozanlar çıktı. Bu devrimci ozanların bir ağası vardı, yani bir örgüte aittiler. Davaları halkın acısı değildi, örgütün propaganda dilini Alevi sazı eşliğinde icra ediyorlardı. Bugünün kusuru esas olarak o sanat anlayışında başladı. Partisiz sanatçı olmaz derler ya! İşte Dersim’de partilerin sanatçısı çok ama halkın sanatçısı yok oldu...
Ve garip olan bugün Dersim, Türkiye’de okur yazar oranı en yüksek yer, ama halk hala sözlü gelenekle acısını anlatmaktadır ve bu acı, 1938 sonrası olduğu gibi hala kapalı kapılar ardında inlemektedir.
Çünkü Dersim’de eli kalem tutandan tutun da, saz bandomuza kadar halkın acısına kulak verenimiz yok.
Oysa cellat ile kurban arasında kalan Dersimlinin acısı sadece, ceberut devletin yaptıklarını propaganda diline uyarlayarak anlatılamaz.
Bu nedenle Dersimlinin bugün yaşadığı yurtsuzluğu sadece devlete bağlarız. Öyle midir? Sakın halk iki silahlı güç arasında kaldığı için, iki taraf da halka zulümlerden zulüm beğendirdiği için, arı kovanları gibi göç edip gitmesindi bu halk?  Mikrofonu, sıradan insana tutun da onun nasıl inlediğini görün!
Sevgili kardeşim, hayır öyle değil diyorsanız. Almanya Maniz’da müzik eviniz var. Bu müzik evinizin yüz metre ilerisinde de Seyit Rıza’nın torunu Rüstem Polat oturur. O eve gidin, Hese Qaj’in Seyit Rıza’nın oğlu üzerine yaptığı ağıt kaseti var o evde. Önce o ağdı dinleyin derim. O ağıtta geçen Seyit Rıza’nın torunu Ali Ekber Polat Elazığ şehrinde fakirlik içinde yaşıyor. Rüstem Polat’tan telefonunu alın arayın derim. Ali Ekber Polat’ın yaşı çok ilerledi ama Dersim deyince gözleri kocaman açılır. Sorun, amca sizi köyden kim sürdü, diye...
Daha ilkokul öğrencisiyken bir yaz tatilinde Ali Ekber Amca’ya çobanlık yaptım. Sıncık Dağı’nın dibinde kartal yuvası gibi bir köyü vardı, çayır çimendi her tarlanın başında bir soğuk su pınarı kaynardı. Atları o tarlalarda koşar, ırgatlar tırpan sallardı. Ali Ekber Amca o dağların mührü gibiydi, o köyden çıkmadan kimse gitmez, gitse dahi o orada kaldığı sürece geri dönüp gelirler. Bir sabah kalktılar karakol gitmiş. Gelen helikopterler askerleri alıp gider, arkasından gerilla gelir. Haçeli Köyü’nde yaşayanların gitmesini isterler. Neden?
Karakol komutanın gidin demesini takmazlar, ama gerilla gelir ertesi gün gidin der. İki hane dışında göçerler. Bu iki evden biri Ali Ekber Polat’ın o dağ başındaki eviydi. Dağların bekçisi! 1938 olaylarında on yıl sürgünde kalmış, biliyor sürgünün ne olduğunu.
İkinci çıkmayan kişi, yazları köye gelen Meneş Bilmez. Prof. Dr. Bülent Bilmez’in annesi olur. (Böyle ad ve adres vereyim ki anlaşılsın hakikat) Bu kadına da çobanlık yaptım ya... ah bir görseniz o ne güzel bir kadındı. O da 1938 sürgünlerinden. Dersim merkezde ayrıldığı eşinden kalma bir evi vardı. Yalnız başına yaşardı, kışın şehre gider yazın köyüne dönerdi. Annelerimiz turşu kurmayı, bostan ekmeyi, bahçe yetiştirmeyi ondan öğrenmişlerdir. Bu kadın da çıkmaz.
