Kına Gecesi/ Sait Almış

Necmettin Yalçınkaya kullanıcısının resmi
Keman, cümbüş ve darbukacılardan oluşan saz ekibi hafiften tıngırdatmaya başladı. İnceden bir kadın sesi onlara eşlik ediyordu. Söyleyen düğün için gelen iki köçekten biriydi. Köylüler yavaş yavaş toplanmaya başlamışlardı. Havada hafif bir esinti vardı.

Aylardan Ekim olmalıydı.
 
Üç gün, iki gece sürecek olan düğünün ikinci gecesindeydik. Kına gecesiydi. Kadınlar ve genç kızlar evlerinden getirdikleri minderleri saz ekibinin etrafına serip oturmuşlardı. Saz ekibinin önünde yuvarlak bir alan, oynamak için boş bırakılmıştı. Bizim köyde kına gecesine sadece kadınlar değil, köyün genç erkekleri de katılırdı. Genç erkekler avlunun ayrı bir köşesinde, fırında yakmak için yeni kesilmiş çalı yığının üzerine oturmuşlardı. Yerinde duramıyor, zıplayıp duruyorlardı.
 
Yetişkin erkekler ise erkek tarafının evinde toplanıyorlardı o gece. Kız tarafının erkekleri gitmezdi oradaki eğlenceye. Ne de olsa kızlarını alıyorlardı, karşı taraftılar onlar için. Orada da bir saz ekibi ve bir köçek vardı. Evde yapılmış boğma rakı ve gündüzden yapılmış ev yemekleri bedava ve sınırsızdı. Köyün tüm düğün yemeklerini Şaziye Hala yapardı. Kara kazanlar akşama kadar kaynardı. Kesilen kuzularla pişen kuru fasulye, nohut ve keşkek ile bütün köy doyardı.
 
Kına gecesi çocukları olarak iki mekân arasında nakış dokurduk. Erkek evi belli misafirlere açık tutuluyordu. Sadece çağrılı olanlar biliyor ve gidebiliyordu oradaki eğlenceye. Bu düğünde erkeklerin toplanma evi, köyün tek saz çalanı, İzmir’de Âşık Gülabi’den kurs almış olan damadın abisiydi. Orada çengiden önce Âşık Yüksel’in deyişlerini dinliyorlardı.
 
***
 
Kına gecesi yapılan avlu bizim avlumuz, düğün ablamın düğünüydü. Ablam 17 yaşındaydı. Kısmeti erken çıkmıştı. Eniştemin ailesi Alevi’ydi, belki de Bektaşi. Hâlâ bilmiyorum. Onlar biliyor mu, onu da bilmiyorum. Aleviler dışarıya kız vermiyorlar, ama kız alıyorlardı bizim köyde. Bazı akrabalar ablamı vermesin diye babamı etkilemeye çalıştıysa da, babam onlara kulak asmadı. Ablama sordu, onun onayını alarak “Evet,” dedi.
 
Ablam benim için ana gibiydi. Ondan yedi yıl sonra doğmuştum. Ailenin yedi yıl süren ikinci çocuk beklentisi ablamı da etkilemiş olmalı ki, bana büyük bir sevgiyle bakardı. Şefkatle büyüttü beni. Aklım ermeye başladığında bile onun sırtında, kucağındaydım.
 
O gece ablama kına yakılacaktı. Ablam evden gidiyordu. Kendimi bir yandan düğün şenliğine kaptırmış, bir yandan ablam evden gidince ne yapacağımı düşünmeye başlamıştım. Ablam gelinliğini giymiş kınaya hazırlanıyordu. Mutlu görünmeye çalışıyordu. “Ne de olsa her genç kızın rüyası,” değil miydi gelin olmak!
 
Kadınlar ablama gelinliğini giydirmişlerdi. Yüzünde makyaj yoktu, sürme çekmeye bile gerek görmemişlerdi kara gözlerine. O gözlerde dün akşam dizlerine yattığımda gördüğüm hüzün, endişe, mutluluk karışımı ifade aynen duruyordu. Hatta hüzün ve endişe yanı daha artmıştı. Ayrılığın acısını benden daha çok hissettiği kesindi. Bir kere daha sarıldı bana. Ağlamamak için zor tutuyordu kendini. Hâlbuki çok mutlu bir yaz geçirmiştik. Yeni hayatının heyecanını paylaştık, utangaçça.
 
