“Küresel Kültür” mü?[*]

Sibel Özbudun kullanıcısının resmi
“Güne çalar saat sesiyle

başlayan bir medeniyetin
bütün umutları tükenmiştir.”[1]
 
Söze başlamadan şunu belirtmem gerekiyor; ben “kültür” kavramını burada insan ruhunun “rafine” ürünleri, yani bilgi, görgü, sanat, edebiyat, müzik vb. anlamında değil, antropolojik anlamda, yani eğitimli-eğitimsiz tüm insanlarda, geniş ya da küçük ölçekli, sınaî, post-endüstriyel ya da avcı-toplayıcı bütün toplumlarda var olan bir “şey” olarak kullanıyorum. Tabii yine de bir takım ihtiyat paylarıyla...
“Şey” diyorum: çünkü en çok irdelediği konu olsa da, antropoloji “kültür”ü tanımlayabilmiş değil. Daha doğrusu kültür antropolojinin belki de en çok tanımlama girişiminde bulunduğu kavram. Klasik örnek: Alfred L. Kroeber ve Clyde Kluckhohn günümüzden 6 4 yıl önce, 1952’de kaleme aldıkları “Culture: a Critical Review of Concepts and Definitions”da[2] 164 adet kültür tanımı sıralamaktaydı.
Kroeber ve Kluckhohn’un derlemesinin üzerine geçen 60 yılı aşkın süre içerisinde kültürü tanımlama yolundaki teşebbüslerini derlemeye kalkışan oldu mu, bilmiyorum. Çok önemli de değil. Nihayetinde, sosyal bilimlerde tüm tanımlama girişimleri geçici, arızi ve deneyseldir. Yani “farklı tanım(lama)” doğa bilimlerinde olduğu üzere vahim, hatta kimi vakalarda olduğu üzere ölümcül sonuçlara yol açmaz. (Bir tıpçının hastalığa yol açan virüsü, bir fizikçinin atom-altı parçacıkları “farklı” tanımladığını düşünün!) Sosyal bilimlerde her tanım, içine yerleştiği paradigma açısından işlevseldir. Bu nedenle sosyal bilimlerde tanımlama girişimleri, her seferinde biraz daha inceltilmek üzere, hem geçici, hem de çoğuldur...
Antropolojideki “kültür” tanımları da biyolojikten psikolojiğe, maddeciden idealiste, yapısaldan durumsala... tanıma başvuran kuramcının meşrebine ve -kabul etmeli ki başat “moda”ya göre, farklı tonlar üstlenmektedir. Son yıllarda, özellikle simgeci/yorumsamacı ve göreci eğilimlerin ağırlık kazanmasıyla kültürü her bir halkın ortaklaşa sahip olduğu ve doğal ve toplumsal çevrelerini anlamlandırmalarına, onun içinde devinmelerine olanak sağlayan bir simgeler ve/veya anlam(landırma)lar sistemi olarak tanımlama eğilimi öne çıkmıştır...
Aslına bakılırsa bu eğilimin izi, kavramın bağrında biçimlendiği tarihsel gerilime, Fransız Aydınlanması ile Alman Romantisizmi arasındaki gerilime dek sürülebilir. Fransız Aydınlanması’nın bilimselci, maddeci, teknolojik, evrensel, kozmopolit, ilerlemeci “uygarlık” kavrayışı karşısında gecikmiş Alman ulusalcılığının tikelci, maneviyatçı, tinsel “kultur” vurgusunun antropolojinin yaklaşıma damgasını vurduğunu söyleyebilirim. Bir halkı diğer halklardan ayırt eden “tinsel” özellikler... Alman (romantik) milliyetçiliğinden mülhem tüm milliyetçilikleri esinleyecek bir kültür tanımı olmuştur.
Dahası, antropolojinin “kültür”ü tanımlama girişimi, ister istemez, onun araştırma pratiğiyle de sınırlanmıştır. Yüzyılı aşkın süredir araştırmalarını (merkeze yakın ya da -tercihan- uzak) bölgelerde yaşayan halklar arasında yürüten antropologlar açısından bir teritoryada uzun süre birlikte yaşayan ve bir dizi ortak unsuru (dil, inanç, ritüeller, geçim faaliyetleri, toplumsal örgütlenme vb. birliği) paylaşan bir halkı diğerlerinden ayırt eden özellikler örüntüsü... Kısacası: teritorya + halk = (halkın “ruh”u olarak) kültür...