Gerillalar iki gruba ayrıldı, Seyit Rıza’nın torunu Ali Ekber amcaya erkek gerillalar. Meneş Bilmez’e ise kadın gerillalar gider.  Ali Ekber Polat, ölürüm de gitmem, der. Gerilla baktı olacak gibi değil, gitti. Ertesi gün gene geldiler, buğdaylarına el koydular. Dersim’in göz nuru bir yazarı var, Cemal Taş. Her kitabı altın değerindedir. Onun amcası Zeynel’in eşeklerini beraber getirdiler, Ali Ekber Polat’ın buğdaylarını yükleyip götürdüler. Karakış kapıda, hadi kal kalabiliyorsan, ekmek yok!
2002 yılında hapisten çıktığımda, Ali Ekber Polat’ı sığındığı Elazığ şehrinde ziyaret ettim. O dağlarda bir orduyu besleyecek güçte olan bu adam, fakir düşmüştü. Üstü başı perişandı. Köyde konuşurken her cümlesinin başına “ero aslanım” eklerdi. Elini cebine attı çıkardı, attı çıkardı. “Ero hapisten çıktın, yani Zenikan’da olsaydım sana iki koç verirdim satar harçlık yapardın kendine...” Onu ağlarken ilk defa görüyordum, oysa o dağlarda nasıl da cesur ve nasıl da zalim ve nasıl da mert bir beydi! Hey gidi günler dedim. Hey zalim felek!
“Bu korkaklar çıktı, ben çıkmadım,” dedi. “O dağdakiler geldi, dedi devlet sizi öldürür üstümüze atar. Dedim, öldürürlerse beni öldürürler. Size zararım yok bırakın kalayım ama gelip buğdayımı aldılar,” dedi.
Bakmış olacağı yok, karısı Cemile’yi göndermiş, atıyla o dağda yek başına kalmış. “Ne yedin,” dedim. Güldü.
“Ero ceviz yedim,” dedi. Gururla bir kahkaha attı, “Ero Heydo sen de yaptın, yani beni salsınlar dağa yüz yıl yaşarım...”
“Tek başına orada ne yaptın,” diye de sordum. Meğer gerillaların kaldığı bir vadi varmış. Her sabah kalkıp atıyla onların kaldığı vadinin başındaki tepeye gidip onları izlermiş. Ona sorarsan, haline acımışlar. Demiş giderim gitmesine ama aldığınız buğdayımın, ceviz ve peynirimin parasını isterim. Şehre gidip ne yerim. Parasını öderler, kendince siyaset yapar, ya dolar ya mark vereceksiniz der. Onu da kabul ederler. Anlaştılar mı dersiniz? Gerisini Ali Ekber Polat’tan dinleyin derim. Hem bir bilseniz onda ne güzel hikâyeler, masallar var. Daha geçenlerde sordum yaşın kaç diye, yüze iki kaldı, dedi... Ve geçen yıl oğlu Rüstem’i aldı, Elazığ’daki taliplerinden bir iki koyun kuzu topladı. Torunlar onu bir el arabasına koydular köye götürdüler. Bir baraka yaptı, resmini çekmişlerdi el arabası içinde gülüyordu. Gerilla da gelip onların barakasının yanı başında kamp kurdu, silahlar patladı. Devlet gene yasak koydu. Koyun ve kuzular gitti. Ev kurmak, mal davar almak kolay mı sanırsınız. Almanya’ya iltica edenler okumuş devrimci, sorun da kaç yılda hayat kurabiliyorlar. Kurulu hayatları bozmak kolaydır, ama yapmaya bir ömür yetmez, üç kuşak tamir edebilir yıkılmış hayatı... Meneş Bilmez’i ise kadın gerillalar kovar. O güne annem tanıklık eder. Annem bugün 86 yaşında İstanbul’da yaşar. Meneş Bilmez cevizlerinin meyvesini toplamış harmana sermişmiş. Gelirler, der bacım karakol beni gönderemedi siz kim oluyorsunuz... gerçi anlatmaya ne gerek var, sanki bilmiyor muyuz olanları? Devletin yaptıklarını biliyoruz da, bizden gelen zulmün üstünü kapatıyoruz ya, Dersim’deki yıkımın en büyük felaketi bu, gerisi lafı güzaf...
1938 ile 1994’de boşaltılan Dersim köyleri neden aynı köyler!
