Ekim’in 100. Yılında Kavramlar, Gerçekler

Temel Demirer kullanıcısının resmi
I. AYRIM: TEMEL SORU(N)

 
I.1) DİYALEKTİK MATERYALİZMİN GEREKLİLİĞİ
I.2) FELSEFESİZ OL(A)MAZ
I.3) İDEOLOJİ MESELESİ
I.4) YÖNTEM KONUSU
I.5) MARKSİZM NEDİR (Mİ?)
I.6) DEVRİMCİ PRAKSİS
 
II. AYRIM: SINIFI VAR EDEN(LERİN) ZEMİN(İ)
 
II.1) SERMAYE SORUNU
II.2) EMEĞİN KONUMU, SÖMÜRÜ VE ARTI-DEĞER
II.3) VE KAPİTALİZM!
II.4) KRİZ
II.5) İŞÇİ SINIFI (PROLETARYA)
II.6) SINIF HAREKETİ VE MÜCADELESİ
II.7) YABANCILAŞMA VE META FETİŞİZMİ
II.8) ÖZEL MÜLKİYET
II.9) ÖZGÜRLÜK
 
III. AYRIM: SINIFSIZ ÜTOPYA VE PRAKSİSİ
 
III.1) ÜTOPYA EYLEMCİSİ: V. İ. LENİN
III.2) ÖRGÜT
III.3) EŞİTLİK İÇİN İSYAN
III.4) VE ŞİDDET MESELESİ
 
IV. AYRIM: EMPERYALİZM ÇAĞI
 
IV.1) SAVAŞ
IV.2) BARIŞ
IV.3) ULUSAL SORUN
 
V. AYRIM: DEVLET MESELESİ VE BAĞINTILAR
 
V.1) DEMOKRASİ
V.2) DEVRİM
V.3) KADIN
V.4) DİN
 
VI. AYRIM: SOSYALİZM’DEN KOMÜNİZM’E
 
VI.1) SOSYALİZM
VI.2) PROLETARYA DİKTASI
VI.3) KOMÜNİZM
VI.4) DÜNYA DEVRİMİ VE ENTERNASYONALİZM
 
VII. AYRIM: EKİM’İN 100. YILINDA “YDD” VAHŞETİ
 
VII.1) “YDD” VAHŞETİ
VII.2) EKİM DEVRİMİ
VII.3) AŞK VE İSYAN MESELESİDİR SOSYALİZM
EKİM’İN 100. YILINDA KAVRAMLAR, GERÇEKLER
 
TEMEL DEMİRER
 
“Bir çiçek duruyordu orda, bir yerde,
Bir yanlışı düzeltircesine açmış.”[1]
 
Heiner Müller’in, “Aslında çağımız trajediler çağı. Ama bu trajedileri yazan çıkmadığı için dönüp dönüp eski trajedileri günümüze taşıma gereksinimini duyuyoruz,” sözlerinin sıkça anımsatıldığı ve her şeyin tersine gittiği sanılan (ve de Sisyphos kısırdöngüsüne[2] benzetilen!) çürümenin tarihi ürettiği şimdi,[3] bir yanıyla da Marksizm-Leninizm zamanıdır…
Hatırlanır ise, ‘Business HT’de yer alan 9 Kasım 2016 tarihli haberde, Eczacıbaşı Holding Yönetim Kurulu Başkanı Bülent Eczacıbaşı, Trump’ın başkanlığını olumlu karşıladığı vurgusuyla şunları demişti:
“Trump eğer kaybetseydi belki kendisine antipati duyduğumuz için pek çoğumuz memnun olacaktık ama bu bir çözüm olmayacaktı. Çok büyük halk kitleleri mutsuz. Bu sistemin kendileri lehine çalışmadığını düşünüyorlar ve öfkeliler. Bu nedenle böyle aykırı gözüken adaya oy veriyorlar. Çok yakın bir geçmişte hepimiz dünyada sorunların çözümlendiğini sanıyorduk. Sovyetler Birliği yıkılmış, Doğu Bloğu çökmüştü. Hepimiz düşünüyorduk ki demokrasi ve serbest piyasa insanların tüm sorunlarını çözecek. Bunun böyle olmadığının ilk işareti 11 Eylül 2002’de geldi. Galiba bir şeyler ters gidiyor diye başladık. Bugün o işaretleri çok yaygın görüyoruz. İnsanlar reform beklentisi içindeler. Trump, bu reformu yapabilir mi yapamaz mı bilmiyoruz. Eğer yapabilirse insanlık rahat bir düzene kavuşacak, eğer yapamazsa seçmenler yapamayacağını vaat edene oy vermenin yanlış olduğunu anlayacak diye düşünüyorum. Eğer Hillary Clinton kazansaydı tamamen kurulu düzenin bir adayı olarak bu reformları yapma şansı çok düşüktü diye düşünüyorum…”
Durum buyken; kimilerine “çok iddialı” gelebilecek “Şimdi, Marksizm-Leninizm zamanıdır” saptamasının ardında Nâzım Hikmet Ran’ın, “en güzel deniz:/ henüz gidilmemiş olanıdır./ en güzel çocuk:/ henüz büyümedi./ en güzel günlerimiz:/ henüz yaşamadıklarımız./ ve sana söylemek istediğim en güzel söz:/ henüz söylememiş olduğum sözdür,” dizelerindeki bilinçli ısrar yatar.
V. İ. Lenin’in, “Umutsuzluk ve karamsarlık, yıkımın nedenlerini kavrayamayan, çıkış yolu göremeyen, mücadele yeteneğini kaybetmiş olanlara ait bir sorundur,” haykırışındaki üzere bilinçli bir ısrar, duruş ve meydan okumadır Marksizm-Leninizm.
Karl Marx’ın ifadesiyle, “İnsanların varlıklarını belirleyen şey bilinçleri değildir. Tam tersine onların bilinçlerini toplumsal varlıkları belirler”ken; Marksizm-Leninizm, cehaletin panzehiri ve dünyayı değiştirmenin kaldıracıdır.
Söz konusu kaldıraç/ yöntem için “Toplumun kalabalıkları ve onlar gibi düşünenler benim kitabımı okumasınlar; hem ben, ona hiç el sürmemelerini alışkanlıklarına uyarak eserimi yanlış anlamalarına yeğ tutarım,” notunu düşen Karl Marx hepimize/ herkese şöyle seslenir:
“Varolan her şey... sadece herhangi bir hareket sayesinde vardır, yaşar... Biz, üretici güçlerin büyümesi, toplumsal ilişkilerin parçalanması sürekli hareketi içinde yaşıyoruz...
“Bilincin içinden çıktığı hayatı ve bir ürün olarak onun tarafından belirlendiği hayatı belirlediğini düşünmek yanlıştır. Çünkü tersine, bilinç hayat tarafından belirlenir…
“Eğer dış görünüş ve şeylerin özü aynı olsaydı, o zaman bilime gerek kalmazdı…
“Cehalet, ayrıcalıklı sınıfın ustaca kullandığı bir silahtır…
“İlkel komünal toplulukların çözülmesiyle, toplumun farklı ve en sonu karşıt sınıflara bölünmesi başlar. Bu tarihten başlayarak günümüze kadarki tüm toplumların tarihi sınıf savaşımları tarihidir…
“Dünyayı anlamak yetmez, onu değiştirmek gerekir…
“Komünistler, fikirlerini ve amaçlarını gizlemekten nefret ederler. Hedeflerine ancak varolan tüm sosyal koşulların şiddet yoluyla ortadan kaldırılmasıyla ulaşılabileceğini açıkça ilan ederler. Varsın, hâkim sınıflar, komünist devrim korkusuyla tir tir titresinler. Proleterlerin zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri yoktur. Oysa kazanacakları koskoca bir dünya vardır”…[4]
 
I. AYRIM: TEMEL SORU(N)
 
Sınıf savaşımları tarihinde, öne çıkan dış görünüş ile onların ardındaki özü bire bir çakışmazken; Marksizm-Leninizm’in sorduğu ve sorulması gereken ilk soru(n) şudur:
“İşçilere ve köylülere şunu söylüyoruz: Yalancıların maskelerini indirin, körlerin gözlerini açın onlara sorun:
- Hangi cinsin hangi cinsle eşitliği?
- Hangi ulusun hangi ulusla eşitliği?
- Hangi sınıfın hangi sınıfla eşitliği?
- Hangi boyunduruktan ya da hangi sınıfın boyunduruğundan kurtuluş? Hangi sınıf için özgürlük?
Bu soruları ortaya atmaksızın, bunları ön plana çıkarmaksızın, bunların sessizce geçiştirilmesine, gizlenmesine, örtbas edilmesine karşı savaşmaksızın politikadan ve demokrasiden, özgürlükten, eşitlikten ve sosyalizmden söz eden kimse, emekçilerin en acımasız düşmanıdır, kuzu postuna bürünmüş kurttur, işçilerin ve köylülerin en kötü düşmanıdır, mülk sahiplerinin, çarların ve kapitalistlerin uşağıdır.”[5]
Ve bu aslî soru(n)dan, her koşulda asla vazgeçilmemelidir.
 
I.1) DİYALEKTİK MATERYALİZMİN GEREKLİLİĞİ
 
Aslî soru(n)dan söz ettiğinizde, de facto olarak, diyalektik materyalizmin gerekliliğinden söz etmiş olursunuz.
Friedrich Engels’in, “Materyalist dünya görüşü, doğanın, olduğu gibi, hiç bir şey katmaksızın kavranmasıdır…
“Diyalektik için, kesin, mutlak, kutsal... hiç bir şey yoktur…
“Tek gerçek, bizim de içinde olduğumuz, duyusal olarak algılanabilen maddi dünyadır... Bilincimiz ve düşüncemiz, ne kadar duyuların üstünde görünürlerse de, maddi ve bedensel bir organın, yani beynin ürünüdürler. Madde ruhun ürünü değil, tersine, ruhun kendisi maddenin en yüksek ürününden başka bir şey değildir…
“Her varlığın temel biçimleri mekân ve zamandır ve zaman dışında bir varlık, mekân dışında bir varlık denli büyük bir saçmalıktır…
“Doğanın işleyişi diyalektiktir…
“Tüm doğa, en küçüğünden en büyüğüne dek, küçük bir kum tanesinden güneşe, canlı en ilkel hücreden insana dek, sürekli bir var oluş ve yok oluş, sürekli bir akış, sonsuz bir hareket ve değişme içindedir,” vurgusuyla eklediği üzere:
“Doğa, insanlık tarihi ya da kendi zihinsel faaliyetimiz üzerine düşünürken karşımıza çıkan ilk tablo, sonu olmayan bir ilişkiler ve etkileşimler labirentidir; burada hiç bir şey eskiden olduğu gibi ve eskiden olduğu yerde kalmaz; her şey hareket eder, değişir, vücuda gelir ve yok olup gider.”[6]
“Şeylerin her birini, bu şey ister kendi kendine, ister bir başkasının yanı sıra ya da bir başkasının peşi sıra olsun, hareketsiz ve ölü olarak kavradığımız sürece, onlarda herhangi bir çelişkiyle karşılaşmayacağımız doğrudur. Kimi niteliklerin kısmen hepsinde ortak olduğunu kısmen her birinde farklılaştığını ve hatta kimi niteliklerin de birbirine ters düştüğünü görebiliriz; ama böylesi bir durumda söz konusu nitelikler farklı nesneler arasında dağılmıştır ve bu nedenle de hiç bir çelişki içermezler (...) Ancak, şeyleri hareketleri, değişimleri, yaşamları ve birbiri üzerindeki karşılıklı etkileri içerisinde ele almaya başlar başlamaz, bu durum bir hayli farklılaşır. Birden çelişkilerle uğraşır hâlâ geliriz.”[7]
“Hareketsiz madde, maddesiz hareket kadar kavranılamaz bir şeydir.”[8]
Aynı konuda “Düşünceyi, düşünen maddeden ayırmak olanaksızdır. Bütün değişikliklerin öznesi maddedir,” saptamasının altını çizen Karl Marx, “Diyalektik, bir yandan şeylerin mevcut durumunu pozitifinden tanıyıp kavrar, bir yandan da bu durumun inkârını ve kaçınılmaz çöküşünü içinde barındırır. Çünkü diyalektik, tarihsel olarak gelişmiş her toplumsal biçimi akışkan bir hareket içinde görür. Bu nedenle onun geçici doğasını, onun anlık varlığından daha az olmamak üzere hesaba katar. Çünkü hiç bir şeyin dayatmasına izin vermez, özünde eleştirici ve devrimcidir,”[9] der.
Herakleitos’un, “Her şey akar, hiç bir şey durmaz... Zaman nehir gibidir. Aynı suda iki kez yıkanılmaz… Karşıtlar yararlıdır, en iyi uyum farklılıklardan çıkar,” saptamalarını anımsatırcasına…
Ayrıca, “Dünya tablosu, maddenin nasıl hareket ettiğini ve maddenin nasıl düşündüğünü gösteren bir tablodur,” diyen[10] V. İ. Lenin için de “Diyalektik, şeylerin asıl özündeki gelişmenin incelenmesidir.”[11]
“Dünya, bugünkü durumuyla, her alanda uzun bir evrimin ürünü, bu bakımdan, yavaş ve sürekli bir hareketin ürünüdür. O hâlde, maddenin varlığını ortaya koyduktan sonra, kesinlikle belirtelim ki: Evren hareket hâlindeki maddeden başka bir şey değildir ve bu hareket hâlindeki madde, mekân ve zamandan başka bir şeyin içinde hareket edemez…
Doğa bilimleri, yeryüzünün insanın da, başka herhangi bir canlı varlığın da varolmadığı, varolamadığı bir durumda da, varolduğunu kesin olarak doğrular. Organik madde, çok sonradan gelen bir olgudur, uzun bir evrimin ürünüdür.”[12]
 
I.2) FELSEFESİZ OL(A)MAZ
 
Diyalektik metodoloji materyalist felsefesiz ol(a)mazken; “Felsefe işçi sınıfı ayağa kalkmadan kendisini gerçekleştiremez, felsefe gerçekleşmeden işçi sınıfı ayağa kalkamaz… Ülkenin özgürleşmesi, insanın özgürleşmesi demektir. Bu özgürleşmenin başı felsefe, kalbi proletaryadır. Felsefe proletarya ortadan kalkmadan kendini gerçekleştiremez, proletarya felsefe gerçekleşmeden kendini ortadan kaldıramaz,” der Karl Marx.
Gerçekten de “Felsefe din çevrelerini rahatsız eder, bu yüzden din çevreleri felsefeyi dinde eritmek isterler: Felsefeyi de kucaklayan bir din onlar için ülküsel yani dural bir dünya için iyidir. Din adamına gözünde felsefe bozguncudur, çünkü düşünce kalıplarına yani dogmalara saldırır. Felsefe dogmacı düşünceyi kendi varlığı için de gelişen dünya için de engel görür, ya dogma ya ben demek ister. Bu yüzden gerçek felsefeler biraz da ölçüsüzlük diyebileceğimiz bir atılganlığı kendilerine uygun görürler. Varsın bazı görüşlerimiz gerçeklikle bağdaşmıyor gibi dursun: Filozofluk yürekliliği gerektirir.
Korkaktan filozof olmaz. Filozof da bilir birçok görüşünün gelecekte çürütülebilir özellikler taşıdığını, yarın belki de kesin bir biçimde eleştirileceğini. Zaman aşırılıkları ayıklar. Hiç bir felsefe mutlak biçimde bütün yerler ve bütün zamanlar için geçerli olamaz. Önemli olan yürekli olmaktır, görebildiği kadarını görmektir, korkmadan önermektir, bugünden yarına köprüler uzatmaktır. Felsefe yapanlar yanlışa düşmekten korkmazlar, yanlış yapma haklarını kullanırlar. Felsefeci yanlış yapmaktan korktuğu sürece felsefe yapamayacağını bilir,” diyen Afşar Timuçin’in satırlarının altı özenle çizilmelidir.[13]
 
I.3) İDEOLOJİ MESELESİ
 
İdeoloji zihinsel güçtür;[14] tıpkı “Egemen sınıfın düşünceleri, bütün çağlarda, egemen düşüncelerdir, başka deyişle, toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, aynı zamanda egemen zihinsel güçtür. Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, aynı zamanda, zihinsel üretimin araçlarını da emrinde bulundurur, bunlar o kadar birbirinin içine girmiş durumdadırlar ki, kendilerine zihinsel üretim araçları verilmeyenlerin düşünceleri de aynı zamanda bu egemen sınıfa bağımlıdır,”[15] diyen Karl Marx’ın belirlemesindeki üzere.
“Nasıl” mı?
“Fikirlerin, anlayışların ve bilincin üretimi, her şeyden önce doğrudan doğruya insanların maddi faaliyetine ve karşılıklı maddi ilişkilerine, gerçek yaşamın diline bağlıdır. İnsanların anlayışları, düşünceleri, karşılıklı zihinsel ilişkileri, bu noktada onların maddi davranışlarının dolaysız ürünü olarak ortaya çıkar. Bir halkın siyasal dilinde, yasalarının, ahlâkının, dininin, metafiziğinin vb. dilinde ifadesini bulan zihinsel üretim için de aynı şey geçerlidir.
Sahip oldukları anlayışları, fikirleri, vb. üretenler insanların kendileridir, ama bu insanlar, sahip oldukları üretici güçlerin belirli düzeydeki gelişmişliğinin ve bu gelişkinlik düzeyine tekabül eden -ve alabilecekleri en geniş biçimlere varıncaya kadar- karşılıklı ilişkilerinin koşullandırdığı gerçek, faal insanlardır.
Bilinç hiç bir zaman bilinçli varlıktan başka bir şey olamaz ve insanların varlığı, onların gerçek yaşam süreçleridir. İnsanlar ve sahip oldukları ilişkiler tüm ideolojilerinde sanki camera obscura’daymış [karanlık oda-ç.n] gibi baş aşağı çevrilmiş bir biçimde görülüyorsa, nesnelerin gözün, ağtabakası üzerinde ters durmalarının onların dolaysız fiziksel yaşam süreçlerinin yansıması olması gibi, bu olgu da, insanların tarihsel yaşam süreçlerine aynı şeyin olmasından ileri gelmektedir.”[16]
Sınıflar mücadelesi temelinde iki antagonistik ideolojiden söz etmek kaçınılmazken; V. İ. Lenin herkese şunu hatırlatır:
“Çalışan yığınların hareketlerinin süreci içerisinde kendi başlarına formüle edecekleri başka bir ideolojiden söz edilemeyeceğine göre, tek seçenek şu oluyor - ya burjuva ideolojisi ya da sosyalist ideoloji ikisi arasında ortak bir yol yoktur. (Çünkü insanlık “üçüncü” bir ideoloji yaratmamıştır ve ayrıca sınıf karşıtları ile parçalanmış bir toplumda sınıf dışı veya sınıf üstü bir ideoloji söz konusu olamaz.) Öyleyse, herhangi bir biçimde sosyalist ideolojiyi küçümsemek, ona birazcık olsun yan çizmek, burjuva ideolojisini güçlendirmek anlamına gelir.”[17]
 
I.4) YÖNTEM KONUSU
 
“Doğa ve insan dünyası ilkelere uymaz, ilkeler ancak doğa ve tarihe uydukları ölçüde doğrudur,”[18] diyen Friedrich Engels’in, Bresau’daki Warner Sombart’a mektubundaki ifadesiyle, “Marx’ın anlayışı, bir doktrin değil bir yöntemdir. Hazır dogmalar vermez, daha ileri araştırmalar için ölçütler ve bu araştırmalar için yöntem verir.”
Yine Friedrich Engels’in, Joseph Bloch’a belirttiği üzere, “Materyalist tarih anlayışına göre tarihte belirleyici etken, son kertede gerçek yaşamın üretimi ve yeniden üretimidir. Marx da ben de hiç bir zaman bundan daha fazlasını ileri sürmedik. Bundan ötürü, herhangi birisi ekonomik etken tek belirleyicidir demek üzere bu önermeyi çarpıtırsa, onu, boş, soyut, anlamsız bir söz hâline getirmiş olur. Ekonomik durum temeldir, ama çeşitli üstyapı öğeleri de -sınıf mücadelesinin politik biçimleri ve sonuçları, yani çarpışma bir kez kazanıldıktan sonra kazanan sınıflar tarafından kurulan yapılar, vb., hukuksal biçimler, ve bütün bu güncel mücadelelerin onlara katılanların beyinlerindeki yansımaları, siyasal, hukuksal, felsefi teoriler, dinsel görüşler ve ayrıca bunların dogmatik sistemlere gelişmeleri- tarihsel mücadelelerin gidişatı üzerinde etki yapar ve birçok durumda bunların biçimini belirlemekte üstün gelir.”
“Radikal olmak, şeyleri kökünden kavramaktır. Ama insan için kök, bizzat insanın kendisidir,”[19] diyen Karl Marx’ın yöntemi, toplumdaki “yanlış”ları gösterip, yerine konması gereken “doğru”ları vaaz etmek değilken; Marksist eleştiri, demistifikasyon, yani gizemden arındırma demektir.
Ona göre, toplumu saran mistik sis perdelerinin arkasında insanın insanlığı katledilmektedir; bunu ortaya çıkarmak için, toplumdaki “var olan her şeyin eleştirisi”ni yapar. Örneğin Karl Marx’a göre, eğer din eleştirisinde tutarlı olunacaksa, eleştiriyi dini doğuran akıl dışı toplumsal koşulların eleştirisine doğru ilerletmek gerekir.
 
I.5) MARKSİZM NEDİR (Mİ?)
 