Antropologların önemli bölümünün, kültürün “bir halkın doğal ve toplumsal çevrelerini anla(mlandır)malarını ve onun içinde devinmelerini sağlayan, yani bilişsel ve ahlâksal işlevlerle yüklü bir simgeler sistemi olduğu ve bağrında biçimlendiği topluma özgü olduğu için insan toplumlarını birbirinden ayırt ettiği” yolundaki kanıyı benimsediğini söyleyebiliriz.
Marksist antropologlarla birlikte ben bu tanıma iki itiraz kaydı düşüyorum.
1. İlkin antropolojik “halk” kavramı; bölünmemiş, çelişkisiz, bir organizma gibi davranan bir tahayyüldür: oysa gerçek yaşamda her topluluk, bölünmüş, çıkarları ve güce erişimleri açısından farklılaşmış, çeşitli biçimlerde çatışmalı bir kendiliktir. Dolayısıyla, kültürün yukarıdaki tanımının varsaydığı “uyum” kurmacadır; gerçeklikte varolmaktan ziyade, ideolojik bir “dilek ve temenni”den ibarettir.
2. İkinci olarak, bu tasarım, yalıtılmış, diğer toplumsal-kültürel kendiliklerle teması olmayan bir kendiliği varsaymaktadır. Oysa bütün halklar, tarih boyunca başka halklarla ilişki içerisinde olagelmişlerdir; ve bu ilişkiler, en azından imparatorluk çağından beri eşitsizdir. Bu “temas ve etkileşim kuralı”ndan antropologların meşgul olduğu Afrika, Amerika, Güneydoğu Asya, Avusturalya, Pasifik ya da Kutup yerlileri de bağışık değildir. Bu halklar da en azından son 5-6 yüzyılın sömürgecilik (ve son iki yüzyılın emperyalizm) olgusundan bağışık değildir.
Bu iki “ihtiyat kaydı”nı, son dönemde kültür üzerine düşünmenin başat tartışma teması “küresel kültür” ve/veya “küreselleşme ve kültür” üzerinde düşünmede, yararlı araçlar olarak aklımızda tutup, ilerleyelim.
Kabul etmek gerekir ki, 1980’li yıllardan itibaren adı konulan “küreselleşme” süreçleri, -bugüne değin “kültür”ü izole, bütünleşik, türdeş (ve genellikle çelişkilerden arî) bir bütün olarak tahayyül etme alışkanlığındaki antropologlar dahil- “kültür”ü kavrayış tarzlarını derinden etkiledi ve dönüştürdü. O güne dek, göreli sorunsuz bir biçimde kabul gören “kültür=teritorya+halk” denklemi, geri dönüşsüz biçimde altüst oldu. Çünkü “küreselleşme” denilen süreçleri olanaklı kılan teknolojik gelişmeler (ulaşım ve iletişim sektörlerindeki baş döndürücü hızlanma) hem insanlar, hem metalar hem de imge, simge ve fikirler dünyasındaki mesafeleri o güne dek görülmemiş ölçüde kısaltmış, halkların “kültürel birliği”ni parçalarken, İsveç’te bir ilkokul öğrencisiyle yağmur ormanlarında ekolojik hakları için direnen yerliler arasındaki mesafeyi bir “tık”a indirmişti. Dileyen Hollandalı, süpermarketten Meksika chili sosu, dileyen İngiliz, Soho’daki bit pazarından bir Hint sarisi, ya da yolu İstanbul’a düşmüş İranlı bir turist, Beyoğlu’nun arka sokaklarında tezgâh kurmuş Senegalli gençlerden ahşap oyma Afrika heykelleri, ya da herkes, en yakınındaki pazardan bunların Çin malı taklitlerini satın alabiliyordu. Aleut adaları yerlilerinin erginleme ayinlerini National Geographic kanalından izleyebiliyor, ya da mali gücünüz yetiyorsa bu ayinlerin turistler için yeniden üretilmiş versiyonunu yerinde izlemek üzere bir uçak bileti satın alabiliyordunuz. Japon marka akıllı cep telefonları, sefalet ücretleriyle çalışan Koreli, Vietnamlı çocuk işçiler tarafından üretiliyor, Yunan, İtalyan ya da Pakistanlı gençler tarafından kapış kapış satın alınıyordu. Hintli zengin çocuklar, İsveç otomobilleriyle hava atıyorlardı birbirlerine. Ve Bangladeş’teki ter atölyelerinde Benetton için tişört diken Yemenli genç kadınlar, Brezilya dizilerine ağlıyorlardı... Kıvanç Tatlıtuğ, Mısırlı kadınların sevgilisiydi; McDonalds veya KFC ise Türkiyeli gençlerin... Yani her şey, her insan, her meta, her imge kökünden sökülmüş, deteritoryalize olmuş, yeryüzü herkesin birbiriyle etkileşim içerisinde olduğu “küresel bir köy”e dönüşmüştü.