***
 
O yaz çok çalıştık. Köy düğünü yapmak, kız evlendirmek kolay değildi. Anam sürekli beni ve küçük kardeşlerimi motive ediyordu. “Ablanızın sizde çok emeği var, borcunuzu ödeme zamanı geldi, bu yıl onun için çalışın!” diyordu. Daha çok tütün üretmek için, Abbas dedemim Payam Tepe mevkiinde, kullanılmayan, tarla olmaktan çıkmış, gen olmuş tarlasını sürdük. Derinlere kök salmış ayrık otlarını tek tek ayıklayıp tarladan attık. Aile olarak baş edebileceğimizden büyüktü tarla. Tütün dikiminde gündelikçi yardımı aldık. Hem tütünde, hem üzümde, ablamın şansına hasat çok iyi oldu o yıl.
 
Eylül ayı düğün hazırlıkları ile geçti. Yakın akrabalarla birlikte Manisa’ya pırtı kestirmeye gittik. Kumaşlar alındı. O zamanlar evin perdeleri, yorgan döşek, ıvır zıvır ev eşyasından başka ev eşyası yoktu. Beyaz eşya, TV, koltuk takımı gibi pahalı eşyalar yoktu. Alınan kumaşların ücreti tütün parasını alınca ödeneceğinden iki katına çıkacaktı. Fiyat sormadan alış veriş yapıldı.
 
Bütün gün büyük zevkim olan şehir meydanındaki merdivenlerin kenarlığında kaydım. Bu arada bana daha önceden sipariş edilip dikilecek pantolon ve gömlek için kumaş alınmıştı. Pantolonu babamın iple aldığı ölçülere göre terzi Emin Abi dikmişti. Gömleğimi ise anam dikecekti.
 
Anam bir ay boyunca Singer marka dikiş makinesinin önünden kalkmadı. Bu arada en büyüğü ben olmak üzere dört çocuğa ablam bakıyordu. Bu kadar dikişten bana bol bol makara çıkıyordu. Asıl düğün bana gelmişti sanki. O makaralarla oyuncaklar yapıyordum. Kalanları da arkadaşlarımla paylaşıyordum. En gösterişli makaradan araba benimkiydi.
 
Araba yürüdükçe iki tekerleğin üzerine dizdiğim sıra sıra makaralar fır fır dönüyordu. Bir ışığı eksikti. Ama köyde ışık yoktu ki, benim arabamda olsun(!) Anam köyün terzisi olduğu için, top sahibi çocuklar kadar forsluydum zaten. Şimdi forsum iki katına çıkmıştı.
 
***
 
Ablam yanında iki arkadaşı ile avluya indi. Köy kahvesinden ödünç alınmış üç sandalyeye oturdular. Esmer güzeli ablamı ortalarına aldılar. Tepelerinde bir Lüks lambası asılı duruyordu. Ablam Lüks lambasının ışığında elmas gibi parlıyordu. Çok güzel bir gelin olmuştu. Onların gelmesiyle eğlence canlandı. Darbukacı müziğin ritmini hızlandırdı. Köçek baygın şarkılar söylemeyi bıraktı. Zillerini şakırdatarak, eteklerini savurarak oynamaya başladı. Biz yeni yetmeler için bayramdı. Oyunun hızıyla etekleri bir o yana, bir bu yana savrulan köçeğin bacaklarına odaklanmıştık.
 
Köçeğin açılış oyunlarından sonra köy kızlarının oynamasına geldi sıra. Önce ablam ve arkadaşları çıktı meydana. “İnce giyerim ince, pembe yakışır gence,” diye başlayan türküyle oynamaya başladılar. Tüm dikkatler onların üzerindeydi. Bu yüzden tutuk tutuk oynuyorlardı.
 
Kızlar oyuna çıkmaya çekiniyorlar, utanıyorlardı. Ya da öyle yapıyorlardı. Herkes tarafından şen şakrak bilinen, sevilen bir ablaları meydancılık yapıyordu. Görevi genç kızları oynamaya teşvik etmekti.
 
Utanarak oyun meydanına çıkan kızlar, kaşları ve gözleriyle arkadaşlarına işaret ediyor, onları da yanlarına çağırıyorlardı. Bunu gören meydancı abla, hemen o yana seğirtiyor, kızlara cesaret veriyordu. Onlar da sanki istemeyerek, mecbur kalmış edasıyla oyuna kalkıyorlardı.
 
Arada meydana çıkardığı kızlarla oynaması için, ablamı tekrar tekrar oyuna kaldırıyordu meydancı. O aralarda eniştemle de oynadı mı, damatlar kına gecesine katılabiliyor muydu, hatırlamıyorum! Oynadıysa da kıskançlığımdan belleğimde yer etmemiş olabilir.
 
Oğlanların orada bulunma hakkı vardı, ama oyunlara katılamıyorlardı. Köçek gittikten sonra ciddileştiler, sululuğu bıraktılar, kızları saygıyla izlemeye başladılar. Çünkü oynayanlar arasında yavukluları, bacıları vardı.
 