Bu nedenle, 1938 çok uzak bir tarih denebilir ama 1994’ün tanıkları yaşıyor. Eğer bu yıkılmış hayatı yeniden inşa etmek istiyorsak, bu süreçle hesaplaşmak zorundayız ve bunu önce yazar ve aydınlar yapmalıdır. Ve 1990’ları sorgularsak, halkın ortak bir irade ile sürüldüğünü görmüş olacağız. Ve bugün de bu köylere geri dönüşü ortak bir irade engellemektedir. Son bir kaç yıldır Dersimliler topraklarına geri dönüyordu, yollar kesildi, çobanlar ajan diye kurşuna dizildi. Her ne hikmetse 1938’de boşaltılan köyler ile 1994 yılında boşaltılan köyler aynı köyler ve nedense Dersim’de patlayan silahlar, kesilen yollar, köylünün yakılan kamyon ve traktörleri coğrafik olarak gene aynı yerlerde olmaktadır. Mazgirt ve Pertek hattı Kürdi konuşurdu, 1938 devlet oradan köy boşaltmadı. 1994’de de boşaltmadı.  Erdoğan hükümetinin yeni yasak bölge ilan ettiği köyler de 1938’de boşaltılan bu köyler gene... Bunun neden böyle olduğu, oraların nasıl seçildiğini daha önce yazmıştım.
Dersim köylerini Müslümanlaştırma politikası nasıl işlemektedir!
Aslında bu geçmişte de oldu. 1876’da Cizre beyi Şeyh Abdullah Salih ile Ahmet Muhtar Paşa Kafkas Cephesinden dönerken Dersim’in ova köylerindeki Ermeni nüfusu sürdüler. Bir süre sonra da bu köylere bir kısım Müslüman nüfus taşıdılar. Çemişgezek, Pertek ve Erzincan köyleri bu yolla Müslümanlaştırıldı. Şimdiler de benzer bir durum Maraş Alevi bölgesinde yaşanıyor. Bu nedenle, belli bir süre ekilmeyen toprakları önce yerleşime yasaklıyorlar ve sonra oraya Osmanlı İmparatorluğu döneminde olduğu gibi, Müslüman kitleyi taşıyorlar. Balkanlar da dahi Osmanlı’nın yaptığı buydu. Dersim’in 451 köy ve mezrası 30 yıldır yasaklı bölge. Belli bir süre ekilmeyen bir araziyi yeniden tanzim etmek bu devletin geçmişinde var. Yani Erdoğan hükümetinin Maraş’ta olduğu gibi Dersim’e el koyması sadece bir gecelik torba kanun meselesi olmadığını kim söyleyebilir. Buna dahi gerek yok.
Bugün gelinen hassas süreç Dersim’de toprakların el değiştirmesi sürecidir. Bunun için aklımızı başımıza almak zorundayız. Bununla, Anadolu’da Alevilere ait tek şehir olan son kaleden eser kalmayacak. İslam’ın en büyük davası geçmişte buydu, bugün de aynıdır. Ki, köylere geri dönüşü yasaklayan devletin, boş yere bedel parası mı ödediğini sanmaktadır Dersimli? Maraş Alevi bölgesinde yaşanana bu gözle bir kez daha bakın derim. Osmanlı’da Alevi köyleri hep bu şekilde el değiştirdi. Devasa bir kütle Kafkas ya da Balkan göçmeni Müslüman getirilip Alevi köylerinin orta yerine yığınsal olarak yerleştiriliyordu ve Alevilerin feleği şaşıyordu. Bugün Suriyeli Müslümanların yerleştirilme sorunu var. Ne olacak bu yersiz yurtsuz fukaralar! Unutmayın tarihte ne yaptılarsa onu yapacaklar. Eskiden tamamen Alevi olan Elazığ Kovancılar, daha yakın zamanda aynen böyle el değişti. Osmanlı’nın Romanya’yı Müslümanlaştırmak için taşıdığı nüfus orada barınamayınca,1930lu yılların başında, 300 aileyi Kovancılar köyüne taşıdı, Aleviler göç etti gitti. Kovancılar’da Alevi köy kaldı mı?
1994 yılından bu yana Dersim’de toprak ekilemiyor. Ya devlet yasaklıyor ya da dağdakiler aman vermiyor.
Dersimli sanatçılar 1990’lı yıllarda zulme nasıl ortak oldu?
Dersim bu yanıyla tamamen bitebilir, ancak konuya geri dönmek gerekirse eğer 1994 yılında köy boşaltmalar sadece devlet kaynaklı olsaydı bile, halk gene göç edecekti. Neden mi, çünkü tarihte eşine az rastlanacak bir acı yaşandı orada. Ölülere yapılması gereken merasim dahi yasaklanmıştı.