Çağın entelektüellerinin bu gelişmeler karşısındaki tavrı, ikilidir: bir grup tüm halkları birbirinden ayırt eden kültürel bariyerlerin yıkılmakta, kültürel farklılıkların yok olmakta olduğunu, yeryüzünün kültürel bir türdeşleşmeye yöneldiğini (meşrebine göre sevinçle veya esefle) vurgularken, karşıt görüşlüler, tersine, küreselleşme süreçlerinin ulus-devletlerin yerel kültürler üzerindeki asimilasyonist, tektipleştirici etkilerini kırarak “yerel”i özgürleştirdiği için, çeşitlenmeye, zenginleşmeye, kültürel çoğullaşmaya yol açtığını öne sürerler. Bugün eğer Brezilya Amazonlarında yaşayan Yanomamö halkı yağmur ormanlarındaki ekolojik yıkıma karşı uluslararası kamuoyunu harekete geçirebiliyorsa, Maya yerlilerinin EZLN’si Lacandon ormanlarından yaptığı internet yayınlarıyla Ali Şeriati’nin öğrencilerinin desteğini kazanabiliyorsa ya da, tersinden bir örnekle, Bosna’lı müslümanlar cihanşümul bir İslâm devleti için mücadele vermek üzere IŞİD’e katılabiliyorsa, Avustralya aborijinleri Rambo’yu kendi kimliklerini doğrulamada bir rol modeli olarak benimseyebiliyor, yeniden yorumlayabiliyorlarsa bu, kültürlerin hem şu iletişim çağında birbirleriyle ne kadar hızlı ve yoğun iletişime geçebildiğinin, ama hem de küreselleşmenin ulus-devletlerin bastırdığı yerel kültürlerin özgürleşmesini sağladığı, etnik dirilişe ve dolayısıyla da kültürel çeşitliliğe yol açtığının işaretidir.
Kültürel incelemelerde aşılması zor bir ikilem: “küresel”e karşı “küyerel”!
Aslında bu ikilemin çözümü, her iki tezin de üzerinden atladığı zemini görebilmekte yatıyor: piyasa...Çünkü nihayetinde “küresel” ve/veya “küyerel” kültüre değgin herşey, aslında“piyasa”ya değgindir; ondan kaçınamamaktadır.
Açımlayayım: günümüzde “yerel”in “görünürlük” kazanabilmesi, ancak ve ancak piyasa tarafından kabul görmesi, popüler kültüre dahil olması, bir tüketim nesnesine, ama talep edilen bir tüketim nesnesine dönüşmesiyle mümkündür. Bu yerel yiyecekler için de böyledir, ritüeller için de, giysiler için de, protest hareketler için de... Küresel alışveriş hareketlerinde Kuzey, Güney’e teknolojik gereçler, Güney ise Kuzey’e (evcilleştirilmiş) “exotica” ihraç ediyor. Evcilleştirilmiş: yani standardize edilmiş, Kuzey’in tüketim alışkanlıklarına uyarlanmış, yerinden edilmiş. Fazla baharatlı, ekşi, ya da tatlı değil, hijyenik, sağlık kriterlerine uygun, sakıncasız, ölçülü, tehlikesiz, estetik, sterilize... Öyle ki, “isyan” bile piyasanın labirentlerinde evcil ikonlara dönüştürüldüğünde; bu yapılamadığındaysa ekranın gerisindeki, hayatımıza dokunmayan steril imgeler olarak pazarlanabilmektedir: Kolombiya’nın FARC’ı, ancak silah bırakmaya yanaşıp müzakereye oturduğunda değer kazanmakta, Meksika’nın Chiapas’ında ayaklanan EZLN gerillaları, ancak “folklorik/etnik” bir malzeme olarak dayanışmaya layık bulunmaktadır. Che Guevara silahlı bir devrimciden çok, yakışıklı bir tişört ikonu olarak değerlidir. Yani kapitalist küreselleşmecilerin göklere çıkardığı “kültürel çeşitlenme” ya da “etnik diriliş” eninde sonunda piyasanın aynasında, ancak “alıcısı” olduğunda gerçekleşen bir çeşitliliktir ve nihayetinde, Kuzeyli tüketim kültürünün yeknesaklığından sıkılmış, George Simmel’in deyişiyle “blaze” tüketicinin hayatına biraz renk, biraz çeşit katabilmek, onu piyasanın erişiminde tutmak üzere kültürel pazara dahil edilmiştir...