“Nasıl Darwin organik doğanın evrim yasasını bulduysa, Karl Marx da, insan tarihinin evrim yasasını buldu,” vurgusuyla der Friedrich Engels.
“Marksizm işçi partisini eğiterek, iktidarı ele geçirme ve tüm halkı sosyalizme götürme, yeni düzeni yönetme ve örgütleme, toplumsal yaşamlarının burjuvazi olmadan ve burjuvaziye karşı biçimlendirilmesinde tüm emekçilerin ve sömürülenlerin öğretmeni, yöneticisi, önderi olma yeteneğine sahip proletaryanın öncüsünü eğitir. Buna karşılık bugün egemen olan oportünizm işçi partisi içinden, kitleye yabancılaşan, kapitalizme oldukça iyi biçimde ‘uyma’yı bilen, büyük kardeşlik hakkını bir tas mercimek çorbasına satan, yani burjuvaziye karşı halkın devrimci önderi rolünden vazgeçen ücretleri daha iyi işçi temsilcilerini eğitir,”[20] diyen V. İ. Lenin de şunların altını çizer:
“Marksizm her türlü soyut formüle, dogmatik reçeteye kesinlikle düşmandır ve hareketin gelişmesiyle… sürekli olarak yeni ve çeşitli savunma ve saldırı yöntemleri ortaya çıkartan kitle mücadelelerinin dikkatle incelenmesini gerektirir. Hiç bir zaman hiç bir mücadele yöntemini reddetmez. Asla verili anda mümkün ve mevcut mücadele yöntemleriyle sınırlanmaz, yeni mücadele yöntemlerinin ortaya çıkmasını kaçınılmaz sayar. Mücadele biçimleri sorununu, somut tarihi durumun dışında ele almak diyalektik-materyalizmi bilmemektir.”
“Marx’ta ütopyacılığın zerresi yoktur; tepeden tırnağa ‘yeni’ bir toplum türetmez o, tepeden tırnağa ‘yeni’ bir toplum tasarlamaz. O yeni toplumun eski toplumdan başlayan doğuşunu, eski toplumdan yeni topluma geçiş biçimlerini, doğal bir tarih süreci olarak irdeler. Somut proleter yığın hareket deneyini ele alır ve ondan pratik dersler çıkarmaya çalışır.”
“Tamamı ile Marksist kuram zemininde duruyoruz: Bu kuram, önce sosyalizmi ütopyadan bilime dönüştürdü, bu bilimi değişmez temeller üzerine oturttu ve bilimi geliştirmek ve tüm ayrıntıları ele almak için gidilmesi gereken yolu gösterdi.”
Ve nihayet Karl Marx da, Marksizm’(in)e dair şu notu düşer:
“Komünistlerin vardıkları teorik sonuçlar, hiç bir biçimde, şu ya da bu sözde evrensel reformcu tarafından icat edilmiş ya da keşfedilmiş düşüncelere ya da ilkelere dayandırılmamıştır. Bunlar ancak, gözlerimizin önünde cereyan eden tarihsel bir hareketten, varolan sınıf mücadelesinden doğan gerçek ilişkilerin genel bir ifadesidir.” 
 
I.6) DEVRİMCİ PRAKSİS
 
Devrimci praksis, Marksizmi var edip, kuvveden fiille çıkaran gerçekliğin ta kendisidir; tıpkı Karl Marx’ın, “Nasıl özel yaşamda bir adamın kendisi hakkında düşündükleri ve söyledikleri ile gerçekte ne olduğu ve ne yaptığı birbirinden ayrılırsa, tarihsel savaşımlarda da, özel yaşamdakinden daha çok, partilerin sözlerini ve emellerini onların kuruluşlarından ve gerçek çıkarlarından ayırt etmek, kendileri hakkında düşündükleri ile gerçekte ne olduklarını birbirinden ayırt etmek gerekir,”[21] uyarısındaki üzere…
Burada bir parantez açarak hatırlatalım:
“Proleterler kendilerini (metalaşmış, ücretli emekçiler sınıfı olarak ortadan kaldırıp, gelişmiş) birey olarak öne sürmek için öteden beri sürüp gelen kendi var oluş koşullarını, yani ücretli emeği ortadan kaldırmak zorunda kalacaklardır. Böylece onlar (toplum yerine geçmiş) devleti doğrudan karşılarında görmektedirler. Bunun içindir ki, kendilerini birey olarak öne sürebilmeleri için devleti alaşağı etmeleri gerekir.”[22]
“Burjuvazinin ürettiği, her şeyden önce, kendi mezar kazıcılarıdır. Kendisinin devrilmesi ve proletaryanın zaferi aynı ölçüde kaçınılmazdır.”[23]
“İşçi sınıfı eğitim, gelenek ve ekonomik ilişkilerin sessiz zorlayıcılığı yoluyla itaat etmeyi öğrenir, kapitalist üretimin özgül tarihsel koşullarını toplumsal değil, doğal güçler (kader, değiştirilmesi olanaksız olan, insan iradesi dışındaki güçler) olarak kabul eder,”[24] saptamalarıyla kavranması gereken Marksizm’den söz ederken; “İnsan, hakikâtı, yani düşüncesinin gerçekliğini ve gücünü kanıtlamalıdır. Pratikten yalıtılmış düşünmenin gerçekliği ya da gerçeksizliği konusundaki tartışma, tamamıyla skolastik bir sorundur,” diyen Karl Marx’ın yaşamsal vurgusu “es” geçilmemelidir.
Tabii Karl Marx’ın, “Eleştiri silahı, silahların eleştirisinin yerini kuşkusuz alamaz; maddi güç ancak maddi güçle yenilebilir; ama teoride yığınları sarar sarmaz maddi bir güç durumuna gelir”; V. İ. Lenin’in, “Tek gerçek güvence işçi yığınlarının örgütlenmesi ve silahlanmasıdır,”[25] uyarıları eşliğinde!
“Neden” mi?
Çünkü her şey Karl Marx’ın işaret ettiği üzeredir: “Komünistlerin vardıkları teorik sonuçlar, hiç bir biçimde, şu ya da bu sözde evrensel reformcu tarafından icat edilmiş ya da keşfedilmiş düşüncelere veya ilkelere dayandırılmamıştır. Bunlar ancak, gözlerimizin önünde cereyan eden tarihsel bir hareketten, varolan sınıf mücadelesinden doğan gerçek ilişkilerin genel bir ifadesidir.”
“Hükümetlere şunu açıklamalıyız: Biz, sizin, proleterlere karşı yöneltilmiş bir silahlı güç olduğunuzu biliyoruz. Biz, size karşı, olanak bulunduğu sürece barışçıl araçlar ve kaçınılmaz olduğu zaman da silah kullanacağız.”[26]
 
II. AYRIM: SINIFI VAR EDEN(LERİN) ZEMİN(İ)
 
Sınıfı var eden(lerin) zemini özel mülkiyetçi üretim ve paylaşım ilişkileri veya artı değere el konulması biçimidir.
“Sosyal ilişkiler, üretici güçlere sıkı sıkıya bağlıdır. İnsanlar yeni üretici güçler elde ettikçe, üretim tarzını da değiştirirler ve üretim tarzını, geçimlerini kazanma tarzını değiştirmekle, tüm toplumsal ilişkilerini de değiştirirler. El tezgâhı, feodal ağalı bir toplumu, buhar tezgâhı ise sanayi kapitalisti bulunan bir toplumu verir”ken;[27] hızla aktararak sıralayalım:
“Bireylerin ilk tarihsel eylemi, insanları tarihten ayıran ilk eylem, insanların düşünmeleri değildir, kendi geçim araçlarını üretmeye çalışmalarıdır.”[28]
“Bütün kapitalist üretim sistemi, işçinin emek gücünü meta olarak satmasına dayanır.”[29]
“İş gücü... ücretli işçinin kapitaliste sattığı metadır. Ama iş gücünün uygulanması, emek, işçinin kendi yaşam faaliyetidir, kendi yaşamının tezahürüdür. Ve işte, işçinin gerekli geçim araçlarını sağlamak için bir başkasına sattığı bu yaşam faaliyetidir.”[30]
“İşçi, kapitalist için ya da sermaye biçiminde, sürekli olarak, bir kısmı kendi var oluşunun koşullarını, öteki kısmı ise sermayenin var oluşunun koşullarını karşılamak üzere, ikili bir fon yaratır.”[31]
“Herhangi bir işçiyi, örneğin bir dokumacıyı alalım. Kapitalist ona dokuma tezgâhını ve ipliği sağlar. Dokumacı işe koyulur ve iplik beze dönüşür. Kapitalist, bezi alır ve onu örneğin 20 marka satar. O hâlde, dokumacının ücreti, bezin, 20 markın, kendi emeğinin ürününün bir bölümü müdür? Hiç de değil. Dokumacı, bez satılmadan çok önce belki de bezin dokunması bitmeden önce, ücretini almıştır. Şu hâlde kapitalist, bu ücreti, bezin satışından alacağı paradan değil, önceden biriktirilmiş paradan öder. Nasıl ki, işveren tarafından sağlanan dokuma tezgâhı ve iplik dokumacının ürünü değilse, aynı şey dokumacının kendi metaı, yani kendi işgücü karşılığında aldığı metalar için de geçerlidir.”[32]
“Nasıl ki gönüllü, üretken etkinlik insanlığın tattığı en üstün haz ise, zorunlu çalışma da en haşin ve aşağılayıcı bir cezadır. İnsanın kendi iradesine karşı, her gün, sabahtan gece vaktine kadar, belli bir şey yapmakla sınırlandırılmasından daha dehşet verici bir şey yoktur.”[33]
“İşçiye, kölenin aksine belli nitelik ihtiyaç maddeleri değil, herhangi bir ihtiyaç madddesine (niteliğe) dönüştürebilecek bir para (nicelik) verilir. Bu, işçinin giderek ihtiyaçlarının alanın genişletebilmesinin, bir alıcı (tüketici) olarak, kendi patronu dışındaki kapitalistlerle ilişkiye girmesinin ve o kapitalistlerin, kendi üretimlerini genişletebilmek amacıyla işçinin ihtiyaçlarının alanını genişletmeye çalışmalarının (reklam vb.) önkoşuludur.”[34]
“İşçi, kendisini kiralayan kapitalisti istediği an terk eder ve kapitalist de, artık onun sırtından kâr elde etmediği ya da umduğu kârı elde etmediği anda kendisine yol verir. Ama yaşamının biricik kaynağı kendi işgücünün satımı olan işçi, kendi varlığını reddetmeksizin alıcılar sınıfının tümünü, yani kapitalist sınıfı terk edemez. İşçi şu ya da bu kapitaliste değil, kapitalist sınıfa aittir ve dahası, kendisini satmak, yani bu kapitalist sınıf içinden bir alıcı bulmak ona düşer.”[35]
“Emekçi, yaşamının büyük bir kısmını üretim süreci içerisinde geçirdiği için, üretim sürecinin koşulları, geniş ölçüde, onun aktif yaşam süreci, koşulları ya da yaşam koşullarıdır ve bu yaşam koşullarında ekonomi, kâr oranının yükseltmenin bir yöntemidir; daha önce de gördüğümüz gibi, aşırı çalıştırma, emekçiyi bir dolap beygirine çevirme, sermayeyi çoğaltmanın ya da artı-değer üretimini hızlandırmanın bir aracıdır. Bu ekonomi, daracık ve sağlığa zararlı yerlere işçileri üst üste yığmaya, ya da kapitalistin diliyle, yerden tasarrufa; güvenlik aygıtları kullanmaksızın, tehlikeli makineleri avuç içi kadar yerlere doldurmaya; sağlığa zararlı, ya da madencilikte olduğu gibi tehlikeli, vb., üretim süreçlerinde güvenlik kurallarını ihmal etmeye kadar varır.
Üretim sürecini, işçi için insani, zevkli ya da hiç değilse dayanılabilir hâlâ getirmek için gerekli koşulların ve önlemlerin hiç birinin yerine getirilemediğinin burada sözünü bile etmiyoruz. Kapitalist açısından bu tamamen yararsız ve anlamsız bir israftır. Kapitalist üretim biçimi genellikle, bütün pintiliğine karşın, kendi insan malzemesi konusunda çok hovardadır; tıpkı, tersine ürünlerini ticari kanallardan dağıtma yöntemi ve rekabet yüzünden, malzeme ve araç bakımından çok müsrif olması ve bireysel kapitalist için kazandığını toplum adına yitirmesi gibi.”[36]
Tablo buyken; “Kapitalist üretimin amacı, her zaman, yatırılan asgarî sermaye ile, azamî artı-değeri ya da azamî artı-ürünü yaratmaktan ibarettir; eğer bu amaca, işçilerin aşırı çalıştırılmasıyla varılamıyorsa, sermaye, belirli bir ürünü elden gelen asgarî masrafla üretmek, emek-gücünü ve masrafları kısmak eğilimini gösterir... Bu kavrama göre, kapitalist üretimde, işçilerin kendileri, ne kendinde bir amaç, ne de üretimin amacı değil, basit üretim araçları olarak görünürler,” vurgusuyla Karl Marx ekler:
“Toplumsal emeklerin bütünlüğünün, o emeklerin her birini dıştalayan, onlara yabancı bir varlık olarak belirmesi bir çelişkidir. Tıpkı ücretli emeğin kendi emeğini kendisine yabancı ve dışsal bir güç olarak vazetmesi gibi, bir toplumsal yeniden üretim süreci olan sermaye de, kendisini oluşturan birimleri (emekleri), kendisine yabancı ve dışsal güçler olarak vazeder. Kapitalizmin, kendi bağrında, kendi olumsuzlanması olan proletaryayı yaratması (üretmesi, vazetmesi vb.) denilen olay bu çelişkiye dayanır.”[37]
Ve ayrıca “İçerdiği bütün üretici güçleri geliştirme potansiyelini tüketmeden, bir toplumsal oluşum tarih sahnesinden çekip gitmez.”[38]
 
II.1) SERMAYE SORUNU
 
“Sermaye... bir toplumsal üretim ilişkisidir. Bir burjuva üretim ilişkisi, burjuva toplumun üretim ilişkisidir…
Sermaye, ölü emektir ve ancak vampir gibi canlı emeği emmekle yaşayabilir ve ne kadar çok emek emerse, o kadar çok yaşar. İşçinin çalıştığı süre, kapitalistin ondan satın aldığı emek gücünü harcadığı süredir…
Ücretli işçi, ücretli işçi oldukça, yazgısı sermayeye bağlıdır. İşçi ile kapitalist arasındaki o kadar övülen çıkar ortaklığı işte budur,”[39] saptamasını öne çıkaran Karl Marx, şunların da altını çizmeden edemez:
“Sermayenin tarihi misyonu öncelikle üretici güçleri geliştirmek değil, üretimdeki artışın gerçekleşebilmesinin ve herhangi bir anlam taşımasının koşulu olan, bu yeni üretimlere tekabül eden yeni ihtiyaçların yaratılmasıdır. Uygarlık yeni makinelerin vb. üretilmesi değil, yeni insanların yaratılması, insan ihtiyaçlarının “bir lokma, bir hırka, bir dam” çerçevesinin süreçlerde yaratılmış ihtiyaçlar hâline getirilmesidir. Bu olmadan üretici güçler gelişemez. İhtiyaç yaratılmadıkça üretim büyüyemez.”[40]
“Sermayenin genel formülü P-M-P’dür. Başka bir deyişle, dolaşımdan, daha büyük bir miktar değer çekmek için, bir miktar değer dolaşıma sokulmuştur. Bu daha büyük miktarı üreten süreç, kapitalist üretimdir. Bunu gerçekleştiren süreç, sermayenin dolaşımıdır. Kapitalist, bir metaı, ne sırf meta üretmiş olmak için, ne de, onu, kullanım değeri ya da kendi kişisel tüketimi için üretmez. Bu üründeki kapitalisti gerçekten ilgilendiren şey, bizzat somut ürün değil, üründeki, üretimi için tüketilen sermayenin değerini aşan değer fazlasıdır.”[41]
“Sermaye, kargaşalıktan ve kavgadan kaçar ve ürkek bir tabiata sahiptir. Bu, çok doğru olmakla birlikte, gerçeğin tamamı değildir. Sermaye, doğanın boşluktan dehşet duyması gibi kâr olmaması ya da çok az kâr olması hâlinde dehşete kapılır. Uygun bir kâr olsun, aslan kesilir. Yüzde 10’luk emin bir kârla her işe girişir; yüzde 20 ile canlanır; yüzde 50 ile cesareti mutlaklaşır; yüzde 100 ile bütün yasaları ayaklar atına alır; yüzde 300 için işleyemeyeceği suç yoktur, asılmayı bile göze alır. Kargaşa ve kavga kâr getirsin, bunların ikisini de teşvik eder. Kanıt: Kaçakçılık ve köle ticareti.”[42]
“Sermayenin kendisini genişletmesi için sermaye ile durmadan kaynaşmak zorunda kalan ve sermayeden kopup ayrılması olanaksız bulunan, sermaye köleliği, yalnızca, kendisini sattığı bireysel kapitalistlerin başka başka olmalarıyla gözlerden saklanan bu emek-gücü kitlesinin yeniden-üretimi, aslında sermayenin kendisinin yeniden üretiminin kökü ve esasıdır. Bu yüzden sermaye birikimi, proletaryanın çoğalması demektir.”[43]
Evet sermaye, proletaryayı çoğaltır; tıpkı Friedrich Engels’in, “Sermaye her gün artıyor; nüfusla birlikte emeğin gücü de büyüyor ve bilim her geçen gün, doğa güçlerini insanın hizmetine daha çok sokuyor. Bu üretken kapasite, bilinçli olarak ve herkesin çıkarı doğrultusunda uygulansaydı, insanlığın payına düşen emek, kısa zamanda asgariye indirilmiş olurdu. Rekabete bırakılacak olursa o da aynı şeyi yapar ama çelişkiler çerçevesi içinde. Toprağın bir bölümü en iyi biçimde işletilirken, bir bölümü bomboş durmaktadır. Sermayenin bir bölümü şaşırtıcı bir hızla dolanırken, bir bölümü de sandıklarda ölü yatıyor. İşçilerin bir bölümü günde 16 saat çalışırken diğer bölümü işsiz ve açlıktan ölüyor,” analizindeki üzere…
Ve bir şey daha: V. İ. Lenin’in ifadesiyle, “Burjuvazi... bir yöntemden ötekine, bazı kişilerin kötü niyetli hesapları sonucu değil, bir rastlantı sonucu da değil, fakat kendi öz durumunun temel çelişkisi nedeniyle geçer”ken; “Burjuva sınıfının esas varlık ve egemenlik koşulu, servetin özel ellerde birikmesidir, sermayenin oluşması ve artmasıdır; sermayenin koşulu ise ücretli emektir. Ücretli emek yalnızca işçilerin kendi aralarındaki rekabete dayalı. Taşıyıcısı ister istemez ve engelsizce burjuvazi olan sanayinin ilerlemesi, işçilerin rekabet yoluyla yalıtılması yerine onları bir araya getirerek devrimci birleşimlerini sağlamakta. Demek ki büyük sanayinin gelişmesiyle burjuvazinin üretim yaptığı ve ürünü sahiplendiği kendi temeli ayağının altından çekilmekte. Burjuvazi her şeyden önce kendi mezar kazıcılarını üretiyor.[44] Onun yıkılması da proletaryanın zaferi de aynı oranda kaçınılmaz”dır.[45]
 
II.2) EMEĞİN KONUMU, SÖMÜRÜ VE ARTI-DEĞER
 
Birikmiş emeği sermayeye dönüştüren tek şey, birikmiş, geçmiş, maddeleşmiş emeğin, dolaysız, canlı emek üzerindeki egemenliği”yken;[46] “Emek zenginler için harikalar, ama işçi için yoksunluk üretir. Saraylar ama işçiler için inler üretir. Güzellik ama işçi için solup sararma üretir. Emeğin yerine makineleri geçirir, ama işçilerin bir bölümünü de makine durumuna getirir.[47] Us ama işçi için budalalık, aptallık üretir.”[48]
Bu tabloda “İşçinin, sermayenin hızla büyümesinde çıkarı vardır demek, işçi başkalarının zenginliğini ne kadar büyük bir hızla çoğaltırsa, kendi payına düşen kırıntılar o denli bol olacak, istihdam ve var edilebilecek işçilerin sayısı o denli çok olacak, sermayeye bağımlı köleler yığını o denli artırılabilecek demektir.”[49]
Kuşku yoktur ki, “Sermaye, ancak işgücü karşılığında değişilmek suretiyle, ancak ücretli emek yaratarak çoğalabilir. Ücretli işçinin işgücü, sermaye ile ancak sermayeyi artırarak, kölesi olduğu gücü kuvvetlendirerek değişilebilir. O hâlde, sermayenin artması demek, proletaryanın artması yani işçi sınıfının artması demektir.”[50]
Çünkü “Kapitalist, emek-gücünü, daha üretim sürecine girmeden önce satın alır, ama karşılığını, ancak belirlenen zamanlarda, bu emek-gücü, kullanım- değerlerinin üretilmesinde harcandıktan sonra öder. Kapitalist, ürünün değerinin geri kalan kısmıyla birlikte, bir de bu değerin, emek-gücünün ödenmesinde harcanan paranın eşdeğeri olan, yani ürünün değerinin, değişen-sermayeyi temsil eden kısmına da sahip olur. Değerin bu kısmında emekçi, zaten kapitaliste, ücretlerinin bir eşdeğerini sağlamış durumdadır.”[51]
“Dar görüşlü bireysel bir kapitalist (ya da, her bireysel üretim alanındaki bütün kapitalistler), kârının, sırf kendi çalıştığı emekten ya da kendi üretim alanından gelmediğine, haklı olarak inanır. Kendi kâr oranını ilgilendirdiği kadarıyla, bu, oldukça doğrudur. Ama bu karın ne ölçüde, emeğin, toplam toplumsal sermaye, yani bütün kapitalist meslektaşları tarafından topluca yapılan sömürüsü ile gerçekleştiği, bu iç bağıntı, bireysel kapitalist için tam bir sırdır; burjuva teorisyenleri, ekonomi politikçiler şimdiye değin bu sırrı aydınlatmadıkları için kapitalistin bu bilgisizliği daha da katmerlenlenmiş”ken;[52] “Servet biriktirme hırsı, doğası gereği sınırsızdır. Para, her tür metaya doğrudan doğruya çevrilebilir olduğundan, nitelik ya da biçim açısından sınırlanmamıştır, yani maddi zenginliğin genel temsilcisidir. Ama aynı zamanda, fiilen var olan her para toplamı nicel açıdan sınırlıdır ve dolayısıyla bir satın alma aracı olarak sınırlı bir etki alanına sahiptir. Paranın nicel sınırlılığı ile nitel sınırsızlığı arasındaki bu çelişki, servet biriktiricisini, sürekli olarak Sisyphos’unkine benzer biriktirme işine dönmeye zorlar. O, her yeni fethettiği ülkede sadece yeni bir sınır gören bir dünya fatihi gibidir.”[53]
Bunun da ardında artı değer temellükü yatar.[54]
Yeri geldi hatırlatalım: Karl Marx’ın, “Metanın değeri, kendi başına, kapitalisti hiç ilgilendirmez. Onu ilgilendiren tek şey, metada yatan ve satışı ile gerçekleşen artı-değerdir,” notunu düştüğü konuda[55] V. İ. Lenin de, “Artı-değer öğretisi, Marx’ın iktisat öğretisinin temel taşıdır,”[56] der.
Gerçekten de, “Rant, faiz ve kâr artı-değerin yani metanın içerdiği ödenmemiş emeğin çeşitli bölümlerine verilen farklı adlardan başka bir şey değildir ve bunların hepsi de bu kaynaktan, yalnızca bu kaynaktan elde edilirler.”[57]
“Kapitalistin başkalarının emek-zamanı üzerindeki açgözlülüğü, vb., artı-değer tahlillerimizle ortaya çıktığı gibi, artı-değerin niteliği, elbette etkisini bütün üretim süreci boyunca kapitalistin bilinci üzerinde sürdürür.”[58] 
 
II.3) VE KAPİTALİZM!
 