Sadece bir iki örnek daha verip kapatayım:
Yer, Sin köyü Meterşan mezrası, Haydar Yıldırım’ın Dilif ve Şadiye adında 15 ve 16 yaşında iki kızı dağa götürüldü. Kızlar üç kez kaçma teşebbüsünde bulundu. Sıncık Dağı’nda bir yer altı sığınağına hapsedildi biri. Diğeri şubat ayında kaçtı eve geldi. Ağabeyi Musa, kız kardeşi Şadiye’yi otların altına sakladı. Karakol on beş dakika ötedeydi. Ama kız kardeşini ne devlete ve ne de örgüte vermek istiyordu. Kardaki izleri takip etti gerilla. Geldiler, ağabeye kızı ver dediler. Kim kardeşini kendi eliyle verir? Gelmedi der. Ararlar ve otların altında bulurlar. Örgüte doğru ifade vermediği için evi yakarlar. Musa aldırmadı yanan eve ve yükselen dumanlara; kelepten gibi yapıştı kız kardeşine, bırakmadı. Çığlıklar attı iki kardeş, öyle mi dendi. Musa’yı kurşuna dizdiler. Şadiye’nin ölüm şeklini dağda yaralı ele geçen bir gerilladan dinledim. Ah keşke insan tılsımlı bir dil bulsa da o hikâyeyi yazabilse. Kimseyi kırmadan, sadece neler yaptığımızı görebilmek, bir daha kimsenin yaşamaması için tarihe not düşebilsek yaşananları?
Ya geride kalanlar? İşte o dramlar içinde daha korkunç bir dramdır. Musa’nın karısının küçük küçük beş altı çocuğu vardı. Musa, Şadiye ve Dilif’in o zamanlar henüz yedi yaşında olan bir kız kardeşleri de vardı, onu da dinledim. Aradan bunca yıl geçmiş, ama onu dinlerken, sandım akan nehirler durdu, inleyen pınarlar sustu.
“Okuldan gelmiştim,” dedi, “baktım evimizden dumanlar çıkıyordu. Abimin ölüsü öyle karların üzerinde, dut ağacının altındaydı. Yeğenlerim, tavuk yavrusu gibi annelerine sokulmuşlardı, sanki onun şalvarında bir delik arıyorlardı.” Onu en çok hayal kırıklığına uğratan komşularıydı, yavrucak anlamıyordu, çocukluk işte. Aradan bunca yıl geçtiği halde, bana, “Korkudan kimse bizi evine almadı,” dedi, “titriyorduk, ama penceresini dahi açıp bakmadılar yaşıyor muyuz, öldük mü?” Defalarda sordu, “O komşularımıza ne olmuştu...” iyisi kesmek. İyi de Musa’nın karlar üzerinde duran ölüsünü kim taşıyacak dersiniz? Gece tilkiler yer mevtayı, kurt iner köye... Ölüyü gömme töreni, insanlığın sofraya oturma adabından evveldir. İnsanlık ölüsünü defin etmeyi insanlık eşiğinin ilk basamağı kabul etmiştir. Nasıl bir korku ekildi ki, komşu kapıdan başını uzatmaya dahi korktu? Var mı bugüne kadar bu acıları dile getiren tek bir sanatçımız?
Sevgili Mikal Aslan, güzel kardeşim. Benim Kamer Genç yazımdan çok rahatsızlık duymuşsun. Hay hay. Kamer Genç’i devletçi görüyorsun, hay hay! Düzen içi, baş üstüne! Ben de aynı fikirdeyim, Kamer Genç kaderini Türk halkıyla tahin etmek istiyordu. Kürtleri sevip sevmediğini bilmiyorum, ama Kürt silahlı hareketini hazzetmediğini biliyorum. Bunu açık açık dile getirirdi. Ama bir sorun var burada, sizin devletçi dediğiniz Kamer Genç devletini eleştiriyordu. Onun yaptığı haksızlıkları çekinmeden dile getiriyordu. 12 Eylül’de milletvekili yemin metnine, bu ülkede işkence olduğunu tutanaklara geçirdi. PKK’ye karşıydı ama gözaltına alınan PKK’li ve sol örgüt militanlarına yapılan işkenceye karşı çıktı, idamlara hayır oyu verdi. Politikacılar, sanatçılarla karşılaştırıldığında el kiridir. Size sorarım, sizin bu sanat tarihinizde sizin açıkça desteklemekten çekinmediğiniz örgütlerinizin yaptığı, öldürdüğü tek yukarıda saydığım olaylara dair tek bir sözünüz var mı? Bunu kamuya ilan ettiğiniz bir satırınız var mı?