Şu hâlde, belirtmek gerek: Kapitalizm, bir dünya sistemi içine çektiği insanlığın tüketim örüntülerini de giderek tektipleştirmektedir; ihtisaslaşmış bir satış yerinden (köyün bakkalı ya da hipermarket) para ödeyerek satın alınan bir metanın (pazar için üretilmiş mal) tüketimi. Bu standardın içinde yüzlerce, binlerce farklı kültürel olasılığın ölüsü gömülüdür: bir koyunun diyelim ki yirmi tavukla takas edildiği trampa sistemi, kişinin zenginleştikçe geçim ürünlerini prestij nesnelerine tahvil ettiği, ihtiyaç duyduklarında da prestij nesnelerini “bozdurup” geçim maddelerine dönüştürdüğü “birikim” modelleri, verimli bir mevsim geçiren bir kabilenin, zor durumdaki komşularını çağırıp tıka basa yedirdiği, armağanlarla donattığı, ellerindeki fazla malları da kırıp döktükleri “potlach”lar, köy köy dolaşıp destanları aktaran, bunun karşılığında da her gittiği köyde konuk edilip ağırlanan gezginci ozanlar, yılın ilk ürünlerini armağan kabul eden sağaltıcı şamanlar, kilin en iyisini nereden bulabileceğini, çarkını hangi hızda çevirmesi gerektiğini, fırınının ağzının en iyi ısıyı sağlayacak tarzda hangi yöne bakması gerektiğini bilen çömlekçi ustaları…
Pazar ekonomisinin, bir silindir gibi ezip geçtiği bu yeryüzü çeşitliliğinden artakalabilenleri şimdilerde “etnik ürünler” makyajıyla pazarlamaya koyulması, apolojistlerinin iddia edegeldikleri üzere, küreselleşmenin etnik grupları tabi oldukları ulus-devletlerin baskılarından kurtararak “özgürleştirdiği” anlamına gelebilir mi? Bu sorunun yanıtı, kocaman bir “Hayır!”dır.
Unutmamak gerekir, farklılığın korunabilmesi, ancak farklılıkları var eden bir zemin var olduğunda mümkündür. Zihinsel ya da maddi, kültürel yaratılarımız, farklı fiziksel ve toplumsal çevrelere birer yanıt oldukları ölçüde özgül ve farklıdırlar. Bir şaman davulu, ancak şamana aşkın ruhlarla temas kurmada aracı işlevi görmesi için imal edildiğinde bir kültürel özgüllüğe gönderme yapar; turistler satın alsın diye üretildiğinde ise, piyasa için üretilmiş herhangi metadan, diyelim ki bir kutu konserveden bir farkı olmayacaktır. Ve tıpkı kutu konserve gibi, “büyüsü bozulmuş”tur.
Dolayısıyla, [kapitalist] küreselleşmenin mümkün kıldığı söylenen etnik/kültürel canlanış ve farklı kültürlere dünya sahnesine yeniden çıkabilme olanağını sağladığı savı, bir vitrinden başka bir şey değildir. Gerçekleşen, farklı kültürlere ait değer, nesne, unsur, kavram vb.lerin “küresel piyasa ekonomisiyle entegrasyonu”dur. Bunu ise ancak piyasanın güdümü piyasa süreçlerine hâkim ÇUŞ’ların elinde olan mantığına uyarlanarak, yani kendilerini tikel-kültürel olmaktan çıkartarak gerçekleştirebilirler.
* * *
Kapitalist küreselleşme apolojistlerinin bizlere vaad ettiği “kültürel çeşitlilik” bir söylenceden başka bir şey olmadığına göre, “nasıl bir kültür?” sorusunu nasıl yanıtlayabiliriz?
Bu soru öncelikle “kültürün yönlendirilebilirliği” tartışmasını gündeme getirmektedir. Kültürü insan toplumlarının “üzerinde”, bir bakıma insanların iradelerinden özerk, kendi yasalarına ve/veya kurallarına tabi bir “kendilik” olarak tasarlayan pek çok kültürbilimci, kültürün insan müdahalelerine kapalı olduğunu iddia eder.
Peşinen belirteyim, ben, kültürün “yönlendirilebilir” olduğu kanısındayım. Kuşkusuz “yönlendirilebilirlik”ten, kültürün tümüyle bilinçli ve türdeş bir iradenin önceden tasarlanmış, planlı bir “güdümü”nü kast etmiyorum. Bu türden “kültürel mühendislik” girişimlerinin, “mühendisler”in beklemediği, ya da istenenin tam tersi sonuçlara yol açtığına tarih pek çok kez tanıklık etmiştir.