Emma Goldman’ın, “Kapitalist toplum, hiç durmadan çalışanların asla bir şeye sahip olmadığı, buna karşılık hiç çalışmayanların her şeyin keyfini çıkardığı bir toplumdur”; Murray Bookchin’in, “Kapitalizm toplumsal kanserdir. O her zaman bir toplumsal kanser oldu. O toplumun bir hastalığıdır. O toplumun tümörüdür,” notunu düştükleri kapitalizm için[59] Karl Marx da şunları der:[60]
“Kapitalist üretim, yalnızca meta üretimi değil, esas olarak artı-değer üretimidir. Emekçi, kendisi için değil, sermaye için üretir. Bu nedenle, artık yalnızca üretmesi yetmez. Artı-değer üretmek de zorundadır.”[61]
“Yoksulluğu azaltmadan zenginliği arttıran ve suç işleme bakımından, sayılardan daha hızlı artış gösteren bir toplumsal sistemin özünde çürümüş bir şeylerin olması gerekir.”
“Kapitalist ilişkiler içinde insan değersizleşmiş, köleleşmiş, terk edilmiş, aşağılanmış bir varlıktır... Bu ilişkileri, yani kapitalizmin insana dayattığı koşulları, köpeklere vergi getirileceğini işiten bir Fransız’ın kapıldığı telaş çok iyi betimler; zavallı köpekler! Size insan muamelesi yapmak istiyorlar?”
 “Boş zamanı olmayan, tüm yaşamı uyku, yemek ve benzeri şeylerin getirdiği fiziksel kesintiler dışında kapitalist için çalışmakla geçen kişi, yük hayvanından bile aşağıdır. Kendi dışına yönelik zenginlik üreten bir makinedir.”[62]
Bu dizaynda “Proletarya çaresizdir; kendi hâline bırakılırsa, tek bir gün bile yaşayamaz. Burjuvazi, sözcüğün en geniş anlamında tüm yaşama araçlarının tekelini eline geçirmiştir. Proletarya neyi gereksiniyorsa, ancak burjuvaziden, kendi tekeli içinde devlet gücü tarafından korunan burjuvaziden alabilir. Bu nedenle proleter, hukuken ve gerçekte, yaşamı ya da ölümü hakkında hüküm verebilen burjuvazinin kölesidir. Burjuvazi ona yaşam araçlarını önerebilir, ancak ‘denk’ bir çalışma sunması karşılığında. Hatta proleterin rüştüne erişmiş sorumlu bir taraf olarak özgür seçimiyle davranıyormuş gibi bir görünüm kazanmasına; özgür, sınırlanmamış rızasıyla bir sözleşme yapıyormuş gibi bir görünüm kazanmasına bile izin verir. 
Harika bir özgürlük! Proleter, ya burjuvazinin kendisine önerdiği koşulları kabul edecek, ya açlıktan ve soğuktan ölecek, orman hayvanları arasında çıplak uyuyacaktır! Burjuvazinin keyfine göre değerlendirilen harika bir ‘denk’lik! Ve bir proleter, burjuvazinin ‘doğal amirleri’nin ‘hakça’ önerilerini kabul etmek yerine açlıktan ölecek kadar budalaysa, onun yerine kolayca bir başkası bulunacaktır; dünyada yeterince proleter vardır ve hepsi de yaşamak yerine ölmeyi yeğleyecek kadar deli değildir.”[63]
Tam da bunun için “Kapitalizm, ekonomik ve dolayısıyla toplumsal eşitsizlik ile biçimsel eşitliği birleştirir. Bu, kapitalizmin burjuvazinin yandaşlarınca, liberallerce, yalanlarla gizlenmeye çalışılan ve küçük-burjuva demokratlarca anlaşılmayan temel özelliklerinden biridir,” der ve ekler V. İ. Lenin:
“Kapitalizm, soygunculuğunun bütün görünüşleri ve tarihsel gelişmesi ile ulusal özelliklerinin en ince dal budak salmaları içinde hiç bir zaman sonuna değin irdelenemeyecektir; bilginler ve hele bilgiçler özel ayrıntılar üzerinde tartışmayı hiç bir zaman bırakmayacaklardır. ‘Bu yüzden’ kapitalizme karşı sosyalist savaşımdan vazgeçmek, bu savaşıma ihanet etmiş olan kimselere karşı çıkmak istememek gülünç olurdu.”[64]
 
II.4) KRİZ
 
Ve krizsiz yapamayan, olamayan kapitalizm açısından, “Bütün gerçek krizlerin son nedeni… kitlelerin yoksulluğu ve sınırlı tüketimidir,”[65] diyen Karl Marx ve ekler:
“Ekonomideki tıkanıklıkların nedeni sermaye yetersizliği değil, tersine sermayenin aşırı birikimidir.”
“Kapitalist üretim, sürekli olarak, kendi niteliğinden gelen engellerin üstesinden gelmeye çalışır, ama bunu ancak, bu engelleri tekrar kendi yoluna ve hem de daha heybetli ölçekte koyarak becerir.”
Bugün bu bağlamda, XXI. yüzyılın başında bir “büyük savaş” olasılığına işaret eden gelişmeler söz konusu... Kapitalizmde büyük savaşların arkasında her zaman büyük ekonomik krizler yatar. OECD, UNCTAD raporları, ABD merkez bankasının eski başkanı Bernanke ve şimdiki başkanı Yellen’in sözleri, yalnızca böyle büyük bir kriz içinde olduğumuzu vurgulamakla kalmıyor, krizin çok daha sert bir aşamaya girmek üzere olduğunu düşündürüyor…
Sonuç olarak, 2007 mali krizine yol açan borç köpüğü olduğu gibi duruyor; bu kez yükselen piyasaları da kapsıyor. Merkez bankaları daha etkisiz. Yatırım, üretim, ticaret geriliyor. Yeni bir dalga geliyor. Evet, “bu kapitalizm bu krizden çıkamaz” ama çıkmaya çabalarken büyük felaketlere yol açmayı başarabilir.[66]
Bu çerçevede Kapitalizmin “ruhu” sanırım yine değişiyor. Brexit, Trump, popülist dalga bu değişimin öncü sarsıntıları…
Kapitalizm de kendini yenilemeye çalışırken “statükonun” direncini, yine entelektüellerin, işçi sınıfının kapitalizme yönelik eleştirilerinden yararlanarak kırmaya hazırlanıyor. Yeni “ruhun” nasıl bir şey olacağını henüz bilemiyoruz, ama Brexit’e, Trump’a, Marine le Pen’e, Orban’a bakınca bir fikir edinebiliyoruz.[67]
Yani sürdürülemez kapitalizmin her “çözümü”, binlerce soru(n) yaratırken; “Kapitalizmi kendiliğinden çökertecek bir nihai kriz yoktur. Kapitalist sistem işçi sınıfının devrimci mücadelesiyle yıkılmadığı sürece, egemen güçler insan toplumunu en yıkıcı felâketlere sürükleme pahasına kendi sistemlerini yaşatmanın bir yolunu bulacaklardır,” der ve ekler V. İ. Lenin:
“Krizlerdeki ortak yan, kitlelerin kabından taşan hoşnutsuzluğu, burjuvaziye ve onun hükümetine karşı öfkesidir. Her kim ki meselenin bu özünü unutur, sessizce geçiştirir ya da küçümserse, sosyalizmin sınıf mücadelesine ilişkin en temel ilkelerini yadsımış olur.”
 
II.5) İŞÇİ SINIFI (PROLETARYA)
 
V. İ. Lenin, “İnandığımız tek kutsallık emeğin gücüdür,” derken;[68] Karl Marx da ekler: “Sorun işçinin emeğinin karşılığını tam ya da yarım alması değil, emeğinin üzerinde hakkı olmamasıdır.”
Gerçekten de 30 Nisan 1891’de Friedrich Engels’in yazdığı gibi, “Bütün değerleri yaratan tek başına işçi sınıfıdır... Ne var ki, işçiler tarafından üretilen bu değerler, işçilere ait değildir.”[69]
İşte tam da bunun için Paul Lafargue, “Çalışın, çalışın proleterler, toplumsal serveti ve kendi yoksulluğunuzu artırmak için çalışın. Çalışın ki, daha da yoksullaşarak daha çok çalışmak ve yoksullaşmak için birtakım nedenleriniz olsun. Kapitalist üretimin acımasız yasası budur işte,” notunu düşer!
Tıpkı İngiltere’de 1837’de illegal sendikalarda ve grevlerde filizlenip, 1842’den 1848’e 250 bin asker ve polisle bastırılan görkemli bir ayaklanmayı gerçekleştiren ve 1850’de yenilen Çartist işçi hareketinin ünlü önderlerinden James B. O’Brien’ın, “Devlet, kâr-sahipleri tarafından, fahiş kârlarını, rantlarını ve çalışan halkın sırtındaki yükleri sürdürmek üzere kurulmuştur. Yasaları yapan devlet midir, yoksa tersine, kendilerini zenginleştirmek için yasaları yapıp devlete uygulattıran kâr-sahipleri mi? Kâr-sahipleri her yerde ezenlerdir. Devlet onların bekçisi, çalışan halk ise ezilenlerdir,” saptamasındaki üzere…[70]
“İşçi sınıfının sefil durumunun nedeni, o ufak-tefek yakınma konularında değil, ama kapitalist sistemin kendisinde aranmalıdır. Ücretli işçi, emek-gücünü, belli bir gündelik karşılığı kapitaliste satar. Bu gündeliğin karşılığı olan değeri, birkaç saatlik bir çalışmayla üretmiştir; ama sözleşmeye göre, işgününü tamamlamak için daha bir dizi saat çalışmak zorundadır; bu ek artı-emek saatlerinde ürettiği değer,[71] kapitaliste hiç bir maliyeti olmayan, ama yine de onun cebine giren artı-değerdir.”[72]
“Pazarda, para sahibi ile doğrudan doğruya yüzyüze gelen aslında emek değil, emekçidir. Onun sattığı, kendi emek-gücüdür. Onun emeği, fiilen başlar başlamaz, artık, ona ait olmaktan çıkmıştır ve bunun için de bu emeğin şimdi onun tarafından satılması söz konusu olamaz. Emek, değerin özü ve değerin içkin ölçüsüdür, ama kendisinin değeri yoktur.”
“Kapitalist, elden geldiğince az parayla, elden geldiğince çok emek elde etmek isteyecektir. Bu yüzden, uygulamada onu ilgilendiren tek şey, emek-gücü fiyatıyla, bunun işlevinin yarattığı değer arasındaki farktır. Bir de, ayrıca, her türlü metaı elden geldiğince ucuza almaya çalışır ve düpedüz kandırmayı, bir şeyi değerinin altında alıp, bu değerin üzerinde satmayı kendine kâr bilir. Bu yüzden de, eğer emeğin değeri diye bir şey gerçekten varsa ve o, bu değerin karşılığını gerçekten öderse, sermaye diye bir şeyin olmayacağını, parasının sermayeye dönüşemeyeceğini hiç bir zaman göremez.”
“Kapitalistin, emekçiye ücretini para olarak ödediği doğrudur, ama bu para, onun emeğinin ürününün kılık değiştirmiş şeklinden başka bir şey değildir.”[73]
Ancak nihayetinde unutulmamalıdır ki, “İşçi sınıfı için en elverişli olan koşullar, sermayenin olabilecek en hızlı büyümesi bile, işçinin maddi varlığını ne denli iyileştirirse iyileştirsin, kendi çıkarlarıyla burjuvazinin çıkarları arasındaki uzlaşmaz karşıtlığı ortadan kaldırmaz.”[74]
Ayrıca “Burjuvazi ile karşı karşıya bulunan bütün sınıflar içinde, yalnızca proletarya gerçekten devrimci bir sınıftır. Öteki sınıflar, modern sanayi karşısında çürümekte ve sonunda yok olmaktadır; proletarya onun özel ve temel ürünüdür,” Karl Marx’ın işaret ettiği üzere…[75]
Tüm bunlarla birlikte Karl Marx’ın, “İşçinin ulusu ne Fransız, ne İngiliz, ne de Alman’dır; Çalışmadır, ücret köleliğidir, kişinin kendini satmasıdır. Hükümeti ne Fransız ne İngiliz ne de Alman’dır, kapitaldir. Onun esas atmosferi ne Fransız ne İngiliz ne de Alman toprağıdır, yeryüzünün birkaç santim altıdır,” saptamasının altı özenle çizilmeliyken; buna V. İ. Lenin’in şu notu da eklenmelidir kuşkusuz:
“Burjuva egemenliği ancak proletarya tarafından alaşağı edilebilir. ‘Proleterya’, ekonomik varlık koşulları bu alaşağı etme işini hazırlayan ve ona bu işi başarma olanağını ve gücünü veren tek sınıftır.”
Çünkü “İşçi sınıfı yaratıcı sınıftır. İşçi sınıfı bir ülkede, maddi refahın gerektirdiği her şeyi üretir. İktidar işçi sınıfının elinde olmadığı sürece; işçi sınıfı, iktidarın sömürücü toprak sahiplerinin, haksız kazanç sağlayanların, tekellerin, yerli ve yabancı çıkar gruplarının elinde kalmasına izin verdikçe; silahlar işçi sınıfının değil de, çıkar gruplarına hizmet edenlerin elinde oldukça; bu çıkar gruplarının ziyafet sofralarından dökülmesine göz yumduğu kırıntılar ne denli çok olursa olsun, işçi sınıfı yoksul bir hayat sürmeye zorlanacaktır,” der Fidel Castro…
 
II.6) SINIF HAREKETİ VE MÜCADELESİ
 
Evet Karl Marx’ın dediği gibi, “Her şeyden önce, burjuvazinin ürettiği, kendi mezar kazıcılarıdır. Kendisinin devrilmesi ve proletaryanın zaferi aynı ölçüde kaçınılmaz” olsa da; bu sınıf hareketinin tarihsel misyonuna içkin bir önermedir. Bunun yanında bir de sınıf hareketinin güncel yanı söz konusudur.
Öte yandan “İşçi sınıfı eğitim, gelenek ve ekonomik ilişkilerin sessiz zorlayıcılığı yoluyla itaat etmeyi öğrenir, kapitalist üretimin özgül tarihsel koşullarını toplumsal değil, doğal güçler (kader, değiştirilmesi olanaksız olan, insan iradesi dışındaki güçler) olarak kabul eder”ken;[76] günceli, tarihsele bağlayan sınıf hareketinin kendiliğindenlikten kurtulup, kendisi için özelliklerine mündemiç örgütlü bilinç düzeyine erişmesidir.[77]
Bu doğrultuda “İşçi hareketinde bilincin uyanışı birdenbire olmaz. Bu, yeni işçi kuşaklarının politik yaşama katılmaya koyulmasıyla her seferinde yinelenen eylemlerin basit bir toplamı da değildir. İşçi hareketinde bilincin uyanışı, işçi sınıfının kapitalist toplumda yaşam koşulları değiştikçe ve durumunu değerlendirme kıstasları arttıkça yeni boyutlara ulaşan karmaşık bir süreçtir. İşçi sınıfının yeni gereksinimlerin, yeni örtülü ve daha ustaca sömürü biçimlerinin bilincine varması, eskiden olduğundan daha çok emek ve sermaye, ekonomi ile politika, taban ile alt yapı vs. arasındaki dolaysız bağların kavranmasını zorunlu kılar.”[78]
Çünkü “İşçiler, somut ve güncel politik olaylar ve olgular temelinde diğer toplumsal sınıfların her birini entelektüel, moral ve politik yaşamlarının bütün tezahürleri içinde gözlemlemeyi öğrenmezlerse; nüfusun bütün sınıf, katman ve gruplarının yaşam ve faaliyetlerinin bütün yönlerinin materyalist tahlil ve materyalist değerlendirmesini pratikte uygulamayı öğrenmezlerse, işçi kitlelerinin bilinci gerçek bir sınıf bilinci olmaz. (…) çünkü işçi sınıfının kendisini tanıması, onun modern toplumun bütün sınıfları arasındaki karşılıklı ilişkilere dair yalnızca teorik düşüncelerle değil, daha doğrusu teorik olmaktan çok, politik yaşamın deneyimleri temelinde edinilmiş düşüncelerle kopmaz biçimde bağlıdır.”[79]
Bu tabloda “Ne yapabiliriz? Mücadeleyi seçebiliriz. Diz çökerek yaşamaktansa, ayakta ölmeyi seçer, büyük bir talep yaratabiliriz,” diyen Ken Loach’un uyarısına kulak vermeliyiz:
“Haysiyet nedir? Bana kalırsa güven veya özgüven yaratabildiğiniz sürece oluşan her neyse, o haysiyeti yansıtır. Eğer güvene veya özgüvene sahipsek, haysiyetimiz de, özsaygımız da olur. Kendine saygı, haysiyet ve güven birbirine son derece bağlı unsurlar. Bizlerin, sınıf olarak özgüvene gereksinimimiz var. Bunu yalnızca bireyler olarak değil, sınıf olarak da talep edebilmeliyiz. Eğer işçi sınıfı, özgüven sahibi olursa, birlikte hareket ederek değişimi de yaratabilir. Ama ayrışır, bireyci, yalıtılmış hâle gelirseniz, özgüveninizi de yitirirsiniz. Çünkü özgüven dayanışmadan ileri gelir. Bu, birlikte çalıştığınız insanlarla birlikte olan bağınızla ilgili bir durumdur. Sınıf olarak özgüvene sahipseniz, değişimi gerçekleştirebilirsiniz. Bizler son 40 yılı dayatılmış bir ‘bireysellik kültürü’yle mücadele ederek geçirdik. Bu yüzden de toplum ‘ortadan silindi’. Hadi oradan! Toplum duruyor! Dahil olduğunuz sendikalarla, örgütlerle, emekle birbirinize bağlı olduğunuz müddetçe, şeyleri değiştirebilirsiniz. Bu yüzden özgüven son derece önemli ve gereklidir.”[80]
Çünkü “İktisadi üretim ve ondan zorunlu olarak çıkan, her tarihi çağın toplumsal yapısı, bu çağın siyasi ve düşünsel tarihinin temelini teşkil eder; dolayısıyla (toprak üzerindeki ilkel komünal mülkiyetin çözülmesinden bu yana) tüm tarih, sınıf mücadelelerinin, toplumsal evrimin değişik aşamalarındaki sömürenle sömürülen, ezenle ezilen sınıflar arasındaki mücadelelerin tarihidir; ama bu mücadele şimdi öyle bir aşamaya erişmiştir ki, ezilen ve sömürülen sınıf (proletarya), aynı zamanda tüm toplumu sömürü, baskı ve sınıf mücadelesinden ebediyen kurtarmadıkça, kendini ezen ve sömüren sınıftan (burjuvazi) kurtaramaz.”[81]
“Ezilmekte olan sınıfın varlığı, uzlaşmaz sınıf karşıtlığı üzerine kurulmuş her toplumun hayati koşuludur. Ezilen sınıfın kurtuluşu demek, yeni bir toplumun yaratılması demek olmaktadır böylece. Ezilen sınıfın kendini kurtarabilmesi için, o ana dek elde edilmiş üretici güçlerle var olan toplumsal ilişkilerin artık yan yana var olmamaları gerekir. Bütün üretim aletleri içinde en büyük üretici güç, devrimci sınıfın kendisidir.”[82]
Karl Marx’ın, “Kapitalistleri iktidarda tutan sihir” işçiler arasındaki bölünmedir!”[83] notunu düştüğü çerçevede, “Sınıf mücadelesinin dışındaki sosyalizm, boş bir laf ya da saf bir hayaldir,”[84] der ve ekler V. İ. Lenin:
“Sınıf bilinçli işçiler bir erk olabilmek için çoğunluğu kendilerine kazanmak zorundadırlar: Kitle üzerinde bir diktatörlük olmadığı sürece, başka bir iktidar yolu söz konusu olamaz. Biz Blankist değiliz, iktidarın bir azınlık tarafından ele geçirilmesi yandaşı değiliz. Biz Marksistiz, küçük-burjuva sarhoşluğuna karşı, şovenist anavatan savunusuna karşı, lafazanlığa karşı, burjuvaziye bağımlılığa karşı proleter sınıf mücadelesinin yandaşlarıyız.”[85]
 