Benim meselem burada başlıyor, siz kendinizi Kürt ya da Türk hissedenlere dediğim hiç bir şey sözüm yok. İsteyen kendini Türk hissetsin isteyen Kürt, Zaza, Alevi artık nasıl isterse ama tarafı olduğunuz kesimlerin yaptığı haksızlığa karşı tavır almaz, susarsanız. Kamer Genç’in üstünde değil, altında yer alırız. Ne yazık ki hakkaniyet böyle demiştir tarihte...
Bu olayı duymadım falan diyorsanız, yakından bildiğiniz olayı daha anlatayım.
Yıl 1993, yer Çemişgezek, Veli Kahraman ve iki kızı üç renkli iple boğuldu. Sebep mi? Örgüt oğul Murat Kahraman’ı kaçırır, ellerinden kaçar. Murat Kahraman bütün hikâyesini daha sonra “Çığlık” adını verdiği bir romanda yazdı. Bu acıdan geride kalan Veli Kahraman’ın eşini, kızları Elif’i, İzmir şehrinde gördüm. Aman tanrım dedim, bu nasıl acı. İnsan nasıl katlanabiliyor bu geride kalmışlığa. Bu acıdan kurtulmak için insan hemen ölmek istemez mi? Bir yolu olmalı bu geride kalmışlığı sürdürmenin, bir ağdı mutlaka vardır. Nerede dersiniz?
Her biri başarılı ve son derece yetenekli olan bu Dersimli sanatçıları dinliyoruz ya ama ne hikmetse denk gelmiyoruz bu acıyı nasıl dillendirdiklerine. İdeolojik grupları için gösterdikleri hassasiyetin bin de birini bu acıya ayırsalardı örgütlerine iyilik yapmış olurlardı. Ama onlar duymadı diye acı sustu mu? Hayır acının ninnisi var, kalın duvarların ardında diz çökmüş dua ediyor, çoktan ziyaret taşlarının kulağına fısıldadı acısını Dersimli, günü geldiğinde o çığlık kulakları sağır edecek, hepimiz utanacağız. Hangisini anlatsam, yüzlerce binlerce böyle hikâye var...
Toplumun sanatçılardan beklediği beklediğim yukarıda dile getirdiğim bu acılardan birine ses vermesidir. Kamer Genç yazıma karşı dahi bu kadar hassas olan bir sanatçının bu acılar söz konusu olduğunda yüreğinin kuruması tuhaftır, acıdır ve ölüm kadar korkunçtur... Elbette bu sizin suçunuz değil, bizlerin ortak utancıdır.
Dersim düşünürü ve sanatçısı neden bu acılar karşısında sustu derseniz. Buda Dersim’in tarih boyu süre gelen konumuyla ilgili.
Dersim ve Kızılbaş dağları Kürtler ile Türkler arasında bir kültürel geçirgenlik bölgesi. Orada iki ulusa ait varyantları görmek mümkündür, hata Zazalar da kendini ulus gördüğüne göre, ulus doktrini ile dünyaya bakan her birey bu geçişken bölgeyi kendi ulus doktrinine göre uyarlayabilir. Dersim bunların hepsidir, ama kimliksel varlığı bakımından hiç biridir. Hiç bir ulus doktrinine sığmaz orası, Zaza deseniz Kürtçe konuşanlar incinir, Kürt deseniz Zazaca konuşanlar. Ancak güçlü iki ulus bugünkü Anadolu ve Mezopotamya da kıran kırana çarpışmaktadır. Kürtler, Ortadoğu’da yıldızı parlayan en alımlı ulus, bunu da bir kenara not etmek lazım. Türkler ise yenilgiye gidiyor. Zaten Anadolu’da her uygarlık bin yıl hüküm sürebildi ve yok oldu. Onlardan izler bulabilmek için bugün yerin altını kazıyor bilim insanları. Hititler, Asurlar, Süryaniler,  Ermeniler, Lidyalılar, Yunanlılar hepsi geldi geçti. Bu son bin yıl Türklerin bin yılıydı, bitiyor ve Kürtlerin bin yılı başlıyor. Nüfus olarak batı Türkiye’de dahi Türkleri geçmek üzereler. Benim savaş batıda dememin nedeni de bu.