Ne ki, kültürü üreten, taşıyan ve aktaran insanlar, ya da daha doğru bir deyişle insan toplumlarıdır; yani yaşamlarını sürdürebilmek için üretmek, bölüşmek ve tüketmek zorunda, dolayısıyla birbirleriyle belirli üretim ve mübadele ilişkileri içinde olan insanlar. Dahası, yukarıda da belirttiğim gibi, toplum içinde insanlar, yaş, cinsiyet, habitat, etnik-dinsel aidiyet, geçim ve/veya üretim araçlarına ve iktidar kaynaklarına erişim, yani toplumsal konum vb. açılardan farklılaşmışlardır; hele günümüz toplumlarında. Ve yine yukarıda da vurguladığım üzere, toplumlar tarihin hiç bir döneminde tecrit, içe-kapalı kendiliklerden ibaret olmamışlar, birbirleriyle eşitlikçi ya da eşitsiz/hegemonik bir dizi ilişki ve/veya etkileşimi sürdüregelmişlerdir.
Şu hâlde kültür, birbirleriyle ilişki/etkileşim içindeki toplumlarda, farklılaşmış konumlardaki, üreten, bölüşen, tüketen, geleceğe ilişkin tasarımları, arzuları, düşleri olan insanların sürekli yeniden ürettiği, taşıdığı ve kendilerinden sonraki kuşaklara aktardığı uygulama, kurum ve zihniyetlerdir. Her kuşak, alıcısı olduğu “kültür”ü, mevcut “durum”una göre yeniden biçimlendirerek, örüntülendirerek kabullenir ve yaşar. Yani kültür süregen bir değişim ve dönüşüm sürecidir. Geçmişten devraldıkları uygulama, kurum ve zihniyetleri yeniden biçimlendirme ve ilişkilendirme/örüntülendirme faaliyetini ise [toplum içindeki farklı(laşmış) konumlarından hareket eden] insanlar gerçekleştirir.
“Farklılaşmış konumlar” vurgusu, burada önemlidir: Toplumun idamesi için stratejik önem taşıyan kaynaklara erişimde ayrıcalık sahibi bir kesiminin toplum üzerindeki, zor ve iknanın bileşik etkisine dayalı kurumsallaşmış yaptırım yetisi olarak iktidar, geçmişten devralınan uygulama, kurum vb.nin alımlanış sürecinde kritik bir rol üstlenmektedir. Çünkü bu “devir alma” işlemi, “yorum”a tabidir, ya da her “devralma” aynı zamanda bir “yeniden yorumlama” demektir; olası pek çok yorum içinde hangisinin geçerli sayılacağı ise, yorumu “kim”in yaptığıyla ilişkilidir. Çünkü iktidar konumu, toplum içinde mevcut dolayım kanallarına da egemen olmayı ön-gerektirir. Yönetenler, kendilerini ve edimlerini yönettikleri açısından kabul edilebilir (meşru) kılmak zorunda değildirler yalnızca, aynı zamanda bunun “tercih edilirliği”ni de sağlamak durumundadırlar. Dolayısıyla iktidar, yalnızca emek-sürecine dahil olmayan bir kesim ya da sınıfın toplumun geri kalanının artı-emeğini temellük etmesinden ibaret değildir; aynı zamanda onların bu durumun sürmesine rızasını -hem güzellik hem de zorla- sağlamasıdır.
Bu rıza sağlama işleminin gerçekleme alanı, ağırlıklı olarak kültürdür: yönetenlerin “adaleti”, “liyakatı”, yönetim tarzının “geleneklere uygunluğu” (ya da “demokratikliği”) vb. kültürel olarak biçimlenmiş kavramlardır. Bu ve benzeri kavramlar iktidarın süregenliği açısından hem yönetenleri belli ölçülerde sınırlandırmakta, hem de onlara esnek bir tarzda yeniden yorumlayabilecekleri/ biçimlendirecekleri bir meşruiyet alanı sağlamaktadır. Bu durum, kapitalizm öncesi formasyonlarda farklı iktidar sahibi sektörler arasında çeşitli ittifak biçimlerini (eklemlenmeleri) gerektirmekteydi: cemaatin kültürleme süreçlerinde ağırlıklı rol oynayan ilmiyye sınıfının (ya da Kilise’nin) monarkın iktidarına “ilahî” destek sağlaması ve karşılığında dokunulmazlığının güvence altına alınmasında, “mesleki” bir örgütün (örneğin loncalar) egemenlik sistemiyle çelişmeyen bir “çalışma ethosu”unu va’zetmesi karşılığında kısmî özerkliğini koruyabilmesinde, ya da yerel soyluların egemene haraç ödeyip biat ederek kendi hâkimiyet alanlarını muhafaza edebilmelerinde olduğu gibi… Özetle, bir iktidarın sürebilmesi için aslî olan “meşruiyet” kavramı, kültürel bir inşadır.