II.7) YABANCILAŞMA VE META FETİŞİZMİ
 
Karl Marx’ın, “Metalar dünyası büyüdükçe insanlar dünyası küçülür”. “Para metaların değer-biçiminden başka bir şey olmadığı hâlde, kendileri madde olmayan aşk, gurur, namus, vicdan, onur gibi şeyler burjuvalar tarafından satışa çıkarılır ve böylece bir fiyatları olduğu için eğlence biçimini alır”. “İnsan doğaya ne kadar yabancılaşırsa o kadar toplumsallaşır, ne kadar toplumsallaşırsa da o kadar kendine yabancılaşır,” tümceleriyle betimlediği yabancılaşma, Marksizm’in kilit kavramlarındandır.
Marksist yabancılaşma kuramına göre, “İnsanın devredilemez sandığı her şeyin değişime, alışverişe konu olduğu ve devredilebilir olduğu bir dönem gelmiştir (Kapitalist dönem). Bu, o ana dek ifade edilen ve aktarılan, ama asla değişmeyen; verilen, ama asla satılmayan; edinilen ama asla satın alınmayan-erdem, sevgi, inanç, bilgi, vicdan vb.-kısaca, her şeyin ticarete girdiği dönemdir. Bu çürümüşlüğün genelleştiği, her şeyin para ile elde edilmesinin evrenselleştiği ya da ekonomi politik diliyle konuşacak olursak, manevi ya da maddi her şeyin pazarlanabilir bir değer durumuna geldiği, en gerçek değerinden kıymetlendirilmek için pazara getirildiği dönemdir.”[86]
“İşçi yaşamını [ürettiği] nesneye koyar. Bu durumda yaşamı ona ait değildir [artık], ürettiği bu nesneye aittir. O hâlde bu faaliyet ne kadar büyükse, işçi de o kadar nesnesizdir. O emeğinin [çalışmasının] ürünü olan şey değildir [artık]. Yani bu ürün ne kadar büyükse, işçi de o kadar daha az kendisidir. İşçinin ürünündeki bu [kendine] yabancılaşması, yalnızca emeğinin bir nesneye, dışındaki bir varlığa dönüşmesi anlamına gelmez, üstelik emeğinin kendisinin dışında, ondan bağımsız olarak, ona yabancı bir varlık olarak mevcut olması ve onun karşısında bağımsız bir güce dönüşmesi, yaşamını koyduğu bu nesnenin yabancı ve düşman olarak karşısına çıkması anlamına da gelir.”[87]
“İnsanlar arasındaki belirli toplumsal ilişki, onların gözünde şeyler (yani bu belirli toplumsal ilişki biçimlerinin soyutlanmasından başka bir şey olmayan ve fakat insanlardan bağımsızmış ve üstündeymiş, onlara hükmedermiş gibi görünen tanrılar, yasalar, kurallar, ilkeler, gelenekler, kurumlar, metalar, vb.) arasında düşsel bir ilişki biçimine bürünür... Bu âlemde, insan beyninin ürünleri, bağımsız canlı varlıklar gibi görünür ve hem birbirleriyle, hem de insanoğlu ile ilişki içine girerler. (Tanrılar, yasalar vb.) İşte metalar âleminde de, insan elinin yarattığı ürünler için durum aynıdır. Emek ürünlerine, meta olarak üretildikleri anda yapışıveren ve bu nedenle meta üretiminden ayrılması olanaksız olan şeye ben fetişizm diyorum... Metalardaki bu fetişizmin kökeni, bunları üreten emeğin özel toplumsal niteliğindedir.”[88]
“İşçi ne kadar emek harcayıp üretim yaparsa, kendi karşısında yarattığı yabancı şeyler dünyası o kadar güçlü ve kendi iç dünyası o kadar yoksul hâle gelir... Emek işçinin dışındadır; emeğiyle kendisini ortaya koymak yerine, kendisini yadsır ve mutsuz kılar... Yalnızca emek süreci dışında kendisi olur; dolayısıyla emeği bir ihtiyacın tatmini değil, kendisi dışındaki ihtiyaçları tatmin etmenin aracıdır... İşçinin etkinliği öz-etkinlik olmaktan çıkar. Başkasına aittir, kendini kaybetme hâlidir. Sonuçta, çalışan insan kendisini ancak hayvani fonksiyonları içinde özgür hisseder: yemek, içmek, üremek gibi. İnsani fonksiyonlarını gerçekleştirirken de kendisini hayvan gibi hisseder. Şüphesiz yemek, içmek ve üremek de gerçek birer insani işlevdir. Ama onları etkinliğin diğer alanlarından koparan ve birer amaç hâline getiren bir soyutlama içerisinde, hayvanî hâle gelirler... Söz konusu olan işçiyle kendisine yabancı hâle gelen etkinliği arasındaki ilişkidir.”[89]
Özetle yabancılaşmış emek faaliyeti, içinde bulunduğumuz dünyayı tersine döndüren aslî faaliyettir. İnsanı parçalayan işbölümü, özel mülkiyet, meta, değer, para, pazar, ücretli emek, sermaye gibi sapkın toplumsal ilişkiler, yabancılaşmış emek faaliyetinin dolaysız yansımasıdır.
Yabancılaşmış ilişkilerle, sınıflar, sınıf karşıtlığı, devlet, kadının ezilmesi, etnik, ulusal, dinsel, kültürel baskılar, savaşlar, doğanın katli doğar.
Ekonomi politik, yabancılaşmış emeğin büründüğü özel mülkiyet, meta, değer, para, pazar, ücretli emek, sermaye gibi insana aykırı toplumsal ilişki biçimlerinin bilimidir. Ekonomi politik, teorisini yaptığı bu cinnet hâlleri gibi tarihsel olarak ölümlüdür. İnsanlığın tarih öncesine ait bu sapkın toplumsal ilişkiler ortadan kaldırılıp atıldığı an, ekonomi politiğin konusu gerçek dünyadan silinip gitmiş olacağı için, ekonomi politik de geçerliliğini yitirecektir.
 
II.8) ÖZEL MÜLKİYET
 
Sınıflı-sömürücü toplum felaketinin yaslandığı temel, özel mülkiyettir.[90]
Yunus Emre’nin, “Mal sahibi, mülk sahibi/ Hani bunun ilk sahibi?/ Mal da yalan, mülk de yalan/ var biraz da sen oyalan!” dizeleriyle betimlediği özel mülkiyet konusunda Karl Marx da, “İnsanın mülkiyet hakkı, sahip olduklarını başkalarına bağlı olmaksızın, keyfince kullanması ve elden çıkarması, yani bencillik hakkıdır,”[91] notunu düşer.
Bu bağlamda “Komünistlerin teorisi tek bir tümcede özetlenebilir: Özel mülkiyetin kaldırılması.
Biz komünistler, insanın kendi emeğinin meyvesi olarak, kişisel mülk edinme hakkını kaldırmayı istemekle suçlandık; o mülkiyet ki, her türlü kişisel özgürlüğün, eylemin ve bağımsızlığın temeli olduğu iddia edilir.
Güçlükle elde edilmiş, bizzat edinilmiş, bizzat kazanılmış mülkiyet! Burjuva biçimden önceki bir mülkiyet biçimi olan küçük zanaatçı ve küçük köylü mülkiyetinden mi söz ediyorsunuz? Bunu kaldırmaya gerek yok; sanayideki gelişme bunu zaten büyük ölçü de yok etmiştir ve hâlâ da gün be gün yok ediyor.
Yoksa modern burjuva özel mülkiyetten mi söz ediyorsunuz?
İyi ama, ücretli emek, emekçi için herhangi bir mülkiyet yaratır mı? Asla. Bu, sermaye, yani ücretli emeği sömüren ve yeni sömürü için yeni bir ücretli emek arzı doğuran koşullar dışında çoğalamayan türden mülkiyet yaratır. Mülkiyet, mevcut biçimi içerisinde, sermaye ile ücretli emek karşıtlığına dayanır. Bu karşıtlığın iki yanını inceleyelim.
Kapitalist olmak, üretimde yalnızca salt kişisel değil, toplumsal bir konuma da sahip olmaktır. Sermaye kolektif bir üründür ve ancak birçok üyenin birleşik eylemiyle, hatta son tahlilde, ancak toplumun tüm üyelerinin birleşik eylemiyle harekete geçirilebilir.
Demek ki, sermaye kişisel değil, toplumsal bir güçtür.
Şu hâlde, sermayeyi ortak mülkiyete, toplumun tüm üyelerinin mülkiyetine dönüştürmekle, kişisel mülkiyet toplumsal mülkiyete dönüştürülmüş olmaz. Değişen, yalnızca mülkiyetin toplumsal karakteridir. Mülkiyet, sınıf karakterini yitirir.”[92]
Çünkü, “Özel mülkiyetin kaldırılması bütün insanî niteliklerin bütünsel özgürleşmesidir,” vurgusuyla şunun altını çizer Karl Marx ısrarla:
“Dahası, yabancılaşmış emeğin özel mülkiyet ile bu ilişkisinden, toplumun özel mülkiyetten, kölelikten vb. kurtuluşunun, işçilerin kurtuluşunun siyasal biçimi içerisinde dile getirildiği sonucu da çıkar. Bu, meselenin yalnızca onların kurtuluşu meselesi olmasından değil, onların kurtuluşunda insanlığın evrensel kurtuluşunun içerilmesinden ötürü böyledir. Bu evrenselliğin nedeni, insanın tüm köleliğinin işçinin üretimle ilişkisine bulaşmış olması ve tüm kölelik ilişkilerinin bu ilişkinin değişim geçirmiş biçimleri ve sonuçlarından başka bir şey olmamasıdır.”[93]
 
II.9) ÖZGÜRLÜK
 
Karl Marx’ın, “Hiç kimse özgürlüğe karşı savaşmaz; en fazla, başkalarının özgürlüğüne karşı savaşır,” notunu düştüğü mesele hakkında V. İ. Lenin de şunları der:
“Kapitalistler, zenginler için basını para ile tutma özgürlüğünü, zenginliklerinden kamuoyu denilen şeyi oluşturmak ve değiştirmek için yararlanma özgürlüğünü, basın özgürlüğü olarak nitelendirirler. ‘Arı demokrasi’ savunucularının, gerçekte zenginlerin, yığınların eğitim araçları üzerindeki en pis, en aşağılık egemenlik sisteminin savunucuları oldukları bir kez daha ortaya çıkıyor: onlar halkı aldatıyor ve onu, baştan sona yalan, tumturaklı ve doğru görünüşlü sözler yardımıyla, basını sermaye köleliğinden kurtarma tarihsel görevinden, somut görevinden saptırıyorlar. Gerçek özgürlük ve gerçek eşitlik, komünistlerin kurdukları, başkası zararına zenginleşmenin olanaksız olacağı, basını, doğrudan ya da dolaylı olarak para iktidarına bağımlı kılma nesnel olanağının bulunmayacağı, emekçileri, toplumun elinde olan basımevleri ve kâğıdı kullanma hakkından tam bir eşitlik içinde yararlanmaktan hiç bir şeyin engelleyemeyeceği rejimde egemen olacaklardır.”[94]
Aynı konuda Karl Marx ile Friedrich Engels de, “Bugünkü toplum koşullarında serbest ticaret nedir? Sermayenin özgürlüğü. Sermayenin özgür gelişmesini hâlâ sınırlayan (mevcut) birkaç engeli yıkarsanız, böylece onun faaliyetini tamamen zincirlerinden kurtarmış olursunuz… Beyler, soyut kavram özgürlükten etkilenmeyin. Kimin özgürlüğü? Bu, tekil bir bireyin başka bir birey karşısındaki özgürlüğü değildir. Bu, sermayenin, işçiyi ezmesi için özgürlüktür,”[95] derlerken; Friedrich Engels de, “Devlet, proletaryanın, düşmanlarına karşı zora dayanarak baskıyı örgütlemek için, savaşımda, devrimde kullanmak zorunda olduğu geçici bir kurumdan başka bir şey olmadığına göre, özgür bir halk devletinden söz etmek adamakıllı saçma bir şeydir: Proletarya devlete gene de bir gereksinim duyacağı sürece, bunu özgürlük adına değil, düşmanlarını baskı altında tutmak için duyacaktır. Ve özgürlükten söz etmenin olanağı olduğu gün, devlet de, devlet olarak var olmaktan çıkacaktır,” diye ekler.
Gerçekten de, “Para gücü üzerine kurulmuş bir toplumda, bir avuç zengin insan asalak hâlinde yaşarken emekçi yığınların yoksulluk içinde süründükleri bir toplumda gerçek fiili hiç bir özgürlük olamaz,” vurgusuyla V. İ. Lenin’in altını çizdiği üzeredir her şey:
“Özgürlük, demokrasi, eşitlik üzerine genel laflar gerçekte meta üretim ilişkilerinin şekillendirdiği kavramların körü körüne tekrarıyla eş anlamlıdır. Bu genel lafların yardımıyla proletarya diktatörlüğünün somut görevlerini çözmek istemek, tüm çizgi boyunca burjuvazinin, teorik ilkesel pozisyonuna geçmek demektir. Proletaryanın bakış açısından sorun yalnızca şöyle konabilir: Hangi sınıfın baskıdan kurtuluşu? Hangi sınıfın hangi sınıfla eşitliği? Özel mülkiyet temelinde demokrasi mi yoksa özel mülkiyeti ortadan kaldırma için mücadele temelinde demokrasi mi?”[96]
Tam da bunun için haykırır V. İ. Lenin:
“Kahrolsun bu yalan! Ezilen bir cins var oldukça, ezilen bir sınıf var oldukça, sermayede, hisse senetlerinde özel mülkiyet var oldukça, tahıl fazlalarıyla açları uşaklaştıran toklar var oldukça, herkes için özgürlükten ve eşitlikten söz eden yalancılar kahrolsun. Herkes için özgürlük değil, herkes için eşitlik değil, tersine, ezenlere ve sömürenlere karşı, ezme ve sömürme olanağının ortadan kaldırılması için savaşım. Sloganımız budur! Ezilen cins için özgürlük ve eşitlik! İşçiler için, çalışan köylüler için özgürlük ve eşitlik! 
Ezenlere karşı savaşım, kapitalistlere karşı savaşım, vurgunculara, kulaklara karşı savaşım!
Bu bizim savaşım sloganımızdır, bu bizim proleter gerçekliğimizdir, sermayeye karşı savaşımın gerçekliğidir, genel özgürlük ve eşitlikle, herkes için özgürlük ve eşitlikle ilgili yaltakçı, ikiyüzlü, kulağı okşayan boş sözleri sermaye dünyasının yüzüne vurduğumuz gerçekliktir.”
 
III. AYRIM: SINIFSIZ ÜTOPYA VE PRAKSİSİ
 
Bilindiği gibi mevcut sistemin eleştirip olması gereken yaşam tarzını anlatan hayale, “toplumsal projelere” ütopya adı verilir. Bu türün ilk örneği Platon’un (M.Ö. 427-347) ‘Devlet’ (M.Ö. 375) başlıklı yapıtıdır.
Bu tür metinlere “ütopya” adını veren, Rönesans düşünürü Thomas More’dur (1478-1535). O, ‘Ütopya’ (1516) başlıklı yapıtında özel mülkiyetin olmadığı bir devlet tasarımı ortaya koyar. Bu toplumda para geçersizdir ve üretim insanlar arasında paylaştırılır. Bireyler günde altı saat çalışır, geri kalan zamanlarını sanat ve bilimle uğraşarak geçirirler. Yöneticiler, sıkı bir eğitimle yetiştirilir.
‘Devlet’ ve ‘Ütopya’dan sonra Rönesans döneminin bir diğer ütopyası da Tomasso Campanella’nın (1568-1639) ‘Güneş Ülkesi’dir. (1602) Campanella yapıtını kaleme alırken, Platon ve More’un eserlerinden etkilendiğini açıkça belirtir. Onun ‘Güneş’ kentinde de her şey ortaktır. Aile yoktur.
Campanella’nın ütopyasını Francis Bacon’ın (1561-3626) ‘Yeni Atlantis’i (1623) takip eder. Felsefesinin odağı bilim olan Bacon’a göre, bilim bir ilerleme, gelişme sürecidir. Bu özellikleriyle Onun bir “bilim-toplumu” modeli (ütopyası) sunmaya çalıştığını söylemek mümkündür.
Ütopyanın Batı’da böyle bir seyri varken, Doğu’da Platon’dan etkilenerek ütopyasını kuran Fârâbi (870-950) görülmektedir. ‘Medînetü’l Fâzıla/ Faziletli Şehir’ başlıklı yapıtında böyle ütopik bir devlet tasarlayan Fârâbî’ye göre, insanlar yardımlaşarak bir arada yaşamalıdır. Sağlıklı bir organizmada bütün organlar nasıl uyumlu bir şekilde çalışıyorsa, toplum da böyle olmalıdır. Kötü insanlar toplumdan çıkarılmalıdır. Erdemli şehirde gerçeklikler, doğruluklar, iyilik ve güzellikler birleşirler.
Doğu’dan anılabilecek bir başka önemli eser İbni Tufeyl’in (1106-1186) ‘Hayy Bin Yakzan’ başlıklı yapıtıdır. İnsan eli değmemiş tabiatta sadece fıtrî aklın yönelişleri sayesinde bir insanın neyi başarabileceğini konu edinen bu eser, Batı’da XIV. yüzyıldan başlayarak büyük yankılar uyandırmış, en çok okunan kitaplardan olmuştur.[97]
 Birçok sosyalist tarihçi, “Ne var ki, insanın kendini beğenmişliği, bütün ahlâksızlıkların kaynağı olan o hayvanca tutkusu, dünya halkının doğru yola girmesine engel olmuştur. Kendini beğenmiş adam, mutluluğunu kendi rahatlığı üstüne değil, başkalarının acıları üstüne kurar; ezeceği, köle gibi kullanacağı insanlar olmazsa, mutluluğunu başkalarının yoksulluğu üzerine kuramazsa, malını mülkünü ortaya serip yoksulların bellerini bükmeyeceğini, umutlarını kırmayacağını bilmezse, tanrı olmayı bile istemez. Kendini beğenmek öyle bir cehennem yılanıdır ki, insanın yüreğine sinsice süzülüp girer, onu zehirleyip gözünü kör eder, daha güzel bir hayata giden yoldan saptırır onu. Bu sürüngen, insanların öylesine içine işler ki, onu koparıp atmak kolay olmaz,”[98] diyen Thomas More’un “Ütopya’sını ilk komünizan yapıt olarak kabul etmiştir.
Ütopyada kurgulanan, “kusursuz dünya ideali”yken; XX. yüzyılın başından itibaren eleştirilmeye başlanan ütopyalar, zamanla tersi bir işleve büründürülmüş ve böylece karşı-ütopyalar (distopya) ortaya çıkmıştır.
Bir insanın veya bir topluluğun ütopyasının bir başkasının kâbusu olabileceği açıktır. Krishan Kumar’a göre karşı-ütopya en başından beri ütopyayı gizlice takip etmiştir.[99]
XX. yüzyılda bir Rus yazar olan Yevgeni Zamyatin’in ‘Biz’ (1924) başlıklı yapıtıyla başlayan karşı-ütopya, yoğun çatışmalar içeren bir yapı özelliği sergilemiştir.
Zamyatin’in romanı ‘Biz’i, Aldous Huxley’in ‘Yeni Dünya’sı (1932) izlerken; bu türün en yaygın bilinen örneğini, “Big Brother” kavramı ile formüle eden George Orwell’ın ‘1984’ (1948) başlıklı yapıtı oldu.[100]
Karşı-ütopyaların ortak özelliği, sürdürülemez kapitalizm şahsında toplumları gelecekte bekleyen tehlikeleri göstermekti.
Bu bağlamda Orwell’in ‘1984’ örneğindeki gibi, yakın tarihli gelecek kurgularının, ütopyadan çok distopyaya kaydıkları, gelecek açısından umut yerine umutsuzluğa dayandıklarını söylemek mümkün. Yalnız kitaplarda değil, sinema endüstrisinde bolca işlenen bilim-kurgu filmlerinde de gelecek hayalinin oldukça distopik olduğunu görüyoruz. “Neden böyledir” sorusu sorulabilir tabii! Buna verilecek farklı yanıtlar da olabilir; ancak yanıt ararken, yarattığımız bu dünya ahvalini en başa koymak gerektiği unutulamaz.
O nedenle yanıtı, en başta, yeryüzüne egemen hâle gelmiş insan ile ırağı yakın, imkânsızı mümkün kılan olanaklar-fırsatlar dünyasının, aynı zamanda çevreden insana uzanan kıyımlar, kaygılar, korkular dünyası olmasında aramak doğru olur… Çünkü gerçek dünyada, bir yanda büyük eşitsizlik ve adaletsizlik, öte yanda savaş ve çatışmayı; bir yanda adaletsiz paylaşım, öte yanda yeryüzünün sınırlarının çaldığı alarmları görmemek mümkün değil.[101]
O hâlde, ütopyaların yerine sürdürülemez kapitalizmin distopyalarının ikame edildiği yerkürede, yeniden ve bir kez daha eşitlikçi özgürlük ütopyalarına muhtacız.
Buna “Hayal” diyenlere, Karl Marx’ın yanıtı şudur: “Örümcek, işini dokumacıya benzer şekilde gördüğü gibi, arı da peteğini yapmada pek çok mimarı utandırır. Ne var ki, en kötü mimarı en iyi arıdan ayıran şey, mimarın, yapısını gerçekte kurmadan önce, onu hayalinde kurabilmesidir.” [102]
Hayalini kurmadığınız şeyi gerçekleştiremezsiniz!
 