Sevgili kardeşim,
Dersim, bu son bin yılda, çok kayıp verdi ama ne Hristiyanlığa ve ne de Müslümanlığa tam geçmedi, direndi. Bugün ise Türkiye’nin sömürgesi olan Kürdistan’ın iç sömürgesine doğru gidiyor. Sömürge aydınları dün Türk devletine yaranmak için konuşuyorlardı, bugün Kürt örgütüne yaranmak için cümle kuruyorlar. Dün insanları devlete ihbar edenler, bugün örgüte ihbar ediyorlar. Devletin valisi birini gözaltına alırken, sorguda der, ifadesi alınıyor, yargılanıyor diyor. Onlar da, tutukladık, yargılayacağız, ifadesini alacağız demekteler. Dilde dahi benzeşmekte sakınca bulmuyorlar ve bu otoriter, tehditkâr dil en çok sanatçı ve yazarları rahatsız etmelidir.
Kamer Genç’in “beni Türk bayrağına sarın” cümlesinden rahatsızlık duymuşsunuz, siyasetçiler böyledir. Siz de Kürdistan bayrağına sarılın. Unutmayın, bayraklar insan aklının ideolojik yorganı ve devletlerin kefeni dışında bir anlamları yoktur. Oysa bir de insanoğlunun çıplak ruhu var. Hangi bayrağa sarılmak istiyorsanız sarılın, ama Dersim’e gömülme arzunuz yücedir. İstediğimiz birbirinize karşı şiddeti bırakmanız. Bir Arap atasözü der, fikirler başka başkadır ama yurt sadece bir tanedir.
Bugün bu yurdu kaybetmekle yüz yüzeyiz. Bu nedenle ortak bir konsensüste birleşmeliyiz. Kürt dağlarında olan gençler, Kürt cephesinde olan sanatçılar, devrimci Dersimliler ve Ankara’da kendini Türk hisseden Dersimliler, siz, biz onlar hepimiz. Bir şey yapmalıyız, silah ve şiddeti dışlamalıyız. Devletin bir bahane üreterek topraklarımızı yasaklamasının önüne bir an önce geçmeliyiz. 30 yıldır toprağa kazma girmiyor, seferberlik ilan etmeli, kulübe de olsa boşalan her köye bir baraka inşa etmeli, önüne bir tas fiğ tohumu atmalıyız.
Dersim’deki hâkim müzik türü kırk yıldır silahlı insan sevdiriyor çocuklara!
Dersim’de devrimci düşünce çok önemlidir, ancak bu devrimci düşüncenin bin bir yolu var. Şili’ye tatile giden bir arkadaşım ta orada Ovacık belediyesini haber eden bir gazete kupürü getirmişti bana. DHF’li gençler ve bu güzel belediye başkanının yaptığı devrimci siyasetin en yücesi değil midir? Öldürmüyor, tehdit etmiyor, halka bir gelecek projesini sunuyor ve dünyanın her yerinde haber oluyor, umut oluyor. Çünkü insanlık bir umut arayışında. Silahın yaşattığı felaketi eski Dersim ozanları gibi yerden yere vurmalıyız. Siyaset insan öldürmek için olmamalı artık... Alevi inancında eline insan kanı bulaşan cemlere alınmazdı. Eline silah alana anlatmalıyız derdimizi. Avrupalılar idam cezasını yasalarından kaldırmak için altı yüz yıl mücadele etti, oysa Anadolu’nun bu en eski inancı, insanın insan tarafından cezalandırılmasına ta kalubeladan beri karşı. Medeniyet, demokrasi ve özgürlük bir toplumdaki şiddetin kontrol altına alama oranı ile ölçülür.
Kırk yıldır silahlı insan sevmeyi öğretiyoruz çocuklara!
Demokrasi ve özgürlük bir aydınlanma işidir, asla silah işi değildir. Silahla kurulan devletler aynen yıktıkları devletler gibi zorbalığı seçtiler.