Şu hâlde “kültürün yönlendirilmesi”, iktidardakiler için aslî bir ihtiyaç ve her zaman başvurulan bir yoldur. İktidar sahipleri, toplum üyelerinin sosyalizasyon kanallarınının denetimini ellerinde tutarak, iktidarlarını meşrulaştırıcı/destekleyici ideolojilerin dolaşımını sağlayarak, konumlarının sorgulanmasının önüne geçerek, aktüel siyasetlerini destekleyecek zihniyetleri başat hâle getirerek, kısacası, kültürel dağarcığı sürekli yeniden biçimlendirerek konumlarına ve uygulamalarına ilişkin rızanın sürdürülmesine çabalarlar.
Günümüzün (Çokuluslu şirketler güdümündeki) küresel kapitalizmi açısından ise bu “rıza”nın sağlanması ve sürdürülmesi başlıca iki yoldan sağlanmaktadır. Bunlardan ilki, insanın kendisine, onu insan yapan emek süreçlerine yabancılaşmış bir bireyciliği, hazzı, tekbenciliği merkeze yerleştiren tüketimcilik ideolojisini küresel ölçekte yaygınlaştırmaktır. Bu, emeğe, paylaşmacılığa, komünalizme, kolektivizme dair tüm değerleri, diğerkamlığı, özveriyi, yetinme duygusunu tasfiye ederek, hayatın merkezine kendini yerleştiren, yalnızca kendisine değer veren, empati yoksunu, “varolma”yı “sahip olma”ya, tüketebilme kapasitesine eşitlemiş haz-merkezli ve sığ bireylerin oluşumunu destekleyen bir “kültürel dönüşüm”e denk düşmektedir. İster ABD’de, ister Sri Lanka’da, “çevrimiçi” ya da “in” olabilmek, küresel tüketim “trend”lerini yakalayabilme kapasitesine bağlıdır. Bireyin değeri, sahip olduğu, hükmedebildiği markaların toplam satış değeri kadardır; daha fazla değil. Dünyanın McDonalds’laşması, Coca Cola’laşması tamamlanmıştır.
İkinci yol ise, “maneviyatçılığın yükseltilmesi”dir. Neo-liberal ekonomik politikaların “neo-con” (yeni-muhafazakâr) kültürel politikalarla, “yeni dindarlık”la, “post-sekülarizm”le kolkola ilerlemesi, bir rastlantı değildir. Küresel kapitalizm “mezar kazıcısını”, işçi sınıfı ideolojisi ya da devrimci sosyalist düşünceleri yeryüzünden kazıma çabasında, burjuva devrimlerinin iktidardan indirerek bireysel vicdanlara hapsettiği imanı serbest bırakmıştır. İnsanın elinden dünyayı değiştirebileceğine dair irade ve özgüveni alıp ona öte dünyada daha iyi bir yaşam, reenkarnasyon, nirvana, astral yolculuk, Tanrısal inayet, ruhsal yetkinlik, kehanet yetisine erişmek vb. için uğraşmanın daha doğru olduğuna ikna ederseniz, hem yeni kazançların gerçekleşebileceği bir “maneviyat borsası” oluşturabilir, hem de insanları manipüle etmeniz kolaylaşır.
* * *
Buraya dek söylenenler, bizi kültürün yönetilenler/ezilenler açısından önemli olanaklar taşıdığını görmezden gelmeye sürüklememeli. Talep ve tahayyüllerini bir programa dönüştürerek siyasallaşan, yani “kendisi-için-sınıf”a dönüşebilen sömürülenler-ezilenler, kültürü de siyasallaştırarak bir muhalefet gündemine dönüştürme olanağına sahiptirler. Bu, toplumsal-tarihsel kültürel dağarcığın unsurlarını yeniden dizilime tabi tutmakla mümkündür. Her kültürde farklı ve çelişen unsur ve değerleri mevcuttur. Bu unsur ve/veya değerlerden savaşçılığı, tikelciliği, ben-merkezciliği, rekabetçiliği, otoriteye boyun eğiciliği, yazgıcılığı vb. vurgulamak mümkün olduğu gibi, barışçılığı, kardeşleşmeyi, dayanışmayı, başkaldırıyı, yaratıcılığı vb. vurgulamak da mümkündür ve altını çizerek belirteyim; bu, siyasal bir tercih, bir seçimdir.