III.1) ÜTOPYA EYLEMCİSİ: V. İ. LENİN
 
“Bir değil iki Rus devriminin gerçekleştiği 1917 yılı için hangi kavramı kullanacağız?
Aynı yıl, ABD I. Dünya Savaşı’na girerek izolasyonist politikasını terk etti ve İsrail devletinin kurulmasına yol açan Balfour Deklarasyonu yayımlandı.
100 yıl öncesinin olayları bugün hâlâ dünyayı biçimlendirmekte. Bu nedenle 1917’yi tekrar yaşamak ve yakından incelemek çok önemli, çünkü 1917’den ve özellikle de onun en etkin liderinden öğreneceğimiz çok şey var…
1917’nin ‘adamı’nın kim olduğu konusunda şüpheye yer yok; Vladimir İlyiç Ulyanov, bilinen adıyla Lenin. Simbirsk’ten gelen bu sakallı Marksist, yıla sürgünde, İsviçre Zürih’te Spelgelgasse 14 numarada eşiyle beraber yaşadığı bekar odasında başladı ve dünyanın ilk sosyalist devletinin lideri olarak yılı bitirdi.
Çar II. Nikola’nın tahttan çekilip, Petrograd’daki geçici hükümetin iktidara geldiği Şubat devriminden sonra değişim çağrısı yapan birçok insan için ‘görev tamamlanmıştı’ artık. Ama Lenin böyle düşünmüyordu. Nisan ayında ülkesine dönmesi her şeyi değiştirdi. Tarihçi Christopher Hill, ‘Lenin ve Rus Devrimi’ adlı kitabında Lenin’in anavatanına döner dönmez yaptığı çağrıyı şöyle yazar: ‘Hemen barış, tüm toprakların köylülere devri ve tüm iktidar Sovyetlere.’
Başlangıçta muhafazakâr ve liberal üyelerin egemen olduğu burjuva geçici hükümet, solcuları da alarak tabanını genişletti ama kapitalist savaşa olan bağlılığını sürdürerek ölümcül bir hata yaptı.
Temmuz ayında Bolşevikler yasadışı ilan edildi ve Lenin tekrar gizlendi. Ağustos ayında general Kornilov karşıdevrimci bir darbe teşebbüsünde bulunduğunda savaş yanlısı Başbakan Kerenski iktidarı elinde tutabilmek için Bolşeviklerin egemen olduğu Sovyetlerin desteğine mahkûm kaldı. Bolşeviklerin kitle desteği her gün artarken Geçici Hükümetin günleri artık sayılıydı. 25 Ekim’de (Miladi takvime göre 7 Kasım) Lenin ve yoldaşları harekete geçti.
Daha sonra Lenin başarılan şeyin önemi hakkında şunları yazacaktı: ‘Yüzlerce yıldır devletler burjuva modeline göre kurulmuştu ve şimdi ilk defa burjuva olmayan bir devlet keşfediliyordu.’
Liberalizm mikrobunu kapmış, kimlik politikaları ve ‘politik doğruluk’la kafayı yemiş birçok Batılı solcu Ekim Devrimi’nin yüzyıl devriyesini zoraki bir gülümsemeyle karşılayacak ve ‘Bize göre bir şey yok burada kardeşim’ diyerek Hillary Clinton’a aşk mektuplar yazmaya devam edecek. Oysa inanıyorum ki Lenin’in 1917’deki stratejisinden alınacak çok önemli dersler var ve ne yazık ki sol, kendi hilafına bu derslere gözünü kapıyor.
Tam da yüzyıl önce olduğu gibi, yozlaşmış, kibirli ve korkunç bir biçimde gerçeklerle bağlantısını koparmış bir düzen gözümüzün önünde yıkılmak üzere sendeliyor. Yüzyıl önce olduğu gibi bugün de yoksul ve zengin arasındaki uçurum inanılmaz boyutlarda. Daha 2017’nin Ocak ayında Oxfam dünyadaki zenginliğin yarısının 62 kişinin elinde olduğunu açıkladı. Evet, sadece 62 kişi.
Hükümetin ne yaptığını asla unutmayın. Bankaların borcunu BİZİM borcumuz hâline getirdi ve bankacıların gitmesine göz yumdu. Sonra da bize, ‘Kazandığınızdan fazlasını harcıyorsunuz’ dedi.
Ancak 100 yıl öncesinin tersine, sol değil popülist sağ atakta. Liberallerin egemen olduğu Batı solu, Lenin ve Bolşeviklerin 1917’de yaptığı gibi işçi sınıfını kucaklayarak düzen karşıtı protestoların safında yer alacağına, proletarya isyanından korkarak, hemen hemen her meselede neo-liberal askeri düzen tarafında saf tutmakta.
Liberal-solun parlamentarizme bağlılığında, toplumun örgütlenmesi için halkoylamalarının yaygın kullanımı, işçi konseyleri, halk meclisleri ve seçilmiş halk mahkemelerinin kurulması gibi, daha demokratik yöntemlerin geliştirilmesine karşı olan kayıtsızlığında bu tavrı görüyoruz. (İlginçtir 2014 Ukrayna’sında parlamentarizme olan bağlılığı göremedik. Batılı birçok liberal-solcu demokratik olarak seçilmiş hükümetin devrilmesini destekledi.)
Kültür savaşları vermek ve sadece küçük bir azınlığın çıkarına olan Ortadoğu’ya liberal müdahâlenin yarattığı savaşları desteklemekle aşırı meşgul olan liberal solun, sıradan insanların günlük yaşamlarını derinden etkileyen ‘ekmek-su’ gibi çok somut meselelere karşı olan kayıtsızlığında da aynı tavrı görüyoruz.
Bugün, liberal-solun işçi sınıfından kopmuş olduğu gerçeği, milyonlar açlıkla mücadele ederken tek kurabildikleri cümle ‘Lütfen kurucu meclis seçimlerini bekleyin’ olan 1917’nin Bolşevik muhalifi ‘reformist-solu’ndan daha farklı değil. Liberal demokrasi ve bu demokrasinin kimin çıkarına hizmet ettiği konusunda Lenin’in aklı açıktı. 1917’de, ‘Önemsiz bir azınlık için demokrasi, zenginler için demokrasi, kapitalist toplumun demokrasisi işte budur’ diye yazacaktı.
Rusya’nın savaştan çıkması gerektiğini biliyordu. Topraklar hiç gecikmeden köylülere verilmeliydi. Rusya’nın ekonomisi kökten yeniden yapılandırılmalıydı. ‘Barış! Ekmek! Toprak!’ sloganı tüm Rusya’da yankılandı.
Lenin’in düşüncesinin berraklığına ve amaçlara olan bağlılığına hayran olmak için Bolşevik ya da sosyalist olmanız gerekmiyor
Christopher Hill, ‘1917’de sonuç alan ‘hakikât’ karşısında Bolşeviklerin ustalığı oldu. Parti ne istediğini tam olarak biliyordu. Hangi toplumsal gruba hangi somut önerilerin götürüleceğini, kitleleri, kendisi ve kendisine ait olan eylemlerle, nasıl ikna edeceğinin farkındaydı’ diye yazdı.”[103]
Evet Bolşevik düşmanı bir Menşevik’in hakkında, “Günde yirmi dört saat devrimle meşgul olan, kafasında başka bir düşüncesi olmayan ve hatta rüyasında yalnızca devrimi gören bu türden ikinci bir adam yok. Böyle biriyle başa çıkmayı bir dene bakalım,” dediği V. İ. Lenin sınıfsız ütopyanın -kültürden[104] sanatta, ekonomiden politikaya- bütünlüklü devrimci praksisiydi…
Örneğin “Burjuva toplumda sanatçı pazara göre yapıt üretir,” vurgusuyla “Sayın burjuva bireyciler, mutlak özgürlük üstüne çektiğiniz söylevlerin ikiyüzlülükten başka birşey olmadığını söyleyeceğiz sizlere. Para gücü üzerine kurulmuş bir toplumda, bir avuç zengin insan asalak hâlinde yaşarken emekçi yığınların yoksulluk içinde süründükleri bir toplumda gerçek, fiili hiç bir ‘özgürlük’ olamaz. Siz, Bay Yazar, sizden allı pullu, çerçeve içinde açık saçıklık ve ‘kutsal’ sahne sanatı ‘üstüne örtülü’ bir kılıf içinde fuhuş isteyen burjuva yayıncıya karşı, burjuva kamuya karşı özgür müsünüz? O mutlak özgürlük denen şey ya bir burjuva palavrasıdır, ya da (bir dünya görüşü olarak anarşizm, tersine çevrilmiş burjuva düşüncesi olduğu için) anarşist bir palavradır. İnsan hem toplum içinde yaşayıp, hem de ondan özgür olamaz. Burjuva yazarın, sanatçının, oyuncunun özgürlüğü, para kesesine, çürümeye, satılık olmaya gizlice (ya da ikiyüzlü biçimde gizlice) bağımlılıktan başka bir şey değildir. İşte biz sosyalistler, bu ikiyüzlülüğü açığa seriyor, sahte etiketleri söküyoruz; bunu da, sınıfsız bir edebiyat ve sanata varmak için değil (çünkü böyle bir şey sınıf-dışı, sosyalist bir toplumda olabilir ancak), ama, gerçekte burjuvaziye bağlı bu ikiyüzlü özgür edebiyatın karşısına, açıkça proletaryaya bağlı, gerçekten özgür bir edebiyat çıkarmak için yapıyoruz,” diyendi…
İşçi sınıfının savaş örgütünün “Benim ödevim, devrimci proletarya sınıfının ödevi de, dünya insan kırımı iğrençliklerine karşı, tek kurtuluş yolu olan, dünya proleter devrimini hazırlamaktadır,” diyen mimarı, önderiydi…
Örgütlü mücadele açısından V. İ. Lenin’in, “Oportünizm bizim ana düşmanımız. İşçi hareketinin üst seviyelerindeki oportünizm, proleter değil, bir burjuva sosyalizmidir. Oportünist kanada mensup işçi hareketindeki politikacıların, burjuvazinin kendisinden daha fazla burjuvazinin savunucuları oldukları pratikte çokça görülmüştür. Burjuvazi, işçi liderlerini elde etmeden iktidar olamaz,” uyarısı ile “Genel oy, her sınıfın kendi sorunlarını kavramada ulaştığı düzeyin bir göstergesidir. Çeşitli sorunlarını çözmek için farklı sınıfların ne yöne eğilim gösterdiklerini ifade eder.[105] Fakat bu sorunların gerçek çözümünün oy sandığında değil, sınıf mücadelesinin iç savaşı da kapsayan tüm biçimlerinde aramak gerekir,”[106] saptamasının altı özenle çizilmelidir.
Ayrıca ‘Komünist Gençlik Birliği’ne hitabındaki ifadesiyle Ona göre, “Çalışma olmadan mücadele olmadan, komünist broşür ve eserlerden alınmış, kitabi bilgilerin beş kuruşluk değeri yoktu.”
Ve nihayet V. İ. Lenin için, “Marks ve Engels’in işçi sınıfına yapmış oldukları hizmetler, birkaç sözcük içinde şöyle ifade edilebilir: onlar, işçi sınıfına kendini bilmeyi, kendi bilincine ulaşmayı öğrettiler ve boş hayallerin yerine bilimi koydular” ki, tam da bunun için önemliydiler…
O hâlde Leninizmsiz bir ütopya boş bir sözken; ütopyalar onlar için mücadele eden örgütlü kitlelerle anlam kazanabilirler.
 
III.2) ÖRGÜT
 
İşçi sınıfının öz örgütü ve tüm örgütlenme biçimleriyle mücehhez olması dışında kurtuluşu mümkün değildir.
Çünkü “Proletaryanın örgütten başka hiç bir silahı yoktur. Burjuva dünyasındaki anarşik rekabetin egemenliği altında bölünen, sermaye için zorla çalıştırılarak ezilen, durmadan yoksullaşmanın, vahşileşmenin ve yozlaşmanın ‘derinliklerine’ itilen proletarya, ancak, Marksizmin ilkeleri temeli üzerinde onun ideolojik birliği, ezilen milyonları işçi sınıfının ordusuna dönüştürecek olan bir örgütün maddi birliğiyle sağlamlaştırıldığı zaman, yenilmez bir güç olabilir.”[107]
Bu yolda “Ne Yapmalı”nın yanıtı V. İ. Lenin’ce şudur!
“Tekrar tekrar belirttiğim gibi, örgütle ilgili olarak ‘akıllılar’ sözüyle kastettiğim, profesyonel devrimcilerdir, kökenleri öğrenci olmuş ya da işçi olmuş önemli değil. İddia ediyorum ki:
1) Sürekliliği sağlayan istikrarlı bir önderler örgütü olmadan hiç bir devrimci hareket varlığını sürdüremez;
2) Hareketin temelini oluşturan ve ona katılan halk yığınları mücadeleye kendiliklerinden ne kadar büyük sayıda sürüklenirlerse, böyle bir örgüte olan gereksinme o ölçüde ivedileşir ve bu örgüt de o ölçüde sağlam olmalıdır (yoksa demagogların yığınların daha geri kesimlerini peşlerinden sürüklemeleri daha da kolaylaşmış olur);
3) Böyle bir örgüt esas olarak devrimci eylemi meslek edinmiş kimselerden oluşmalıdır;
4) Otokratik bir devlette, böyle bir örgütün üyelerini devrimci eylemi meslek edinmiş kimselerle ve siyasal polisle mücadele sanatında profesyonel olarak eğitilmiş kimselerle ne denli sınırlarsak, örgütü açığa çıkartmak, o ölçüde zorlaşacaktır;
5-) Harekete katılabilen ve orada etkin olarak çalışabilen işçilerin ve öteki toplumsal sınıflardan gelme öğelerin sayısı o ölçüde büyük olacaktır.”
Nihayetinde “Devrimciler örgütü, her şeyden önce ve esas olarak, mesleği devrimci faaliyet olan kişileri kapsamalıdır. Böyle bir örgütün üyelerinin bu ortak özelliği karşısında, birinin ya da diğerinin mesleği arasındaki farklar bir yana, işçilerle aydınlar arasındaki her türlü fark tamamen ortadan kalkmalıdır. Bu örgüt çok geniş tutulmamalı ve mümkün olduğunca gizli olmalıdır.”[108]
Bu yolda “İşçi sınıfının partisi, legal eylemden vazgeçmeksizin, ama ona bir an bile büyük bir önem vermeksizin, 1912-1914 yılları sırasında olduğu gibi, legal çalışmayı illegal çalışmayla birleştirmelidir. Legal eylemi bir saat olsun durdurmayalım. Ama anayasa ya dayanan ve ‘barışçı’ hayallerle, gözlerimizin kamaşmasına izin vermeyelim,”[109] vurgusuyla şöyle der V. İ. Lenin:
“Bütün ülkelerde, hatta sınıf mücadelesinin en az keskin olması anlamında en özgür, en ‘legal’ ve en ‘sakin’ olan ülkelerde bile legal ve illegal çalışmayı, legal ve illegal örgütleri sistemli bir şekilde birleştirmek, artık her komünist parti için kesinlikle zorunlu olmuştur. Burjuva demokratik sistemin en ‘istikrarlı’ olduğu, en aydın ve özgür ülkelerin hükümetleri bile yalan ve ikiyüzlü beyanlarına rağmen, sistemli ve gizli bir şekilde komünistlerin kara listelerini hazırlamakta, gizli ya da yarı gizli olarak beyaz muhafızları bütün ülkelerde komünistleri öldürmeye teşvik etmek için gizli hazırlıklar yapmakta, komünistler arasına ajan provakatörler sokmaktadırlar vb. vb. Bu gerçeği ya da bundan doğacak zorunlu sonucu, yani bütün legal komünist partilerin illegal çalışmayı sistemli bir şekilde yürütmek ve burjuvazinin sert baskılara başvuracağı dakikaya tam hazırlıklı olmaları için derhâl illegal örgütler kurmaları gerektiğini, istediği kadar ‘demokratik’ ve pasifit sözlere bürünsün, ancak en gerici bir dar kafalı inkâr edecektir.”[110]
İllegal ve legal mücadeleyi bütünleştiren “Çalışma olmadan, mücadele olmadan komünist broşür ve eserlerden alınmış kitabi bilgilerin beş kuruşluk değeri yoktur.”[111]
Ayrıca “Bugüne dek bütün devrimci partiler, kendilerini beğenmişlikleri, güçlerinin nerede olduğunu göremeyişleri ve eksikliklerini ortaya koymaktan korkmaları yüzünden yıkılıp gitmişlerdir. Ama biz yıkılmayacağız. Çünkü biz eksikliklerimizi ortaya koymaktan korkmuyoruz ve onları yenmeyi öğreneceğiz,” vurgusuyla ekler V. İ. Lenin:
“Komünistlerin (genel olarak büyük bir devrimi başarıyla başlatan devrimciler gibi) en büyük ve en tehlikeli hatalarından biri, devrimin sadece devrimcilerin eliyle yapılabileceğini sanmalarıdır. Tersine: her ciddi devrimci çalışmanın başarısı için, devrimcilerin ancak gerçekten hayatiyet sahibi ve önder bir sınıfın öncüsü olarak rollerini oynayabileceklerini kavramak ve bu kavrayışı hayata geçirme yeteneğine sahip olmak mutlak zorunluluktur. Bir öncü ancak, önderlik ettiği kitleden kopmamayı, tersine bütün kitleyi gerçekten ileriye götürmeyi bildiğinde öncünün görevlerini yerine getirmiş olur. En çeşitli faaliyet alanlarında komünist olmayanlarla bir ittifak yapmadan başarılı bir komünist inşadan söz edilemez.”[112]
 
III.3) EŞİTLİK İÇİN İSYAN
 
“Organize olmuş azınlıklar, organize olmamış yığınlara hükmederler,” notunu düşen V. İ. Lenin’in ifadesiyle, “Proletaryanın iktidar mücadelesinde örgütlenmekten başka silahı yok”ken;[113] bu uğurda eşitlikçi özgürlük isyanı kaçınılmazdır.
“Kahrolsun bu çirkin yalanlar! Ezilenler ile ezenlerin, sömürülenler ile sömürenlerin eşitliği olamaz, yoktur ve olmayacaktır. Kadın için erkeğin yasal üstünlükleri karşısında hiç bir özgürlük olmadıkça, sermayenin boyunduruğundan işçinin, kapitalistlerin, mülk sahiplerinin ve tüccarların boyunduruğundan çalışan köylünün hiç bir kurtuluşu olmadıkça, gerçek özgürlük olamaz, yoktur ve asla olmayacaktır,” vurgusuyla V. İ. Lenin’in ifadesiyle, “Burjuva demokrasisi sözde eşitlik ve özgürlük vaadeder. Gerçeklikte bir tek, en ileri burjuva cumhuriyet bile insan soyunun kadınsal yarısını, erkekle tam yasal eşitliğe ve erkeğin vasiliğinden ve baskısından özgürleşmeye ulaştırmadı.”
Bu bağlamda, “Emekçi insanlığını, ancak burjuvaziye nefret ve isyanla kurtarabilir. Yaşamın tüm koşullarına karşı çıkma dışında ona insanlığın gereğini yapabileceği hiç bir alan bırakılmadığına göre, çok doğaldır ki, en insanca, en soylu, en sempatiye değer olan bu karşı çıkıştır.”[114]
Bu uğurdaki devrimci teori kitleleri bir kez sardı mı, maddi bir güç hâline gelirken; Alain Badiou’nun uyarıları bugün(ümüz)de bir kez daha anımsanmalıdır:
“Devrimciler dağınık ve örgütleri zayıf, gençliğin büyük bir kısmı nihilist bir ümitsizliğe düşmüş, aydınların çoğu ise ne yazık ki sistemin hizmetinde. Bütün bunlara karşın, Marx’ın sonradan meşhur olan Komünist Parti Manifestosu’nu yazdığı 1847’de olduğu denli yalnız ve yalıtılmış olan bizler, işçi ve halk kitleleri arasında yeni tip siyasal süreçler örgütleme ve bütün gücümüzle komünist Ideanın gerçeklik içinde yeniden doğmakta olan biçimlerini destekleme çabamızda git gide daha kalabalık olmaya başladık. Tıpkı XIX. yüzyılın başında olduğu gibi bugün de mesele İdeanın zaferi değil; oysa koca bir XX. yüzyıl boyunca epey ihtiyatsızca ve dogmatik biçimde böyle ortaya konmuştu. Bugün önemli olan İdeanın varolması ve hangi terimlerle formüle edildiği. Öncelikle Komünist Hipoteze güçlü bir öznel var oluş sağlamak, işte bugün burada bulunan bizlerin ilk görevi budur. Söylemeliyim ki, bu da oldukça heyecan verici bir görev. Düşüncenin genel ve evrensel olan inşalarıyla, yerel ve tekil fakat evrensel olarak aktarılabilir hakikât parçalarını birbiriyle eklemleyerek komünist hipotezin ya da daha doğrusu komünizm İdeasının bireylerin bilinçlerinde yeniden hayat bulmasını sağlayabiliriz. Böylelikle bu İdeanın üçüncü var oluş devrini başlatabiliriz. Bunu yapabiliriz, öyleyse yapmalıyız.”[115]
Friedrich Engels’in, “İnsanlara, hayvanmış gibi davranılırsa, onlar için ayaklanmaktan ya da hayvanlaşmaktan başka yapacak bir şey kalmaz”; V. İ. Lenin’in, “Silah kullanmasını öğrenmeye, silah sahibi olmaya çalışmayan bir ezilen sınıf, ancak köle muamelesi görmeye layıktır”; Fidel Castro’nun, “Biz yenilirsek kalkar yine deneriz, ama diktatörler yenilirse sonları olur,” saptamaları eşliğinde yeri geldi tekrarlayalım:
“Ayaklanma bir komploya değil, bir partiye değil, ama öncü sınıfına dayanmalıdır. İşte birinci nokta. Ayaklanma halkın devrimci atılımına dayanmalıdır. İşte ikinci nokta. Ayaklanma, yükselen devrim tarihinin, halk öncüsünün etkinliğinin en güçlü olduğu, düşman saflarında ve devrimin güçsüz, kararsız, çelişki dolu dostlarının saflarında duraksamaların en güçlü oldukları bir dönüm noktasında patlak vermelidir; İşte üçüncü nokta.”[116]
 