Bütün bunlardan daha önemli olan, bugün Dersimli gençlerin önemli bir kesimi sadece insan, başka bir insanı en iyi nasıl öldürebileceği üzerine kafa yoruyorsa bunda sanatçılarımızın büyük bir kusuru vardır. Dersimli sanatçıların kırk yıldır yaptığı propaganda müziği, sıkı fıkı olduğu silahlı grupların hizmetindedir ve bu propaganda müziği çocuklara sadece ölmeyi öğretiyor. Dersim'de çocuklar kırk yıldır masal dinleyerek büyümüyor, kırk yıldır Dersim’de hâkim olan fikir dünyası şöyle düşünmektedir: insan sadece feda olmak, yanmak, dava için kurban olmak için vardır, diyor. Kırk yıldır silahlı insan sevmeyi öğretiyoruz çocuklara. Hepimiz kırk yıldır cellatlar ve kurbanlar arasında büyüyoruz.
Sevgili Mikail, güzel kardeşim, gel el ele verelim, farklı farklı düşünelim, ama şiddet dilini, ötekileştirmeyi, birbirimizi yakın olduğumuz siyasi akımlara karşı hedef haline getirmeyelim. Satırlarımın başında dedim ya, senin beni eleştirmenin bir faturası yok, oysa benim seni eleştirmemin bir faturası var. Kamer Genç’in dünya görüşünü yerden yere vursan, küfür etsen, hakaret etsen kimse gelip seni döver mi, saldırır mı? Hayır. Beni de eleştirmenin hiç bir faturası yoktur, ama aydın olmanın yolu belaya karşı fikir beyan etmektir, ona karşı tavır takınmaktır. Haksızlığını dile getirmektir. Bunu yapamıyoruz, çünkü öldürülürüz, yalnızlaştırılırız, itibarsızlaştırılırız.
Bak bir şey daha ifade edeyim: hani biz bu PKK bilmem Dersim’deki Kaypakkaya geleneğini filan ucundan eleştiririz ya... silahı yenmezsek birkaç yıl içinde Dersimliler ve Aleviler içinde şiddette sınırı tanımayan radikal bir sol örgüt hakim olacak. İşte o vakit şimdi eleştirdiğimiz Kürt silahlı hareketi ile Kaypakkaya geleneğini mumla ararız. Sen eski Grup Munzur elemanısın, dış Dersim Alevilerinden tanıdığın çok kişi vardır, ağabeyleri, dayıları TİKKOcu olan gençler artık bu radikal sol grup etrafında birleşiyor. Kendileri ile HDP ve PKK arasındaki çatışmayı dahi halk içinde şöyle propaganda ediyorlar: “Alevilere saldırdılar” kokuyu almışlar. Çünkü yukarıda bahsini ettiğim acının tarafı insanlar var. Dersim’de sol muhalif grupların HDP etrafında birleşmesinin bu açıdan büyük bir sorun oluşturuyor. Keşke oradaki sol yapı HDP’li siyasetçilere bunu anlatabilselerdi, onlar siyaseti bilir, anlarlardı. Öyle ummak istiyorum. Mesela şu DHF adayının Dersim’de bir karşılığı olurdu, Ovacık’ta olan heyecan gibi halkta heyecan yaratırdı.
Siz sanatçısınız, gençlik heyecanının ne olduğunu benden iyi bilirsiniz. Gençlerimizin heyecanını alacak bir politik yapı yok Dersim’de, işte o radikallik bunun için geliyor topraklarımıza. Öyle bağıra bağıra geliyor ki, kör duvara saldırıyor, yaşayan insan değil, insan ölünce değer sahibi oluyor o dünyada. Evet, şehit türküleri için iyi bir malzemedir ölen genç, ama bu toplumu dindirmeliyiz.
Dersimin tarihsel dokusu etnik değil Kültürel birlik üzerine inşa olmuştur, onu bozmayalım!