Düğünler; oğlanlar ve kızlara karşılıklı ilgilerini, sevgilerini ifade etmek için güzel bir ortam sağlıyordu. Oğlanların şimdi cep telefonu olan göt ceplerinde, o zamanlar horozlu cep aynaları vardı. Gözlerine kestirdikleri kızın gözüne tutarak belli ederlerdi ilgilerini. Gerisi mesajı alan kızın davranışlarına bağlıydı.
 
Karşılıklı oynanan ağır tempolu oyunlar bitti. Halay başladı. Lüks lambası ışıklarının gençlerin aynasına yansıyarak oluşturduğu ışık uçuşmalarıyla, açık hava diskosuna dönüştü avlu. Genç kızlar, yeni gelinler oynamaktan yorulmuştu.
 
Bir ara ablamın önünde bir kımıldanma oldu. Müzik ve oyunlar kesildi. Kına tepsisi geldi önlerine. Tüm kızlar kocaman bir öbek oluşturdular. Ağıtçı kadın yanık sesiyle başladı kına ağıdı yakmaya. Köyün tek ağıtçısıydı, hâlâ yaşıyor mu bilmiyorum. Bu işte ustaydı. Herkesi tanıdığı için, gelinin gerçek yaşamına uygun sözlerle, doğaçlama yakıyordu ağıtı.
 
Önce ablamın ellerine kına yakıp bağladılar. Sonra kızlar sıraya girdi. Kısmetlerinin açılması için avuç içlerine kına yaktırıyorlar, gelinin tellerinden koparıp alıyorlardı. Benim küçük parmağıma da yaktılar gelin kınasından.
 
***
 
O arada evine gitmiş olan, beni gençliğe hazırlayan halaoğlu Mustafa’nın muzipliği ortama heyecan katmaya yetti. Evden getirdiği bir postu bana giydirdi. Kadınların üzerine doğru koşmamı söyledi. Gerçekten domuz postu muydu bilmiyorum? Ama kadınların üzerine doğru koştuğumda, domuz etkisi yaptığı kesindi. Kadınlar bağrış çağrış kaçışırken, biri yüksek sesle bağırdı: “Durun! Halil Amca Harmandalı oynayacak daha!” Oyuncunun adını yanlış hatırlıyor olabilirim, ama söylenen şey herkesi yerinde tutmaya yetti. Ben de postu soyulmuş küçük bir hayvancık gibi ortada kaldım. Herkes bana gülüyordu.
 
Köyün en iyi Harmandalı oynayan amcasından sonra, diğer akranları da çıktı ortaya. Birkaç peşrevden sonra, eşleri de katıldı onlara. Oyun tam bir ekip oyununa dönüştü. Eğlence bitmiş, yetenek gösterisi başlamıştı. Kalabalık içinde kolları kaldırıp parmak şakırdatmak, şippen (alkış) çalmak kolaydı. Zor olanı ise, oyunu anlamına, kuralına, ritmine göre oynamaktı. Yaşlılar gençlere ders veriyordu. Dersini alan evine gitmeye, kalabalık dağılmaya başladı.
 
***
 
Dışardan gelen misafir çoktu. Bana evde yer kalmamıştı. Hangi teyzemdi hatırlamıyorum, birinin evine gönderdiler beni. İşte o zaman, yalnız kalınca hüzün çöktü içime. Ayrılık vakti gelip çatmıştı. Ablamsız ilk gecemdi. Yarın gelin gidecekti ablam. Eğlence faslı bitmişti.
 
Ablamı ben verecektim. Daha düğün başlamadan tembih etti Nevzat dayım. “Kapının anahtarı sende olacak, pazarlık yapacaklar, sakın elli liradan aşağı verme anahtarı,” dediler. Ablamı satacaktım, hem de pazarlıkla satacaktım. Elli lira iyi paraydı. Benim için kârlı bir oyundu. “Tamam,” dedim.
 
Uyku tutmuyordu bir türlü. Yarınki düğün alayını düşlüyordum. Alayın en başında seğmenler olacak, seğmenlerin başında ise elinde ucuna bir ayna ve yazma bağlı bayrak taşıyan bayraktar olacaktı. Hemen önlerinde de davul zurna ekibi bulunacaktı. Erkek evinin kadınlı erkekli insanları arkalarında bir alay oluşturacak, bizim eve doğru yola çıkacaklardı. Kaç kez figüran olarak rol aldığım bu film yeni baştan çekilecekti. Tek farkı bu kez kendime has rolüm olmasıydı.
 