III.4) VE ŞİDDET MESELESİ
 
Burjuva iktidar ve “hukuk(suzluk)u”n[117] devreye soktuğu eşitsizlik dayatmasıyla “Ger di cihekî de zil û zorbazî bibe, dinalin jî serhildan jî zêdetir dibe/ Bir yerde zulüm varsa, inlemek de aşırı olacaktır, isyan da,” diyen Malcom X. sonuna kadar haklıdır.
Kaldı ki Karl Marx’ın da işaret ettiği üzere, “Bir kediyi köşeye sıkıştırırsanız o da son çare olarak sizi tırmalayacaktır. Devrimci şiddet tercih değil doğanın ve diyalektiğin yasaları gereği zorunluluktur.”
Konuya ilişkin olarak, ‘Proleter Devrimin Askeri Programı’nda “Silahlar hakkında bilgi edinmek için, silah eğitimi görmeye, silahlanmaya çaba harcamayan bir ezilen sınıf, ancak ezilmeye ve köle muamelesi görmeye layıktır. Kendimizi, burjuva pasifistlere ve oportünistlere indirgememeli; sınıflı bir toplumda yaşadığımızı ve sınıf mücadelesi dışında hiç bir kurtuluşun olamayacağını ve düşünülemeyeceğini unutmamalıyız. İster kölelik, ister serflik ve bugünkü gibi ücretli kölelik üzerine kurulmuş olsun her sınıflı toplumda ezen sınıf silahlıdır. Sadece bugün var olan ordu değil, aynı zamanda, İsviçre’deki de dahil, bugünkü milis de burjuvazinin proletaryaya karşı silahlanmasıdır. Bu somut gerçeği kanıtlamama gerek olmadığını sanıyorum; bütün kapitalist devletlerde grevler sırasında askeri birliklerin kullanılıyor olmasına işaret etmek yeterlidir,” diyen V. İ. Lenin’e göre, “Ezilen sınıfın kurtuluşu, sadece şiddete dayalı devrim olmadan değil bilakis egemen sınıf tarafından yaratılan devlet iktidarı yok edilmeden de olanaksızdır.”
O hâlde “Gerilla, tüm silahsız kardeşlerini rezillik ve yoksulluk içinde tutan toplumsal rejimi değiştirmek için dövüşür,” diyen Che Guevara’nın, “Şiddet, sömürücülerin ayrıcalığı değildir, sömürülenler de onu uygulayabilirler ve dahası uygun anda kullanmalıdırlar,” saptamasında itiraz edilebilecek ne olabilir ki?
“Biz, ilke olarak, terörü hiç bir zaman reddetmedik ve edemeyiz de; terör, savaşın belli bir anında, birliklerin belli bir durumun da ve belli şartlarda son derece uygun ve hatta zorunlu olabilecek askeri eylem biçimlerinden biridir,”[118] vurgusuyla V. İ. Lenin, ekler: “Emekçi halk olmadan bütün bombalar güçsüzdür, açıkça güçsüzdür.”[119]
Ama bu kadar değil; devam eder V. İ. Lenin: “Her hâlükârda biz şundan eminiz ki, Rusya’da devrimin ve karşıdevrimin deneyimi partimizin ‘taktik olarak terörizm’e karşı yirmi yılı aşkın süredir yürüttüğü mücadelenin doğruluğunu göstermiştir.
Fakat şu unutulmamalıdır ki, bu mücadele ezilen sınıfların ezen sınıflara karşı her türlü şiddet kullanımını, gerek kitle mücadelesinde, gerekse kitle mücadelesi ile bağ içindeki şiddet kullanım biçimlerini, reddetme eğiliminde olan oportünizme karşı da uzlaşmaz bir mücadele ile kopmaz bir bağ içinde yürütüldü.
İkinci olarak: Biz terörizme karşı mücadeleyi, daha 1905’den çok önce başlayan ve yıllar süren silahlı ayaklanma propagandası ile birleştirerek yürüttük. Biz onu (silahlı ayaklanmayı-yn.) yalnızca poletaryanın hükümetin politikasına karşı verebileceği en iyi cevap olarak değil, aynı zamanda sosyalizm ve demokrasi için sınıf mücadelesinin gelişmesinin kaçınılmaz sonucu olarak görüyorduk.
Üçüncü olarak biz şiddet kullanımının ilkesel olarak kabulü ve silahlı ayaklanmanın ilkesel olarak propagandası ile yetinmedik. Biz örneğin devrimden dört yıl önce kitlenin kendilerini ezenlere karşı şiddet kullanımını -özellikle kitle yürüyüş ve gösterilerinde- destekledik. Biz böyle gösterilerin pratiğinin tüm ülkede yaygınlaşması için çaba sarfettik. Biz her zaman kitlelerin polise ve askere karşı uzun süreli ve sistemli direnişini örgütlemeye, proletarya ile hükümet arasındaki savaşımın bir parçası olan bu direniş içine ordunun mümkün olduğunca büyük bir kesimini çekmeye; köylülerin ve askerlerin bu mücadeleye katılımını sağlamaya çaba sarf ettik. Terörizme karşı mücadelede kullandığımız taktik bu oldu ve biz böyle bir taktiğin başarılı olacağından eminiz.”[120]
 
IV. AYRIM: EMPERYALİZM ÇAĞI
 
“Emperyalizm, tekellerin ve finans kapital hâkimiyetinin ortaya çıktığı, sermaye ihracının ön planda bir önem kazandığı, uluslar arası tekeller arasında dünyanın paylaşılmasının başladığı ve büyük kapitalist ülkeler arasında bütün yeryüzünün paylaşılmasının son bulduğu bir gelişme aşamasına ulaşmış kapitalizmdir.
 Temel gerçek şudur ki sermaye dev boyutlara ulaşmıştır. Küçük bir sayıda büyük kapitalistleri içine alan ortaklıklar (karteller, patron sendikaları, tröstler) milyarları kucaklamakta ve evreni aralarında pay etmektedir. Yer yuvarlağının bütün yüzü paylaşılmıştır.”[121]
“Genel olarak kapitalizm her zaman olduğundan daha hızlı büyüyor; ancak bu büyüme genel bağlamda sadece gitgide daha eşitsiz olmakla kalmıyor, bu eşitsizlik de sermaye bakımından en zengin ülkelerin çürümesinde kendisini gösteriyor”ken; “Emperyalizmin temel bir karakteristiği, birçok büyük güç arasında hegemonya için verilen kavgadır.”[122]
“Emperyalizmin neden can çekişen kapitalizm olduğu ve sosyalizme geçişi oluşturduğu anlaşılırdır: Kapitalizmden doğup gelişen tekel zaten kapitalizmin can çekişmesidir, onun sosyalizme geçişinin başlangıcıdır. Emeğin emperyalizm tarafından muazzam toplumsallaştırılması (emperyalizmin savunucularının, burjuva ekonomistlerinin ‘giriftleşme’ dedikleri şey) da aynı anlama gelir”ken; “Emperyalist savaşlar, yani dünya egemenliği uğruna, banka sermayesi için pazarlar uğruna, küçük ve zayıf milliyetlerin boğazlanması uğruna savaşlar bu durumda kaçınılmazdır.”[123]
Ve nihayet tüm bunlarla birlikte ‘Junius Broşürü Üzerine’de V. İ. Lenin’in işaret ettiği üzere: “Emperyalizm çağı bugünkü savaşı emperyalist bir savaş yapmıştır, (sosyalizm gelmediği sürece) kaçınılmaz olarak yeni emperyalist savaşlar üretecektir.”[124]
 
IV.1) SAVAŞ
 
“Pasifizm ve soyut barış propagandası, işçi sınıfı ve geniş emekçi yığınların yanlış yönlendirilmesinin bir biçimidir. Kapitalizm koşullarında savaşlar kaçınılmazdır… Geniş yığınların, aynı zamanda, devrimci eylemlere çağrılmadığı barış propagandası, günümüzde sadece hayaller uyandırmaya yarar, proletaryayı, sadece, burjuvazinin insancıllığına inanmasını (talep ettiği için) ayrıştırır. Proletaryayı, sadece, savaş sürdüren ülkelerin gizli diplomasisinin oyuncağı yapabilir,” diyen V. İ. Lenin, “Sosyalistler, sosyalist olmaktan çıkmaksızın, her türlü savaşa karşı olduklarını ileri sürmezler,” gerçeğinin de altını özenle çizerek ekler:
“Biz Marksistler, her türlü savaşın gözü kapalı karşıtı olanların sınıfına dahil değiliz. Diyoruz ki, bizim amacımız, sosyalist bir toplum sistemine ulaşmaktır; bu sistem, insanlığın sınıflara ayrılmasını, insanın insan, ulusun ulus tarafından sömürülmesini yokederek, eninde sonunda savaş olanağını ve olasılığını da ortadan kaldıracaktır. Ama bu sosyalist toplum sistemini kurma savaşında, her ulusun içinde sınıf savaşımının sürdürüldüğü koşulların, çeşitli uluslar arasında bir savaşın çıkmasına neden olabilecek ortamı hazırladığını görürüz. Bu nedenle de devrimci savaş olasılıklarını, yani sınıf savaşımından doğan savaşları, devrimci sınıfların verdikleri savaşları, doğrudan ve yakın devrimci özellikleri olan savaşları reddedemeyiz ve yadsımayız.”[125]
Devamla: “Bir savaşın ‘özü’nü nasıl tanımlayabilir, nasıl ortaya koyabiliriz? Savaş siyasetin devamıdır. Öyleyse savaş öncesinde güdülen siyaseti, savaşa yolaçan, savaşı ortaya çıkaran siyaseti incelememiz gerekir. Bu siyaset emperyalist bir siyasete, yani mali-sermayenin çıkarlarını güven altına almak, sömürgelerle yabancı ülkeleri soymak, ezmek amacını güdüyorsa, o zaman bu siyasetten doğan savaş emperyalisttir.”[126]
“Biz Marksistiz; küçük-burjuva sarhoşluğuna karşı, şovenist anavatan savunusuna karşı, lafazanlığa karşı, burjuvaziye bağımlılığa karşı proleter sınıf mücadelesinin yandaşlarıyız.”[127]
“Onlar (kapitalist ülkeler-yn) sömürgelerin paylaşılması uğruna bir kez daha birbirlerinin boğazına sarılmak istiyorlar. Ve yeni bir emperyalist savaş mayalanıyor ve onun çıkması engellemez. Kapitalistler, tek tek kötü insanlar oldukları için değil (birey olarak onlar diğer insanlardan farksızdır); içine düştükleri mail darboğazları başka türlü aşamayacakları için, bütün dünya borç içinde olduğu, boyunduruğa vurulmuş olduğu için, özel mülkiyet her zaman (kaçınılmaz olarak-yn) savaşa yol açmış olduğu ve bundan sonra da yol açağı için engellenemez.”[128]
“Dar kafalı, savaşın, ‘siyasetin devamı’ olduğunu kavramaz; savaşta nelerin tehlikede olduğunu, savaşı hangi sınıfın verdiğini, hangi siyasal amaçlarla verdiğini düşünmek üzere durmaksızın, ‘düşman bize saldırdı’, ‘düşman ülkemi istila etti’ gibi kalıplarla yetinir.”[129]
Oysa “Kapitalist bir devletin gerçek gücünü ölçmek için bir tek araç vardır, savaş. Özel mülkiyetin ana ilkeleriyle çelişmez savaş, tam tersine özel mülkiyetin gelişiminin kaçınılmaz ve dolaysız ürünüdür. Kapitalist rejimde, çeşitli ekonomilerin ve türlü devletlerin eşit şekilde gelişmesi imkânsızdır. Kapitalist rejimde, durmadan bozulan dengeyi zaman zaman yeniden kurmanın yolu, sanayide krizler, politikada savaşlardır,” diyen V. İ. Lenin savaş ve silahlanma[130] karşısındaki devrimci enternasyonalistlerin görevini şöyle tarif eder:[131]
“Hükümetin emperyalist savaşa giriştiği her ülkede, devrimci propagandanın ülkenin yenilgiye uğraması olasılığını artırmasına bakıp hükümete karşı verilen mücadeleyi duraksatmamak gerekir. Hükümet ordusunun yenilgiye uğraması o hükümeti zayıflatır, onun baskı altında tuttuğu ulusal azınlıkların kurtuluşu için olanaklar yaratır.”
“Eğer ezilen ulusun burjuvazisi, ezen burjuvaziye karşı savaşırsa, biz, her zaman ve her durumda, herkesten daha kararlı olarak bu savaştan yanayız; çünkü biz, zulmün en amansız ve en tutarlı düşmanlarıyız.”[132]
 
IV.2) BARIŞ
 
Jonathan Marshall’ın, “ABD’li silah üreticilerinin gözü yeni bir savaşta”[133] notunu düştüğü yerkürede Anatole France’ın, “Vatan için öldüğünü sanırsın, sanayiciler için ölürsün!” diye işaret ettiği gerçeğin geçerli olduğu tabloda “Sermaye iktidarı devrilmedikçe, iktidar bir başka sınıfa: proletaryaya geçmedikçe, kendini emperyalist savaştan çekip çıkarmak olanaksızdır, zorla dayatılmamış demokratik bir barış elde etmek olanaksızdır.”[134]
Çünkü V. İ. Lenin’in, ‘Proletarya Devriminin Askeri Programı’nda işaret ettiği gibi, “Proletaryaya karşı silahlanmış bir burjuvazi, modern kapitalist toplumun en büyük, temel ve bellibaşlı gerçegidir. İşte bu gerçek karşısında, devrimci sosyal-demokratları, ‘silahsızlanmayı’ ‘istemeye’ özendirmek! Bu, sınıf savaşımı görüşünü büsbütün bırakmak, devrim düşüncesini yadsımak demektir. Bizim sloganımız, burjuvaziyi yenmek, onları mülksüzleştirmek ve silahsızlandırmak için proletaryayı silahlandırmak olmalıdır. Devrimci sınıf için tek olanaklı taktik budur; bu taktik, kapitalist militarizmin bütünüyle nesnel gelişmesinin mantıksal sonucu ve gereğidir. Ancak burjuvaziyi silahsızlandırdıktan sonra, proletarya, kendi dünya ölçüsündeki görevine ihanet etmeden bütün silahları hurdalığa atar. Proletarya, kuşku yok ki, bunu yapacaktır, ama ancak bu koşul yerine getirildikten sonra, kesenkes önce değil.”
O hâlde bir kez daha V. İ. Lenin’in dediklerine kulak verilmelidir:
“Sosyalistler, ikiyüzlü laf cambazlarının, demokratik bir barış olasılığı üzerine söz ve vaatlerle halkı aldatmalarına fırsat vermemeli, her ülkede o ülke hükümetine karşı devrimci bir savaşımlar dizisi verilmedikçe, demokratik barışa uzaktan-yakından benzer bir sonuca varma olasılığı bulunmadığını yığınlara anlatmalıdırlar.
Sosyalistler, burjuva siyaset adamlarının, ulusların özgürlüğü üzerine söylevler vererek insanları aldatmalarına fırsat vermemeli, ezen ulusların halk yığınlarına, öteki ulusların ezilmesine yardım ettikleri ve o ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını, yani ayrılma özgürlüğünü tanıyıp yüce tutmadıkları sürece, kendilerinin özgürlüğe kavuşmayı beklememeleri gerektiğini anlatmalıdırlar.
Barış sorunuyla ulusal sorunda emperyalist siyasetten farklı olarak, bütün ülkelerde güdülecek sosyalist siyaset budur. Seçim devrimci savaşım ile emperyalizme kölelik arasındadır. Orta yol yoktur. Proletaryaya en büyük zararı, ‘orta yol’ siyasetinin ikiyüzlü (ya da duygusal) mimarları veriyor.”
 
IV.3) ULUSAL SORUN
 
Şeyh Bedreddin’in, “Başka halklar üzerinde baskı uygulamak, özünde kendi halkı üzerindeki baskıyı gizlemeye ve unutturmaya yöneliktir,” uyarısının asla unutulmamasını gerektiren “Ulusal Sorun”a gelince: “Ulusal adaletsizlik kadar hiç bir şey proleter sınıf dayanışmasının gelişmesini ve güçlenmesini engelleyemez,” diyen V. İ. Lenin ekler:
“Komünistler, eğer ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını (UKKTH), yani ezilen ulusun ayrılma hakkını reddederse, ya da ezilen ulusların burjuvazisinin bütün ulusal istemlerini desteklerse, proletaryanın siyasal çizgisine karşı gelmiş olurlar ve işçileri burjuvazinin siyasetine boyun eğmeye yöneltirler.”[135]
“Kim proletaryaya hizmet etmek istiyorsa, bütün ulusların işçilerini birleştirmeli ve ‘kendisinin’ olsun, başkalarının olsun, milliyetçiliğine karşı kesin savaşıma girişmelidir.”
 “Proletarya, milliyetçiliğin gelişmesine destek olamaz; tersine, o, ulusal farkların silinmesine ve uluslararası engellerin yıkılmasına, milliyetler arasındaki bağları sağlamlaştıran her şeye, ulusların birbirleriyle kaynaşmasına yardım eden her şeye, destek olur. Başka türlü davranmak, gerici milliyetçi küçük-burjuvazinin yanında yer almak olur.”
“Sınıf bilinci taşıyan işçiler, her eğitsel, siyasal işçi örgütünde ve işçi birliklerinde (sendikalarda), bütün ulusların işçileri arasında tam birlikten yanadır,” zorunluluğunun altını ısrarla çizen V. İ. Lenin, “Bize şöyle deniyor: Ulusların ayrılma hakkını desteklemekle, ezilen ulusların burjuva milliyetçiliğine de destek olmaktasınız.
Bizim buna yanıtımız şudur: Hayır. Bu sorunda ‘pratik’ bir çözüm, burjuvazi için önemlidir. İşçiler için önemli olan, iki akımın ilkelerini ayırt etmektir. Eğer ezilen ulusun burjuvazisi, ezen burjuvaziye karşı savaşırsa, biz, her zaman ve her durumda, herkesten daha kararlı olarak bu savaştan yanayız; çünkü biz, zulmün en amansız ve en tutarlı düşmanlarıyız. Ama ezilen ulusun burjuvazisi, kendi öz burjuva milliyetçiliğinin çıkarlarını savunuyorsa, biz ona karşıyız. Ezen ulusun ayrıcalıklarına ve zulmüne karşı savaşırız, ama ezilen ulusun kendisi için ayrıcalıklar sağlama yolunda çabalarına destek olmayız.”
“Boşanma serbestliğini savunan bir kimseyi, aile bağlarını yıkmak istemekle suçlamak ne kadar ahmakça ve ne kadar ikiyüzlüce bir davranışsa, ulusların kendi kaderlerini tayin etme özgürlüğünü savunanları da yani ayrılma özgürlüğünü savunanları da ayrılmayı isteklendirmeyle suçlamak, o ölçüde ahmakça ve ikiyüzlü bir davranıştır. Tıpkı burjuva toplumda burjuva evlenme kurumunun üzerine kurulu bulunduğu ayrıcalıkların ve ahlâksızlıkların savunucuları boşanma özgürlüğüne karşı çıktıkları gibi, aynı şekilde kapitalist devlette, ulusların kendi kaderini tayin etme hakkını, yani ulusların ayrılma hakkını reddetmek, egemen ulusun ayrıcalıklarını ve demokratik yöntemlere karşı polis yönetim yöntemlerini savunmaya eşittir.”[136]
“Her nerede, uluslar arasında zora dayanan bağlar görürsek, biz, her ulusun ayrılma gereğini vazetmeye asla kalkışmadan, her ulus için, kendi siyasal kaderini serbestçe tayin etme hakkını, ayrılma hakkını azimle ve kayıtsız şartsız savunuruz. Bu hakkı savunmak, tanımak ve ondan yana olmak, ulusların hak eşitliğini savunmaktır, zora dayanan bağlara karşı çıkmaktır, hangi ulus olursa olsun, onun siyasal ayrıcalıklarına karşı savaşım vermektir ve bu yüzden de ayrı ayrı ulusların işçileri arasında tam bir sınıf dayanışmasını geliştirmektir.”
“Eğer, herhangi bir ulusun proletaryası ‘kendi’ ulusal burjuvazisinin ayrıcalıklarını en hafif şekilde de olsa desteklerse, bu kaçınılmaz olarak, öteki ulusun proletaryası arasında güvensizlik yaratacaktır; işçilerin uluslararası sınıf dayanışmasını zayıflatacak, onları bölecektir ve böyle bir duruma sevinecek olan ancak burjuvazi olacaktır. Ve ulusların kendi kaderlerini tayin etme ya da ayrılma hakkının reddedilmesi, uygulamada kaçınılmaz olarak, egemen ulusun ayrıcalıklarının desteklenmesi anlamını taşır.”
“UKKTH sloganı, kapitalizmin emperyalist aşamasıyla ilgili olarak da öne sürülmelidir. Biz, statükodan yana değiliz, büyük savaşlarda bir kenarda durmak gibi dar kafalıca bir ütopyaya da inanmıyoruz. Biz, emperyalizme, yani kapitalizme karşı devrimci bir savaşımdan yanayız. Emperyalizm, sömürgeleri yeniden bölüşmek ve uyguladıkları baskıyı artırmak için başka ulusları ezen ulusların savaşımını içerir. Bugün, UKKTH sorununun, ezen ulusların sosyalistlerinin tutumuna bağlı olması, bundan ötürüdür. Ezen ulusun (İngiltere, Fransa, Almanya, Japonya, Rusya, Amerika Birleşik Devletleri, vb.) sosyalisti ezilen UKKTH’nı tanımıyor ve o hak uğruna savaşmıyorsa, gerçekte o bir sosyalist değil, bir şovenisttir.”[137]
Bu çerçevede UKKTH temelde ayrı devlet kurma hakkıdır: Ezen ulusun, siyasal yönden ayrılma hakkı için mücadele eden ezilen ulusa karşı kuvvet kullanmasına kesin olarak karşı çıkılmasını; ayrılma hakkının fiilen kullanılıp kullanılmayacağına karar vermenin ezilen ulusun sorunu olduğunun savunulmasını; UKKTH’na karşı çıkan, ezilen uluslara ve ulusal topluluklara baskı uygulayan ya da uygulanmasını savunan tüm siyasal görüşlere karşı ideolojik savaşım yürütülmesini; ulusal ayrıcalıklara ve resmi bir devlet dili olmasına kesinlikle karşı çıkılmasını “olmazsa olmaz” kılar!
UKKTH günümüzde de önemini korumaktayken; ezen ve ezilen ulus ayrımı UKKTH sorununda doğru tutumun ilk koşulu olup; UKKTH’nın savunulması proletaryanın uluslararası birliği ve hegemonyası için yaşamsaldır.
Proletarya için esas olan sınıfsal çelişkidir, ulusal çelişki değilken; devrimci proletarya ezilen ulus burjuvazisinin ayrıcalıklar elde etme eğilimiyle mücadele etmekten geri durmaz ve de devrimci proletarya her ulusal hareketi desteklemez.[138]
Ulusal önyargıların aşılabilmesi için UKKTH’nın kabulü gerekirken; ayrılma hakkının nasıl kullanılacağı ezilen ulusun bileceği bir iştir ve de ezilen ulus milliyetçiliğine yönelik eleştiriler ezen ulus şovenizminin değirmenine su taşımamalıdır.
 