1980 öncesinde bu ülkede neredeyse hegemonik olarak nitelenebilecek kardeşleşme, dayanışma ve başkaldırı kültürünü anımsayanlar ve bunun on yıl içinde tersine dönüş(türül)mesine tanık olanlar, neyi kast ettiğimi daha iyi anlayabileceklerdir. “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür, ve bir orman gibi kardeşçesine”den, “gemisini kurtaran kaptan”a, “Yaşasın halkların kardeşliği”nden “Şehitler ölmez, vatan bölünmez!”e, “Yemen Türküsü”nden “Türkiyem Türkiyem cennetim, benim eşsiz milletim!”e, Yılmaz Güney’den Polat Alemdar’a, İlyas Salman’dan Şahan Gökbakar’a, Melike Demirağ’dan Tuğçe Kazaz’a, Ruhi Su, Timur Selçuk’tan İsmail Türüt’e, DKÖ’lerden STÖ’lere, ya da cemaatlere, tarikatlara, AST’tan Big Brother gibi “reality show’lara, “Haydi dayanışmaya!” çağrılarından “Kafayı kullan, köşeyi dön!”e, “tartışma”dan “chat”leşmeye, çayhanelerden kafelere, dernek/parti lokallerinden barlara, kooperatifçilikten AVM’lere … dönüşüm sınıfsal bir müdahâlenin, egemenlerin kültürel müdahalesinin bir sonucudur. ODTÜ’de 68’li devrimcilerin uğrağı kantinin yerine McDonalds’ı dikecek, Diyarbakır’a, Dersim’e, Gazi mahallesine uyuşturucu satıcılarını musallat edecek kadar iradî bir müdahaledir üstelik.
 Ama muhalif bir hareketin, tersi yönde bir iradeyi hayata geçirme olasılığı, her zaman için mevcuttur. Sorun, bu iradeyi “siyasallaştırma”, en geniş anlamıyla, toplumun geniş kesimleri açısından meşru/kabul edilebilir kılma yetisidir. Kuşkusuz “eşitlikçi-özgürlükçü-katılımcı” bir toplum tahayyülünden kalkınanlar için bu “kabulleniş” edilgin, güce boyun eğen, kutsal referanslara dayalı, çaresiz bir rızanın değil, aksine, kendi eylemleriyle daha yaşanabilir bir ülke, daha yaşanabilir bir dünya kurmaya arzulu, özgüvenli, “muktedir” bir toplumsal kararlılık ve katılımın ürünü olmalıdır.
* * *
O zaman, gelin biraz kapitalizmin mevcut tek-yanlı ve topyekûn (hem tüm dünyayı hem de iktisadî, siyasal, toplumsal, kültürel, tüm alanları kapsaması açısından topyekûn) saldırısı karşısında durma kararlılığındaki muhalefetin olası kültürel stratejileri üzerinde düşünelim. Bu stratejiler, iyiden iyiye kırılganlaşmış dünyamızda herkes için insanca yaşam hakkını tesis etmek üzere, insanî yaratıcılık, çeşitlilik/farklılık içinde eşitlik, empati, dayanışma, katılımcılık, özgürlük, kolektivizm, barışçılık, sömürüye karşı durma, hakkaniyet, türsel çeşitlilik ve ekolojik dengelerin sürdürümü gibi hayatî değerlerin birbirine kurban edilmediği bir dizilimini esas almak durumundadır.