Gençler köy evleri inşa etsin, üstüne isimlerini yazsınlar, devlet yıktı biz yaptık desinler. Şu Deniz Gezmiş’in asi nehri üzerine kurduğu köprü gibi, köprüler yapsınlar, Deşt toprak işgali gibi devletin 1938 el koyduğu arazileri sürsünler. Yeni Ovacıklar olsun, HDP’li Dersim belediyeleri, CHP’li belediyeler el ele vermeliyiz. Dersim çok dilli tek ruhludur, onu bir kalıba sokmayalım, bu renkliliği koruyalım derim. Sosyalistlerin ulusçuluk yapması utanç vericidir. Dersim Alevi ocakları bu ulusçu solculuktan daha soldu, Kürtçe bilen köye Kürtçe pir gönderirlerdi, Zazaca bilen köye Zazaca ve Türkçe bilene de Türkçe Pir gider cem bağlardı. Halkın kendi içinde, yüzlerce yılda, etnisiteyi dışlayarak yakaladığı bu birlik ruhunu bozmamızın manası ne?
Gel elini ver, köylerimizi yeniden kuralım! Boş ver, bırak biri kendine Türk diğeri Kürt, Zaza, Ermeni desin. Biz bir ev yapalım, taşını biz taşıyalım, harcına gözyaşımızı katalım. Tırnağımızla kazıyalım harflerini; biz ayrı dünyaların insanıydık diyelim, bir araya geldik bir ev yaptık, bahçesinde hürriyet olsun, sokaklarında bisikleti ile bir çocuk çıksın elinde çiçeği mezarına gitsin dedesinin... genç oğlanlar kızlar “El kajiye” şarkısını söylesin... dünya değişti be kardeşim. Ben örgüt kurdum, yönettim, feshettim... 2002 yılında Seyit Rıza’nın torunu Ali Ekber Polat’ı dinledim ve anladım ki, namlular çiçek açmıyor... Lütfen artık namluların çiçek açacağına dair şarkılar yapmayalım gençlerimize... 
Bize daha güzel şarkılar yapacağına olan inancımla, hürmet ve saygıyla!
  Mikail Aslan'ın bir ideolojik kesimin Dersim'e bakış açısını transfer ettiği o Kamer Genç yorumu:
Kamer Genç vefat etti!
Birkac yıl önce Londra'da bir alevi derneğinde oturuyordum. Duvarda Seid Rıza'nın ve Atatürk'ün resimleri yan yana asılıydı. Cellatla kurbanı ilk defa aynı duvarda yan yana görüyordum. Bir onun yüzüne bir diğerinin yüzüne baktım, bir de dernekte etrafımda oturan insanların yüzüne baktım. Bir kurt ve bir koyunun birbirlerine acımasız bakışlarının gölgesinde her ikisine minnet eden, her ikisinin de çorbasından içen bu anlayışı yeni yeni anlıyordum... Yakın zamanda Kamer Genç vefat eti, son vasiyetinde, beni Türk bayrağına sarın, Tunceli ye gömün“ demişti. Yüzlerce kez kameranın önüne geçip Dersim dağlarında bir Kürt bayrağına işaret ederek; bakın dağlarımızın artık her köşesinde PKK bayrağı dalgalanıyor, nerede bu ordu“ diyerek orduyu göreve çağıran bu adam hakkında başta Dersimli romancı Haydar Karataş olmak üzere onlarca kişi methiyeler dizdi, onurlandırdı. Aynı anda hem bir milisi hem de bir devrimciyi koynunda saklayan bu zihniyet bütün yozlaşmanın özüdür, kırılmanın başlangıç noktasıdır. İbrahim Kaypakkaya'nın ve Kamer Genç'in gözlerine aynı anda bakan ve ikisine de minnet eden, saygı gösteren bu yaklaşım 'devrimcilik-ilericilik“ adı altında devam ettiği sürece hep karanlıkta kalacağız. /Mikail Aslan/ 25.01.2016

Kategori: 

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Hapishane Dergisinin 51. Sayı...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 2024 tarihli 51. sayısı...
TEK KİŞİLİK HÜCREDE YAZILAN BİR ÖYKÜ: DE...
               Mahallenin kimi çocukları ondan hem korkar hem de onunla uğraşmaktan vazgeçmezdi kargalar...
Duvarları delen çizgiler
Balıkesir Burhaniye yakınlarında yaşayan arkadaşlara davet. 10 Aralık'ta Insan hakları haftasında, Burhaniye Yerel Demokrasi ve Insan Hakları Gündemi...

Konuk Yazarlar

Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...
Girit Leblebisi
  Ben vakitlice davranmış, gün batımını da izlemek için kahvelerin gürültüsünden uzakça bir bankı gözüme kestirip oturmuştum. Bir süre sonra,...