V. AYRIM: DEVLET MESELESİ VE BAĞINTILAR
 
Friedrich Engels’in, “Devlet bir sınıfın bir başka sınıf tarafından ezilmesi için bir makineden başka bir şey değildir ve bu, krallıkta olduğu denli, demokratik cumhuriyette de böyledir,” saptamasına Karl Marx da ekler: “Modern devlet gücü, tüm burjuva sınıfının ortak işlerini yürüten bir komiteden ibarettir.”[139]
“Devletinize özgür diyorsunuz, oysa gerçekte, özel mülkiyet varolduğu sürece, devletiniz, demokratik bir cumhuriyet bile olsa, işçileri ezmek için kapitalistlerin elinde bir makineden başka bir şey değildir ve devlet ne kadar özgürse, bu daha açıkça ortaya çıkmaktadır,” der ve ekler V. İ. Lenin: “Amerika’dan İsviçre’ye, Fransa’dan İngiltere’ye, Norveç’e vb. dek, herhangi bir parlamenter ülkeyi düşününüz; asıl ‘devlet’ işleri hep kulislerde görülür; bu işler hep devlet daireleri, bakanlıklar, kurmay kurulları tarafından yürütülür. Parlamentolarda, yalnızca ‘saf halk’ı aldatma ereğiyle, gevezelikten başka bir şey yapılmaz.”[140]
“Devlet, sınıf çelişkilerinin uzlaşmaz olmaları olgusunun ürünü ve belirtisidir. Nerde sınıflar arasındaki çelişmelerin uzlaşması nesnel olarak olanaklı değilse, orada devlet ortaya çıkar. Ve tersine, devletin varlığı da, sınıf çelişkilerinin uzlaşmaz olduklarını tanıtlar.”[141]
“Devlet, sınıf karşıtlıklarını frenleme gereksinmesinden doğduğuna, ama aynı zamanda, bu sınıfların çatışması ortasında doğduğuna göre, kural olarak en güçlü sınıfın, iktisadi bakımdan egemen olan ve bunun sayesinde, siyasal bakımdan da egemen sınıf durumuna gelen ve böylece ezilen sınıfı boyunduruk altında tutmak ve sömürmek için yeni araçlar kazanan sınıfın devletidir.”[142]
“Eğer devlet, sınıflar arasındaki çelişkilerin uzlaşmaz olduğu gerçeğinden doğduysa, eğer toplumun üzerinde ve ‘ona gitgide yabancılaşan’ bir iktidar ise, açıktır ki, yalnızca zora dayanan bir devrim olmaksızın değil, ayrıca egemen sınıf tarafından yaratılmış bulunan ve içinde o ‘yabancı’ niteliğin maddeleştiği devlet iktidarı aygıtı da ortadan kaldırılmaksızın, ezilen sınıfın kurtuluşu olanaksızdır.”[143]
“Devlet düşünülmeyecek zamandan beri varolan bir şey değildir. İşlerini onsuz gören, hiç bir devlet ve devlet erkliği düşünü bulunmayan toplumlar olmuştur... Bu sınıflar, vaktiyle ne kadar kaçınılmaz bir biçimde ortaya çıktılarsa, o kadar kaçınılmaz bir biçimde ortadan kalkacaklardır. Onlarla birlikte, devlet de, kaçınılmaz bir biçimde, yok olur.”[144]
“Devlet ‘özel bir baskı gücüdür’. Friedrich Engels’in bu hayranlık verici ve son derece derin tanımlaması burada en yetkin bir açıklıkla dile getirilmiştir. Bundan şu sonuç çıkar: proletaryaya karşı burjuvazi tarafından milyonlarca emekçiye karşı bir avuç zengin tarafından kullanılan bu ‘özel baskı gücü’ yerine, burjuvaziye karşı proletarya tarafından uygulanan bir ‘özel baskı gücü’nün (proletarya diktatorası) geçmesi gerekir. ‘Devletin devlet olarak ortadan kalkması’nın anlamı, işte budur. Ve toplum adına üretim araçlarına el koyma ‘eylem’inin de anlamı budur.”[145]
Devlet fetişizminin esir aldığı zihinler, toplumun iktidarsızlaşması pahasına, yani toplumsal yönetim ve koordinasyon işlevinin toplumdan kopması pahasına oluşan devleti, toplumu çekip çeviren tılsımlı bir araçmış gibi algılarlarken;[146] devlet fetişizmiyle alıklaşmış olan zihinler de, devletsiz bir yaşamı, yani toplumsal yönetim ve koordinasyon işlevinin toplumsal gövdeye geri döndüğü komünal yaşamı tahayyül bile edemezler.
O hâlde bize düşen: Adam Smith’in, “Sermaye yalnızca emek üzerindeki egemenlik değildir. Sermaye, özellikle, ödenmemiş emek üzerindeki egemenliktir”; Thomas Huxley’in, “Doğa bilgisindeki her büyük gelişme, otoritenin tam anlamıyla reddedilmesiyle mümkün oldu,” saptamalarının altı çizilmeliyken;[147] özellikle de Karl Marx’ın, “Modern sanayinin ilerlemesi, sermaye ile emek arasındaki sınıf karşıtlığını ne ölçüde geliştirmiş, yaygınlaştırmış ve yoğunlaştırmışsa, devlet iktidarı da, sermayenin emek üzerindeki ulusal (günümüzde giderek küresel-yn) iktidarı, toplumsal köleliği sürdürmek için örgütlenmiş bir kamu gücü ve sınıf despotizmi motoru olma özelliğini o ölçüde daha fazla kazandı,”[148] uyarısıyla V. İ. Lenin’in, “Daimi ordu her yerde gericiliğin aleti, emeğe karşı mücadelede sermayenin hizmetçisi, halkın özgürlüğünün cellatı hâline gelmiştir,”[149] sözlerinin altı ısrarla çizilmektir…
 
V.1) DEMOKRASİ
 
Demokrasi devletin öteki yüzüyken; “Burjuva demokrasisi, sermayenin diktatörlüğünden başka bir şey olamaz,” der V. İ. Lenin ve ekler: “Elbette ki demokrasi de bir devlet biçimidir ve devlet ortadan kalktığında o da kalkacaktır.”[150]
Evet “Burjuva demokrasi, ortaçağa göre büyük bir tarihsel ilerleme oluşturmakla birlikte, her zaman dar, güdük, düzmece, ikiyüzlü bir demokrasi, zenginler için bir cennet, sömürülenler, yoksullar için bir tuzak ve bir aldatmaca olarak kalır, kapitalist rejimde başka türlü olamaz,” gerçeğinin altını çizen V. İ. Lenin için “Burjuva demokrasisi özgürlük ve eşitlik üzerine kulağa hoş gelen sözler, tumturaklı sözcükler, abartmalı vaatler ve gürültülü sloganlar demokrasisidir; gerçekte ise bütün bunlarla kadının özgürlüksüzlüğü ve eşitsizliği, çalışanların ve sömürülenlerin özgürlüksüzlüğü ve eşitsizliği gizlenir.”[151]
Bu durumda demokrasi deyince anımsanması/ anımsatılması gereken şu uyarıdır: “Bir liberalin genel olarak demokrasiden söz etmesi doğaldır. Bir Marksist ise: ‘Hangi sınıf için?’ diye sormaktan hiç bir zaman geri kalmayacaktır.”[152]
Demokrasi kavramı, onun sınırlarını çizen sınıf mücadelesi ve devleti anlamlandırmadan anlaşılamaz.[153] Çünkü Friedrich Engels’in ifadesiyle “Devlet, daha çok toplumsal gelişmenin belli bir aşamasındaki bir üründür; bu, toplum önlemekte yetersiz olduğu uzlaşmaz karşıtlıklar biçiminde bölündüğünden, kendi kendisiyle çözülmez bir çelişki içine girdiğinin itirafıdır. Ama karşıtların, karşıt iktisadi çıkarlara sahip sınıfların, kendilerini ve toplumu kısır bir savaşın içinde eritip bitirmemeleri için, görünüşte toplumun üstünde yer alan, çatışmayı hafifletmesi, ‘düzen’ sınırları tutması gereken bir güç gereksinmesi kendini kabul ettirir; işte toplumdan doğan, ama onun üstünde yer alan ve ona gitgide yabancılaşan bu güç, devlettir.”[154]
Bu nedenle, “Komünist Hipotez insanlığın geleceğinin evrensel bir kapitalizm egemenliğine ve ona eşlik eden korkunç eşitsizliğe, iş bölümüne ve iktidarı çok dar bir oligarşi ile paylaşan devlet odaklı ‘demokrasi’ye mahkûm olmaması demek”ken;[155] V. İ. Lenin, emperyalizm döneminde demokrasi mücadelesinin küçümsenmesi eğilimini eleştirirken şunları da der:
“Kapitalizm ve emperyalizm ancak iktisadi devrimle devrilebilir; demokratik dönüşümlerle, en ‘ideal’ demokratik dönüşümlerle bile devrilemez. Ne var ki, demokrasi savaşımı okulunda okumamış bir proletarya, iktisadi bir devrim yapma yetisine sahip de değildir.”
“Demokrasi sorununun Marksist çözümü, proletaryanın, burjuvazinin devrilmesini ve kendi zaferini hazırlamak üzere, bütün demokratik kurumları ve bütün özlemleri, kendi sınıf savaşımında seferber etmesidir.”
“Kapitalizme karşı devrimci savaşımı, bütün demokratik isteklerle, yani cumhuriyet, halk ordusu (militia), resmi görevlilerin halk tarafından seçilmesi, kadınlara eşit hak verilmesi, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, vb. gibi isteklerle ilgili devrimci bir program ve taktiklerle birleştirmeliyiz. Kapitalizm var oldukça bu istekler -hepsi- yalnızca bir istisna olarak elde edilebilir. Üstelik tam olarak değil, çarpıtılmış olarak.”[156]
Bu bağlamda “Demokrasi için tutarlı bir savaşçı, ancak proletarya olabilir.”[157] “Ama Marksistler bilirler ki, demokrasi sınıf baskısını ortadan kaldırmaz, ama yalnızca sınıf savaşımını daha yalın, geniş, açık, kesin bir biçim verir; bizim gereksindiğimiz de budur.”[158]
 
V.2) DEVRİM
 
Karl Marx’ın, “Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri hâline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar,”[159] notunu düştüğü süreç[160] yani “Devrimler ezilen ve sömürülenlerin bayramıdır. Bir devrim sırasında olduğu kadar, başka hiç bir zaman, halk yığınları, yeni bir toplumsal düzenin yaratıcıları olarak bu kadar etkin bir biçimde öne atılacak durumda olmazlar. Böyle zamanlarda halk, eğer tedrici ilerlemenin sınırlı, dar kafalı ölçüleriyle değerlendirilecek olursa, harikalar yaratma yetisindedir.”[161]
“Bilim ve pratik siyaset açısından bakıldığında, her gerçek devrimin başlıca belirtilerinden biri siyasal yaşama ve devlet örgütlenmesine aktif, bağımsız ve etkili bir şekilde katılmaya başlayan ‘sıradan yurttaşlar’ın sayısında eşi görülmedik derecede hızlı, ani ve keskin artıştır.”[162]
“On milyonlarca halk talebe göre değil, fakat şiddetli ihtiyaç tarafından sürüklendikleri zaman devrim yaparlar,” vurgusuyla V. İ. Lenin’in, “Her devrim sürekli ve dahası amansız bir mücadeledir ve proletarya bütün ezilenlerin öncü sınıfı, bütün ezilenlerin bütün kurtuluş emellerinin odak noktası ve merkezidir!”[163] diye tarif ettiği güzergâhta “Devrimin tayin edici bir zaferi,... proletarya ve köylülüğün devrimci demokratik diktatörlüğüdür...[164] Ve böyle bir zafer tam da bir diktatörlük olacaktır, yani kaçınılmaz olarak askeri zora, kitlenin silahlandırılmasına, ayaklanmaya dayanmak zorunda olacaktır, ‘yasal’, ‘barışçıl’ yoldan kurulmuş şu ya da bu kuruma değil.”[165]
“Marksistler için, devrimci durum olmadan devrimin imkânsız olduğu tartışma götürmez, fakat her devrimci durum da devrime götürmez. Genel olarak, söylendiğinde bir devrimci durumun belirtileri nelerdir? Şu üç ana özelliğe işaret edersek, kesinlikle yanlış yapmış olmayız: 1) Egemen sınıflar için, egemenliklerini değişmemiş biçimde sürdürmenin olanaksızlığı, ‘tepedekilerin’ şu ya da bu krizi, egemen sınıfın politikasının krize düşmesi ve ezilen sınıfların hoşnutsuzluğunun, öfkesinin, bu krizin yol açtığı çatlağı yararak patlaması. Bir devrimin patlak vermesi için, genellikle, ‘yönetilenlerin yönetilmek istememesi’ yetmez, aynı zamanda ‘yönetenlerin eskisi gibi yönetememeleri’ de gerekir; 2) ezilen sınıfların yoksulluk ve sefaletinin alışılmış ölçülerin üzerine çıkması; 3) ‘barışçıl’ dönemlerde kendilerini sessizce sömürten, fakat fırtınalı bir dönemde, kriz koşulları sayesinde, aynı zamanda bizzat ‘tepedekiler’ tarafından bağımsız tarihsel eyleme zorlanan kitlelerin eylemliliğinde -sözünü ettiğimiz nedenlerden kaynaklanan- önemli bir yükselmenin kaydedilmesi.
Sadece tek tek grupların ve partilerin değil, aynı zamanda tek tek sınıfların iradesinden de bağımsız olan bu nesnel değişiklikler olmadan devrim -genel kural itibariyle- imkânsızdır. İşte bu nesnel değişikliklerin tümüne birden devrimci durum denir. Böyle bir devrimci durum Rusya’da 1905’te, Batı Avrupa’da bütün devrim dönemlerinde vardı; fakat geçtiğimiz yüzyılın altmışlı yıllarında Almanya’da ve 1859-1861 ve 1879-1880 yıllarında Rusya’da da, devrim gerçekleşmemiş olsa da, devrimci durum vardı. Neden? Çünkü her devrimci durumdan değil, ancak yukarıda sayılan nesnel değişikliklerin yanı sıra bir öznel değişiklik olduğu zaman, yani devrimci sınıf, kriz dönemlerinde bile ‘düşürülmezse’ kendiliğinden ‘düşmeyecek’ olan eski iktidarı ezmek (ya da sarsmak) amacıyla devrimci kitle eylemleri için yeterince güçlü olabildiği zaman bir devrim ortaya çıkar.”[166]
Ancak Alvaro Cunhal’ın ifadesiyle şunun da kesinlikle unutulmaması gerekir: “Şoreşek ne bi qêrîna dirûşmên neberpirs, bi pêkanîna xebatek rastî ya şoreşgerî tê çêkirin. Heger herkesê rêya yekane û rast a bigihe serfirazîyê fehm kiriba, herkes xebata rêxistinek dijwar pêk bianîya, bi armanca rêvebirina cengê her gav bi hewldana naskirina hestên girseyan bê westîyan û bi biryar li ser têkoşînên gel bisekinîya ba roja raperîn û serfirazîyê, ji wekî tê hizirîn wê gelek nêzîktir ba./ Bir devrim, sorumsuz sloganlar haykırarak değil, gerçek bir devrimci çalışma gerçekleştirerek yapılır. Eğer herkes zafere ulaşılacak tek ve gerçek yolu anlasaydı, herkes coşkulu bir örgüt çalışmasını gerçekleştirebilseydi, kavgayı yönetebilmek amacıyla her an kitlelerin duygularını tanımaya çalışarak halk mücadeleleri üzerinde yorulmadan ısrarla durulsaydı, ayaklanma ve zafer günü, genel olarak düşünüldüğünden çok daha yakın olurdu.”
 
V.3) KADIN
 
Friedrich Engels’in, “Aile içinde erkek burjuvadır; kadın proletarya rolünü oynar”; V. İ. Lenin’in, “Proletarya, kadınların tam kurtuluşu için savaşmadan, kendisini kesin kurtaramaz,” saptamaları eşliğinde Valerie Solanas’ın, “Erkeklerin gerçekleştirebileceği herhangi bir gerçek toplumsal devrim mümkün değildir. Çünkü tepedeki erkekler statükonun sürmesini ister ve aşağıdaki erkeklerin bütün istediği yukarıdaki erkek olmaktır,” sözlerini asla unutmadan Karl Marx’dan aktaralım:
“İnsandan insana dolayımsız, doğal, zorunlu ilişki, kadın erkek ilişkisidir. Bu doğal, türsel ilişki içinde, insanın doğayla ilişkisi dolayımsız olarak insanla ilişkisidir, tıpkı insanla ilişkisinin dolayımsız olarak doğayla ilişkisi, kendine özgü doğal belirlenimi olması gibi. İnsan için, insanal özün ne ölçüde doğa durumuna, ya da doğanın ne ölçüde insanın insanal özü durumuna gelmiş bulunduğu, duyulur, somut bir olguya indigenmiş bir biçimde, demek ki bu ilişki içinde görünür.
Bu ilişkiden yola çıkarak, demek ki, insanın tüm kültür düzeyi yargılanabilir. İnsanın kendisi için ne ölçüde türsel varlık, insan durumuna gelmiş ve kendini böylece kavramış bulunduğu, bu ilişkinin özlüğünden çıkar; erkek kadın ilişkisi, insandan insana en doğal ilişkidir.
Öyleyse insanın doğal davranışının ne ölçüde insanal duruma gelmiş ya da insanal özün onun için ne ölçüde doğal öz durumuna gelmiş bu ilişkide görünür. İnsan gereksinmesinin ne ölçüde insanal bir gereksinme durumuna, öyleyse insan olarak öteki insanın onun için ne derecede bir gereksinme durumuna gelmiş bulunduğu, insanın, en bireysel varlığı içinde, aynı zamanda ne ölçüde toplumsal bir varlık olduğu da bu ilişki içinde görünür.”[167]
Bu çerçevede AKP zırvalarına[168] inat, “Doğum yapan her şey dişidir. Kadınların ezelden beri bildiği kâinatın dengelerini erkeklerde anlamaya başladıkları zaman, dünya daha iyi bir dünya olmak üzere değişmeye başlamış olacaktır,” der Mohawk Kabilesi’nin bir özdeyişi…
Kapitaist toplumda, “Kadın ile erkek arasında aşkla kutsanmamış, doğal olmayan her türlü birlik fuhuştur. Kıskançlık ise, aşkın meyvesi olmaktan ziyade, erkeklere seks tekeli kurmayı sağlayan bir bahanedir,” der ve ekler Emma Goldman: “Cinsiyetler arası sahici ilişki fetheden veya fethedilen kavramlarını içermez. Bu ilişki bir tek şey tanır: daha zengin, daha iyi ve daha derin bir insana dönüşebilmemiz için kendimizi sınırsızca vermeyi! Ancak bu içimizdeki boşluğu doldurabilir, özgürlüğü sınırsız sevince dönüştürebilir.”[169]
Bunun tek yolu sınıfsız toplumdur. Bu uğurda Clara Zetkin, “Proletaryanın devrimci sınıf mücadelesi olmaksızın kadınların gerçek ve tam kurtuluşu olanaksızdır. Kadınlar bu mücadeleye katılmaksızın kapitalizmin parçalanması, sosyalist yeniyi yaratma olanaksızdır,” derken V. İ. Lenin de ekler:
“Sosyalist ülkü için uğraşıyoruz, sosyalizmin tam gerçekleşmesi için savaşmaktayız ve burada kadın için büyük bir etkinlik alanı açılıyor. Şimdi zemini sosyalist kuruluş için düzenlemeye ciddi olarak hazırlanıyoruz; ama sosyalist toplumun gerçek kuruluşu, ancak kadının tam hak eşitliğini sağladığımız zaman ve onunla birlikte bu köreltici, üretken olmayan küçük-işten kurtulan kadın yeni işe geçince başlayacaktır. Bu, bizim, yıllar, uzun yıllar yapacağımız bir iştir.”
“Kadın, bütün özgürleşme yasalarına karşın, eskisi gibi ev-kölesi olarak kalıyor; çünkü onu mutfağa ve çocuk odasına kapatan ve onun yaratma gücünü düpedüz barbarca üretken-olmayan (unproduktive), bayağı, sinir törpüleyici, köreltici, yıpratıcı bir çalışmaya boşa harcatan ev ekonomisinin ayrıntılarıyla eziliyor, bunalıyor, köreliyor, aşağılanıyor. Kadının gerçek özgürleşmesi, gerçek komünizm, ev ekonomisinin ayrıntılarına karşı, ya da daha doğrusu, sosyalist büyük ekonomi için onun kökten değiştirilmesi uğruna, (devlet çarkının başındaki proletaryanın yönetiminde) yığın savaşımı nerede ve ne zaman başlarsa, ancak orada ve o zaman başlayacaktır.”
 