Düğün alayı yol boyunca çoğalacak. Alaya katılamayan yaşlılar yolun geniş noktalarında birikeceklerdi yine. Alay oralara gelince bayraktar elindeki bayrağı yere dikerek alayı durduracak. Yaşlılardan hareket edebilenler meydana çıkacak. Damada moral olsun, düğün şenliğine katkı olsun diye, bir iki döneceklerdi. Her zaman olduğu gibi, içlerinden bildiğimiz birkaçı kendini tutamayacak, hazır çalgı bulmuşken döktürecek. Harmandalı, Bergama Zeybeği, Çiftetelli derken alay sabırsızlanmaya başlayacaktı. Çünkü karanlık basmadan kızı alıp oğlan evine teslim etmeleri gerekiyordu. Sonunda alkışlarla o bölge terk edilecek, alay bizim eve doğru yoluna devam edecekti.
 
***
 
Ertesi gün, düğünün son günü anahtar elimde, gardiyan gibi dikildim kapıya. Davul zurna sesleri gittikçe yaklaşıyordu. Seslere göre düğün alayının nerde olduğunu tahmin etmeye çalışıyordum. Ablam ellerinde kına, belinde kırmızı kuşak, beyazlar içinde bekliyordu alayı. Hediye paketi gibi göründü gözüme. Sandalyeye oturmuş alıcısını, kaderini bekliyordu. Birazdan elli liraya satacaktım o paketi.
 
Dün akşam kına gecesinde çok ağlamıştı. Göz pınarları kurumuştu sanki. Ağlayamıyordu artık. Melul mahzun bakınıyordu, tıpkı biraz sonra kesileceğini anlamış kuzu gibiydi. Keşke o anda ne düşündüğünü, soracak ve anlayacak yaşta olsaydım. 17 yaşında hiç erkek arkadaşı olmamış, görücü usulü evlendirilen ablam, neler hissetti acaba o anlarda? Hiç bilemeyeceğim. Belki o da bilememiştir. O kadar gençti ki…
 
Beklenen an geldi. Düğün alayı bizim avludaydı. Kapının önüne, evin merdivenlerine al yazmalarla süslenmiş bir kırat yanaştırdılar. Düğünün kâhyası merdivenleri çıkıp yanıma geldi. Kimdi hatırlamıyorum, ama sevdiğim bir amcaydı. Elime elli lira tutuşturdu, başımı okşadı, gevşeyen avuçlarımdan sızan anahtarı tuttu ve kapıyı açtı. Bu kadardı, bu kadar kolay sattım ablamı. Pazarlıksız!
 
Ablamı kapı önündeki hayata yanaştırılan kırata babam bindirdi. Yani ben sattım, babam sahiplerine teslim etti ablamı. Gelinliği ve duvağı ile kıratla bütünleşmiş, tek parça olmuşlardı. Bembeyaz bir bulut olarak hatırlıyorum onları. Tam o anda onu almaya gelenlerden bir alkış koptu, silahlar patladı, ıslıklar yükseldi. Bizimkiler ise sessiz sesiz ağlıyordu. Anamı gördüm kadınların arasında, yaşmağının ucu ile gözlerini siliyordu.
 
Beyaz bulut süzüle süzüle terk etti avluyu. Birden haykırarak ağlamaya başladı kadınlar. Anam yere oturmuş, dizlerini dövüyordu. Teyzelerim, halalarım, komşularım feryat figan ona eşlik ediyorlardı. Bir köşeye çekildim. Saklambaç oynar gibi yüzümü duvara dayadım, hıçkıra hıçkıra ağladım.
 
Sonra, babam çıktı kapıdan. Ablamı teslim ettikten sonra evin içine kaçmış demek ki. Gözleri kan çanağıydı. Kadınların yanına gitti. “Ne ağlıyorsunuz be! Ölü evi mi burası? Hadi evinize gidin!” diyerek dağıttı onları.
 
Ölü evi değildi, ama ölüm sessizliğine bürünmüştü evimiz…

Kategori: 

Bunları Okudunuz mu?

03/21/2024 - 04:53
01/14/2024 - 19:15
12/06/2023 - 15:04
11/27/2023 - 08:07

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Hapishane Dergisinin 51. Sayı...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 2024 tarihli 51. sayısı...
TEK KİŞİLİK HÜCREDE YAZILAN BİR ÖYKÜ: DE...
               Mahallenin kimi çocukları ondan hem korkar hem de onunla uğraşmaktan vazgeçmezdi kargalar...
Duvarları delen çizgiler
Balıkesir Burhaniye yakınlarında yaşayan arkadaşlara davet. 10 Aralık'ta Insan hakları haftasında, Burhaniye Yerel Demokrasi ve Insan Hakları Gündemi...

Konuk Yazarlar

Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...
Girit Leblebisi
  Ben vakitlice davranmış, gün batımını da izlemek için kahvelerin gürültüsünden uzakça bir bankı gözüme kestirip oturmuştum. Bir süre sonra,...