“İktidar” konumunun sağladığı avantajlardan yoksun olmanın “eşitlikçi-özgürlükçü-katılımcı” bir iradeyi kitleselleştirebilmenin önüne diktiği tüm güçlüklere karşın, küresel kapitalizmin dışlananlar-ezilenler-sömürülenlere vaad ettiği (ve yaşattığı) “cehennem”, yeni tahayyüller için verimli bir topraktır. İnsan(lığ)a, bu kararlılığı gösterdikleri takdirde onur ve öz-saygınlıklarını muhafaza ederek insanca yaşayabilecekleri, kendi geleceklerini belirleme hakkını ellerine alabilecekleri, yetilerini özgürce geliştirebilecekleri, doğal ve kültürel çeşitliliğin zenginleştiriciliğinin kabul edildiği, dayanışmacı bir yaşamı kurabileceğini, bu yetiye sahip olduğunu göstermekten söz ediyorum. Böylesi bir tahayyülün sahipleri, bir yandan küresel kapitalizmin artan bir eşitsizlik, dışlama ve iktidar temerküzü üzerinde işlediğini durmaksızın vurgularken, bir yandan da “Başka bir hayat, başka bir dünya mümkün!” şiarını gündemden düşürmemelidir. “Başka bir dünya, başka bir hayat” önerisi ise, şu noktaları vurgulamak durumundadır:

  • Etnik-merkezciliğin ve ırkçılığın reddi;
  • Empati/kardeşleşme duygularının öne çıkartılması;
  • Kendi kültürünün ataerkil, baskıcı, cinsiyetçi, öteki-düşmanı yönlerinin tasfiyesi;
  • İradesini “öte” bir varlığa teslim eden, mutlak bir edilginlik ve kaderciliği va’zeden dinsel dogmalara karşı insanî etkinliğe dayanan bir dünyevîliğin savunusu;
  • Kapitalist sistemin yabancılaştırıcı düzeneklerinin, özellikle de “tüketim toplumu” modelinin köklü bir eleştirisi, insancalığa, “insanlaşma”ya çağrı;
  • Barışçılık ve dayanışmacılık vurgusu;
  • Tüketimciliğe değil, üretkenliğe vurgu;
  • Rekabet yerine kolektiviteye vurgu;
  • Emek ve yaşam eksenli bir enternasyonalizm;
  • Doğal/tarihsel çevreyle barışma;
  • Bireylerin yetilerini geliştirme haklarına saygı ve bunu gerçekleştirebilecekleri olanakların sağlanması;
  • Bireylerin tikel kültürel kimliklere katılma ya da katılmama, onlara karşı eleştirel olma özgürlüğünün kabulü.

Evet, her toplumun ve insanlığın kültürel dağarcığında sömürü olduğu kadar eşitlik, güçlüye boyun eğme olduğu kadar başkaldırı, tek-bencilik olduğu kadar dayanışmacılık, edilginlik olduğu kadar katılımcılık, yıkıcılık olduğu kadar yaratıcılık, şiddete yatkınlık olduğu kadar barışçılık, vb. bulunur. Anadolu’nun kültürel bohçasında Malkoçoğlu kadar Pir Sultan, Osmanlı kadar Babaîler; Ebusuut Efendi kadar Şeyh Bedreddin; dönemin muktedirlerine methiyeler düzen şair Bakî kadar onları yerden yere vuran şair Eşref; gizemci Mevlana kadar dünyevî Kazak Abdal; soykırımın namlı Ermeni katillerinden Yakup Cemil kadar Kütahya ve çevre vilayetlerdeki Ermenileri tehcirden kurtaran mutasarrıf Faik Ali (Ozansoy); Veli Küçük kadar Musa Anter; Abdullah Çatlı kadar Deniz Gezmiş; Necip Fazıl kadar Nazım Hikmet, Tansu Çiller kadar Behice Boran, “Şehitler ölmez, vatan bölünmez!” kadar “Yaşasın halkların kardeşliği!” var. Ve ikincilere dayalı bir dünyayı kurabilmek, ancak ÇUŞ’ların iktidarı demek olan neo-liberal politikaların baskıladığı eşitlik, başkaldırı, dayanışmacılık, katılımcılık, yaratıcılık, barışçılık özlemlerini kitleselleştirebilmekten, yani yeni bir kültür yaratma mücadelesinden geçmektedir...
 
27 Ocak 2016 12:48:20, Ankara.
 
N O T L A R
[*] 7 Şubat 2016 tarihinde Sancı Dergisi’nin İstanbul’da düzenlediği ‘Kültür Sanat Edebiyat’ Sempozyumu’na sunulan tebliğ… Sancı, No:7, Mart/ Nisan 2016…
[1] P.J. Proudhon.
[2] Kroeber, Alfred L. ve Clyde Kluckhohn (1952) Culture: a critical review of concepts and definitions. Papers, 47 (1). Cambridge, Mass.: Peabody Museum of Archaeology and Ethnology.

Kategori: 

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Hapishane Dergisinin 51. Sayı...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 2024 tarihli 51. sayısı...
TEK KİŞİLİK HÜCREDE YAZILAN BİR ÖYKÜ: DE...
               Mahallenin kimi çocukları ondan hem korkar hem de onunla uğraşmaktan vazgeçmezdi kargalar...
Duvarları delen çizgiler
Balıkesir Burhaniye yakınlarında yaşayan arkadaşlara davet. 10 Aralık'ta Insan hakları haftasında, Burhaniye Yerel Demokrasi ve Insan Hakları Gündemi...

Konuk Yazarlar

Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...
Girit Leblebisi
  Ben vakitlice davranmış, gün batımını da izlemek için kahvelerin gürültüsünden uzakça bir bankı gözüme kestirip oturmuştum. Bir süre sonra,...