V.4) DİN
 
“Tanrı kötülüğü önlemek istiyor da gücü mü yetmiyor? 
Öyleyse o güçsüzdür! 
Yoksa gücü yetiyor da kötülüğü önlemek mi istemiyor? 
Öyleyse o iyi niyetli değildir!
Hem güçlü, hem de iyi ise, bu kadar kötülük nasıl oldu da var oldu?” sorusunun sahibi Epikür, bu soruyu soralı 23 yüzyıl civarında bir zaman geçti.
Aynı biçimde Fransız materyalizminin temsilcilerinden Baron d’Holbach’un, “Diyorsunuz ki, doğa bir Tanrı olmaksızın hiç bir şekilde açıklanamaz. Bu demektir ki, çok az anlayabildiğiniz bir şeyi açıklamak için, hiç anlamadığınız bir ilk nedene ihtiyaç duyuyorsunuz. İnsanlığın cehaletinin reçetesi, bilinmeyenleri Tanrı’ya yormak değil, doğanın kanunlarını keşfetmeye çalışmaktı,” saptamasının altını çizen Paul N. Siegel, “Bir varlık için düzen olan şey, bir diğeri için düzensizliktir. Düzen ve amaç insan dışı bir evren için anlamsız, insan ürünü kavramlardır… Eğer kadir-i mutlak bir tanrıya inanıyorsak, mantıksal olarak, evrendeki kötülüklerden de onu sorumlu tutmalıyız… Eğer tanrı bu dünyadaki adaletsizliği öte dünyada düzeltebiliyorsa, bu dünyada kadir-i mutlak değildir,”[170] derken haklı bir sorunun altını çizer.
Bu bağlamda Friedrich Engels, “Din, insanın sınırlı anlayışlarından doğmuştur”; Emma Goldman, “Din, insanın doğal fenomenlerin aslını çözmedeki zihin yetersizliğinden kaynaklanan bir fenomendir”;[171] V. İ. Lenin, “İdealizm, dinin arıtılmış ve inceltilmiş bir biçiminden başka bir şey değildir… Din, sermaye kölelerinin insancıl düşlerini, insana daha yaraşan bir yaşam isteklerini içinde boğdukları bir çeşit ruhsal içkidir,” derlerken; Roger Garaudy için de “Ol/ Dîn bi tenê ne awayê tesewira dinyayê ye, di heman demê de hebûn û awayê tevgerîna li dinyayê ye.”[172]
Kim ne derse desin; V. İ. Lenin’in, ‘İşçi Partisinin Din Konusunda Tavrı’ makalesindeki ifadesiyle “Modern kapitalist ülkelerde dinin kökleri esas olarak sosyal niteliklidir.[173] Emekçi kitlelerin sosyal ezilmişliği, çalışan sıradan insana her gün ve her saat, savaş, deprem vs. gibi bütün olağanüstü olaylardan bin kez daha çok en korkunç sıkıntılar ve dehşetli acılar yaşatan kapitalizmin kör gözüm hareket eden güçleri karşısında onun görünürdeki tamamen acizliği! Bugün dinin en derin kökleri burada aranmalıdır.”
Dinin, Mao Zedong’un, “Bir ülkede sık sık dinden ve tanrıdan bahsediliyorsa ya malınıza ya da canınıza kasıt vardır”; Friedrich Nietzsche’nin, “İnanç, gerçeği bilmek istememektir,” diye tarif ettiği “önemli” bir işlevi vardır.
Kolay mı?
“Din, bütün hayatları boyunca ter döken ve fakru zaruret içinde yaşayan insanlara bu dünyada boyun eğmeyi, sabırlı olmayı ve cennet vaadiyle avunmayı öğretir. Ama din, başkalarının emeğiyle yaşayanlara bu dünyada hayırseverlik yapmayı öğreterek sömürü olan bütün varlıklarını meşrulaştırmanın çok ucuz bir yöntemini sunar, ehven bir fiyata cennette kafa dinlemek için bilet satmış olur.”
“Wekî ku mirovên ewil ên li ber xwezayê xwe negirtî rê li ber bawerkirina xwidayan, şeytanan, derhozeyan û tiştên wisan vekirye, têkoşîna lawaz a çînên zehmetkêş ya li himber kedxwaran jî bi awayek jênerev rê li ber bawerîya piştî mirinê hebûna jiyanek çêtir vedike.”[174]
“Modern dinin köklerinin gömülü olduğu yer, çalışan kitlelere uygulanan toplumsal baskı ve onların kapitalizmin kör güçleri karşısındaki aşikâr çaresizliğidir…”[175]
Bu çaresizleştiricilik karşısındaki tavır(mız)a gelince Karl Marx, “Biz, özgür yurttaşların dinsel sıkıntılarını onların dünyasal sıkıntılarıyla açıklıyoruz. Dünyasal kısıtlamalardan kurtulabilmeleri için, dinsel sınırlılıklarının üstesinden gelmek zorunda olduklarını öne sürmüyoruz. Söylediğimiz, onların dünyasal kısıtlamalarından kurtuldukça, dinsel sınırlılıklarının üstesinden gelecekleridir. Biz dünyasal sorunları, teolojik sorunlara dönüştürmüyoruz, teolojik sorunları dünyasal sorunlara dönüştürüyoruz. Tarih yeterince uzun zamandır boş inanç içinde çözüştürüldü, şimdi biz boş inancı tarih içinde çözüştüreceğiz,”[176] derken V. İ. Lenin de ekler:
“Dinsel yasalara karşı savaşırken son derece dikkatli ilerlenmelidir; bu savaşımda dinsel duyguları yaralayan kimse, büyük zararlara yolaçar. Savaşım propaganda, aydınlatma yoluyla yürütülmelidir. Savaşımı sert yöntemlerle yürütürsek, yığınları kendimize karşı kışkırtabiliriz; böyle bir savaşım yığınların ayrılığını din ilkesine göre derinleştirir, oysa bizim kuvvetimiz birliktedir. Dinsel önyargıların en derin kaynakları yoksulluk ve bilgisizliktir; bu hastalıklarla da savaşmalıyız.”
“Dinle savaşmalıyız- bu, her türlü maddeciliğin ve doğal olarak Marksizmin ABC’sidir. Ancak Marksizm, ABC’de donmuş kalmış maddecilik değildir. Marksizm daha ileri giderek şöyle der: Dinle nasıl savaşacağımızı bilmeliyiz, bunu yapabilmek için de inancın ve dinin kökenini kitlelere maddeci bir biçimde açıklamalıyız. Dinle savaş, soyut ideolojik öğütler çerçevesinde kalamaz, bu tür sınırlı öğütlere indirgenmemelidir. Dinle savaş, dinin toplumsal kökenini ortadan kaldırmayı amaçlayan sınıf hareketinin somut uygulamasıyla bağlanmalıdır.
Din etkisini neden en çok geri kalmış şehir proletaryası, yarı-proletarya ve köylü kitlesi üzerinde göstermektedir? Burjuva ilerici aydınları, radikaller ve burjuva maddecileri bu soruya ‘cahil oldukları için’ diye cevap verirler. O zaman da ‘kahrolsun din, yaşasın dinsizlik! Ateist görüşleri yaymak başlıca görevimizdir’- diye haykırmaya başlarlar. Marksistler ise, bunun doğru olmadığını, aldatıcı bir görüş olduğunu, dar görüşlü burjuvaların fikri olduğunu söylerler. Bu görüş dinin kökenini yeterince açıklamaz, açıklar da, maddeci biçimde değil, ülkücü biçimde açıklar. Modern kapitalist ülkelerde bu kökler genellikle toplumsaldır. Bugün dinin en derine uzanan kolu, emekçi kitlelerin toplumsal ezikliği ve hergün her saat emekçilere en dayanılmaz acıları, savaş, deprem vb. doğal afetlerden çok daha beter kahırları çektiren kapitalizmin karanlık güçleri karşısındaki çaresizliğidir.”
“Sosyalistlerin amacı, sömüren sınıflar ile örgütlü dinsel propaganda arasındaki bağlantıyı tümüyle yok etmek ve çalışan insanları dinsel önyargılarından gerçekten kurtarmaktır. Bu amaçla, en uygun bilimsel eğitim ve din karşıtı propagandanın örgütlenmesi gerekir. Bununla birlikte insanların dinsel duygularını incitmekten dikkatle kaçınılmalıdır; çünkü bu yalnızca dinsel bağnazlığın artmasına yarar.”
“Devlet dinle ilgilenmemelidir; dinsel kurumlar devlete bağlı olmamalıdır. Herkes istediği dini savunmakta ya da dinsiz, yani genelde her sosyalist gibi ateist olduğunu açıklamakta özgür olmalıdır.”[177]
 
VI. AYRIM: SOSYALİZM’DEN KOMÜNİZM’E
 
Sosyalizmden komünizme geçişin, dünya devrimine bağlanmış sürekli devrimle mümkün olacağını söyleyen V. İ. Lenin, “Varsın liberaller ve kafasızlaşmış entelektüeller, özgürlük uğruna ilk gerçekten kitlesel meydan savaşından sonra cesaretlerini yitirip, korkakça şöyle desinler: Bir kez yenildiğiniz yere gitmeyin, bu uğursuz yola tekrar ayak basmayın! Sınıf bilinçli proletarya onlara şu yanıtı verecektir: Tarihin büyük savaşları ve devrimin büyük görevleri ancak, ileri sınıflar tekrar tekrar saldırıya geçtikleri ve yenilgi deneyimiyle akıllanmış olarak zaferi kazandıkları için yapılabilmiş ve çözülebilmiştir,” derken hepimize soru(n)ların tek çözümünün örgütlü mücadele olduğunu öğretir.
Gerçekten de Bertolt Brecht’in dizelerinde, “Duyulabilirdir o, anlayabilir herkes onu./ Kolaydır./ Sömürücü değilsen, o zaman kavrayabilirsin onu./ O senin için iyidir,/ Daha fazla öğrenmeye bak./ Aptal ona aptalca der ve kirli olanlar kirli der ona./ O kirliliğe ve aptallığa karşıdır./ Sömürücü ona suç der ama biz biliyoruz:/ O suçun da sonudur/ Delilik değil sonudur deliliğin/ Muamma değil çözümdür o/ Ulaşılması zor şeylerin en basitidir o,” diye tanımlanan komünizm, tarihin “şaşmaz yasaları”nın değil, tarihi yaratan mücadeleci insan(lar)ın eseridir.
Karl Marx’ın, “Çalışan, düşünen, kavga eden ve kanayan Paris…” vurgusuyla betimlediği Paris Komünü gibi...
Nisan 1871’de Birinci Enternasyonal’deki yol arkadaşlarına gönderdiği mektuptaki ifadesiyle Kar Marx, “Tarih bu büyüklükte bir örneğe sahip olmadı. Paris’teki mücadele ile birlikte işçi sınıfının kapitalist sınıfa karşı verdiği mücadele ve onun devleti artık yeni bir aşamaya girdi,” diye betimlediği, ezilenlerin savaş ve zafer narasıydı; 72 günlük “muzaffer mağlup”tu; ‘Le temps Des Cerises/ Kiraz Zamanı’ydı; sosyalizmden komünizme geçişin, dünya devrimine bağlanmış sürekli devrimle mümkün olduğunun kanıtıydı Paris Komünü…[178]
 
VI.1) SOSYALİZM
 
V. İ. Lenin’in, ‘Üç Anayasa ya da Üç Yönetim Sistemi’ (1905) başlıklı yazısındaki ifadesiyle, “Sosyalizm… yani ne zengin ne de yoksulun olacağı, bütün toprağın, bütün fabrika ve işletmelerin tüm emekçi halkın elinde bulunacağı bir sistemdir.”
“Toplumun üretim araçlarına elkoyması ile meta üretimi ve eşzamanlı olarak, ürünün üretici üzerindeki egemenliği ortadan kalkar. Toplumsal üretimdeki anarşinin yerine, sistemli, belirli bir örgüt geçer. Bireysel yaşam kavgası kalmaz. Ondan sonra, insan, ilk olarak, belirli bir anlamda, hayvanlar âleminden kesinlikle ayrılır ve düpedüz hayvanca yaşama koşullarından kurtulup gerçekten insanca yaşama koşullarına girer. İnsanı kuşatan ve şimdiye kadar ona zorbalık etmiş bütün yaşam koşulları, artık, ilk defa, doğanın gerçek ve bilinçli efendisi olan insanın egemenliği ve denetimi altına girer, çünkü insan, artık, kendi toplumsal örgütünün efendisi olmuştur.
İnsan, artık, şimdiye kadar insana karşı doğa yasaları gibi yabancı kalmış ve ona egemen olmuş o kendi öz toplumsal eyleminin yasalarını tümüyle bilerek kullanır ve onlara egemen olur. Şimdiye kadar doğanın ve tarihin insana zorla kabul ettirdiği bir kaçınılmazlık olarak insanın karşısına çıkan o kendi öz toplumsal örgütü, artık onun özgür eyleminin sonucu olur. Şimdiye kadar tarihi yönetmiş olan yabancı nesnel güçler, insanın kendi denetimi altına girer. Ancak o andan sonra insanın kendisi, gittikçe daha bilinçli olarak, kendi öz tarihini yapacaktır - ancak o andan sonra, insanın harekete getirdiği toplumsal nedenler, çoğu zaman ve durmadan artan ölçüde, onun istediği sonuçları verecektir. Bu, insanın zorunluluk âleminden özgürlük âlemine yükselmesidir.”[179]
“Sosyalizm yapay bir sistemdir. İnsan fıtratına aykırıdır,” safsatalarının hâlâ tedavülde olduğu ve ısıtıp ısıtıp önümüze konduğu koordinatlarda sözü Leo Huberman’a bırakalım:
“Sosyalizm, yetkinlik getirmeyecektir. Bir cennet yaratmayacaktır. İnsanların karşı karşıya olduğu sorunların tümünü çözmeyecektir. Günahkârların evliya oluvermesi, cennetin yeryüzüne inivermesi, tüm sorunlara bir çözüm bulunuvermesi, ütopyacı sosyalistlerde olduğu gibi, sadece sunî olarak yaratılmış hayalî toplum sistemlerinde olur. Marksist sosyalistlerin böyle hayalleri yoktur. Sosyalizmin, sadece, insanlığın belirli gelişme aşamasındaki belirli sorunları çözümleyeceklerini bilirler. Bundan daha fazlasını iddia etmezler. Ama bu kadarının bile hayat düzenimizi geniş ölçüde iyileştireceğine inanırlar.
Ortaklaşa sahip olunan üretici güçlerin bilinçli ve planlı bir şekilde geliştirilmesiyle sosyalist toplum, kapitalist düzende ulaşılabileceğinden çok daha yüksek düzeyde bir üretime ulaşacaktır yaşama tarzındaki bu toptan değişiklik, bu hayatı yaşayan insanlarda da bir değişme yaratır. Başlangıçta insan, sosyalist topluma, kapitalist düzende alışkın olduğu hayat ve çalışma anlayışını da birlikte getirir. Kapitalizmin rekabetçi havasında katılaştığı için, sosyalizmin işbirlikçi ruhuna kolayca alışamaz. Kapitalist sistemin bencil düzeni benliğinde yer ettiği için, sosyalizmin bütün insanlara yardım ilkesini hemen benimseyemez. Kapitalizmden sosyalizme geçişle pek çok şey kazanacak olan kimseler bile, bu değişikliğe hazırlıklı değildirler. Hele, üretim araçlarının özel mülkiyetten kamu mülkiyetine geçmesiyle güçlerini ve servetlerini kaybeden eski egemen sınıf olan kapitalistler için, bu sözler çok daha fazla doğrudur. Ama, kullanım için planlı üretime dayanan sosyalist düzen kök saldıkça, insanların tutum ve gelişmelerinde de değişmeler başlar. Zihnî ve ruhî görünümlerindeki kapitalist izler yok olur ve bunlar, sosyalizm ruhu içinde yeni bir yön kazanırlar. Yeni toplumda doğup büyüyen yeni çocuklar, tıpkı eski kuşakların kapitalist düzene alışması gibi, sosyalist yasama tarzına alışırlar.
Kapitalizmin propagandacıları, bizi, sosyalizmin, özgürlüklerin sonu demek olduğuna inandırmaya çalışırlar. Gerçek, tam tersidir. Sosyalizm, özgürlüğün başlangıcıdır. Sosyalizm, insanlığa en büyük acıları veren kötülüklerden kurtulmak demektir; ücretli kölelikten, sefaletten, toplumsal eşitsizlikten, güvensizlikten, ırk ayrımından, savaştan kurtuluş demektir.
Sosyalizm, uluslararası bir harekettir, programı dünyanın bütün ülkelerinde aynıdır: Barbar rekabet sistemi yerine, işbirliğine dayanan ortak zenginlik için uygar işbirliğini koymaktır. Her insanın refahının bütün insanların refahı ile gerçekleşebileceği insanların kardeşliğine dayanan toplumu kurmaktır. Sosyalizm, gerçekleşemeyecek bir düş değildir. Toplumsal evrim sürecinde bir ileri adımdır.”[180]
Bu adımla “Proletarya, siyasi egemenliğini, burjuvazinin elinden adım adım tüm sermayeyi almak, bütün üretim aletlerini devletin elinde, yani hâkim sınıf olarak örgütlenmiş proletaryanın elinde merkezileştirmek ve üretici güçleri en hızlı şekilde artırmak için kullanacaktır.”[181]
“Burada karşılaştığımız şey, kendine özgü olan temeller üzerinde gelişmiş olan bir komünist toplum değildir, tersine, kapitalist toplumdan çıkıp geldiği şekliyle bir komünist toplumdur; dolayısıyla, iktisadi, manevi, entelektüel bütün bakımlardan bağrından çıktığı eski toplumun damgasını hâlâ taşıyan bir toplumdur.”[182]
Öte yandan “Teorik bakımdan, kapitalizmle komünizm arasında, bu iki sosyal ekonomi biçiminin çizgilerini ve özelliklerini bir arada taşıması gereken bir geçiş döneminin bulunduğu tartışma götürmez. Bu geçiş dönemi ister istemez can çekişen kapitalizmle doğmakta olan komünizm arasında bir savaşım dönemi olacaktır. (...) Bu geçici özellikleri taşıyan bir tarihsel dönemin zorunluluğu yalnızca bir Marksist’in değil, evrim teorisi üzerinde az-buçuk bilgisi olan herkesin gözünde apaçıktır.”[183]
Ve nihayet,[184] “Bütün ülkeler sosyalizme varacaktır. Bu kaçınılmaz bir şey. Ama hepsi, bunu aynı yoldan yapacak değildir. Her biri, demokrasinin şu ya da bu biçimine, proletarya diktatörlüğünün şu ya da bu türüne, toplumsal yaşamın başka başka yönlerinde, sosyalist dönüşümün birbirinden farklı derecelerine, kendisinden bir şey katacaktır.”[185]
 
VI.2) PROLETARYA DİKTASI
 
Sosyalizm açısından çok nettir: “Kapitalizmden komünizme geçiş hiç kuşkusuz ortaya çok sayıda ve çeşitli siyasi biçimler ortaya çıkaracaktır, ama öz ister istemez aynı olacaktır: Proletarya diktatörlüğü,”[186] der V. İ. Lenin…
Veya “Sosyalizm, devrimin sürekliliğinin; tüm sınıf farklılıklarının kaldırılmasına, bu sınıf farklılıklarının dayanağı tüm üretim ilişkilerinin kaldırılmasına, bu üretim ilişkilerinin karşılığı olan tüm sosyal ilişkilerin kaldırılmasına, bu sosyal ilişkilerin sonucu olan tüm fikirlerin devrimcileştirilmesine zorunlu geçiş noktası olarak proletaryanın sınıf diktatörlüğünün ilanıdır,”[187] der Karl Marx…
Ya da “Kapitalist toplum ile komünist toplum arasında, birinden ötekine devrim yolu ile geçiş dönemi yer alır. Buna bir siyasal geçiş dönemi tekabül eder ki, burada devlet, proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olamaz,”[188] diye eklerler Karl Marx ile Friedrich Engels…
Bu kadar da değil elbet: “Sosyalistler modern devleti ve onun kurumlarını, işçi sınıfının kurumlarını, işçi sınıfının kurtuluşu mücadelesinde kullanmayı, aynı şekilde devleti kapitalizmden sosyalizme özel bir geçiş biçimi olarak kullanmak gerekliliğini savunurlar. Böyle bir geçiş şekli de bir devlettir. Proletarya diktatörlüğüdür,” vurgusuyla; “Burjuva devlet, proleter devlete (proletarya diktatoryasına) yerini ‘sönme’ yoluyla değil, genel kural olarak ancak ve ancak zora dayanan bir devrimle bırakabilir,”[189] der V. İ. Lenin.[190]
Bunda şaşırtıcı bir şey yoktur. Çünkü “Marx’ın öğretisinin özü, sınıflar savaşımıdır. Durmadan söylenen ve durmadan yazılan şey, budur. Ama, bu doğru değildir. Ve, Marksizmin oportünist çarpıtmaları, onu burjuvazi için kabul edilebilir bir duruma getirmeye yönelen çarpıtmalar, kolayca bu yanlışlıktan kaynaklanırlar. Çünkü sınıflar savaşımı öğretisi Marx tarafından değil, ama Marx’tan önce burjuvazi tarafından ortaya konmuştur; ve bu öğreti, genel olarak, burjuvazi için kabul edilebilir bir öğretidir. Yalnızca sınıflar savaşımını kabul eden biri, bunu kabul ettiği için bir Marksist değildir; henüz burjuva düşüncesinin, burjuva politikasının çerçevesinden çıkmamış biri olabilir. Marksizmi sınıflar savaşımı öğretisine indirgemek, onun kolunu kanadını kırpmak, bozmak, onu burjuvazi için kabul edilebilir bir şeye indirgemek demektir. Aslında, sınıflar savaşımının kabulünü, proletarya diktatoryasının kabulüne dek genişleten kişi bir Marksisttir ancak.”[191]
“İyi de neden” mi?
“Ezilen sınıfın, proletaryanın diktatörlüğü olmadıkça sınıfların ortadan kaldırılması imkânsızdır…”
“Proletarya diktatörlüğü döneminde sınıflar henüz vardır ve var olacaklardır. Sınıflar yok olduğu zaman diktatörlüğe gerek kalmayacaktır. Ama proletarya diktatörlüğü olmadan sınıflar ortadan kalkmayacaktır…”
“Proletarya diktatörlüğü, sınıf mücadelesinin sona ermesi değil, bilakis onun yeni biçimler altında sürdürebilmesidir. Proletarya diktatörlüğü, muzaffer olmuş ve siyasi iktidarı ele geçirmiş olan proletaryanın, yenilmiş ama yok olmamış, ortadan kalkmamış ve direniş göstermekten vazgeçmeyen burjuvaziye karşı, direnişini arttıran burjuvaziye karşı sınıf mücadelesidir…”
“Proletarya diktatörlüğü, eski toplumun güçlerine ve geleneklerine karşı kanlı ve kansız, şiddete dayalı ve barışçıl, askeri ve ekonomik, pedagojik ve idari inatçı bir mücadeledir. Milyonlarca ve on milyonlarca insanın alışkanlık gücü, korkunç bir güçtür. Demir gibi sağlam ve savaşta çelikleşmiş bir parti olmadan, söz konusu sınıf içinde namuslu olan ne varsa onun güvenini kazanmış, kitlerin nabzını tutmasını ve etkilemesini bilen bir parti olmadan, bu mücadeleyi başarıyla yürütmek olanaksızdır…”
“Proletarya diktatörlüğü bir hükümet biçimi değil, ama bir başka tipten bir devlet, proleter bir devlet, proletaryanın burjuvaziyi ezmesini sağlayan bir alettir. Bu ezme zorunludur, çünkü burjuvazi, mülksüzleştirilmesine karşı her zaman zorlu bir direnç gösterecektir,”[192] notunu düşen V. İ. Lenin özellikle şunun da altını ısrarla çizer:
“Proletarya diktatörlüğünün karakteri, tek başına şiddette ve asıl olarak şiddette değil; asıl karakteri, emekçilerin, proletaryanın öncüsünün, onun tek liderinin, proletaryanın ilerici bölümünün örgütlü ve disiplinidir. Hedefi, sosyalizmi kurmak, toplumun sınıflara ayrımını ortadan kaldırmak, insanın insan tarafından her tür sömürüsüne son vermektir.”
Aynı konuda Friedrich Engels de, “Demokratik dar kafalılar “proletarya diktatörlüğü” sözcüğünü duyduklarında yenilerde yine yararlı bir korkuya kapılıyorlar. Pekala, baylar, bu diktatörlüğün nasıl birşey olduğunu bilmek mi istiyorsunuz? Paris Komünü’ne bakın. O, proletarya diktatörlüğüydü,” der…
 
VI.3) KOMÜNİZM
 
Ve komünizm…
“Komünizm tarih muammasının çözümüdür ve kendisinin bu çözüm olduğunu bilir,”[193] diyen Karl Marx’a göre, komünist (sosyalist) toplumsal devrimle yabancılaşmış faaliyet ortadan kalkıp yerine komünal faaliyet gelince insanlığın esas tarihi başlayacaktır.[194]
Bu yolda devrim, yabancılaşmış emek ile ondan türeyen bütün insana aykırı toplumsal ilişkileri inkârı “olmazsa olmaz” kılar.
Toplumsal devrimi siyasal devrimle karıştırmamak gerekir. Siyasal devrim, yoğun siyasal-toplumsal mücadele ve müdahaleler sonucunda devlet iktidarında köklü bir dönüşümün gerçekleşmesi demektir.
Toplumsal devrim ise, insana aykırı faaliyet tarzından insanca faaliyet tarzına, geçişin yaşanacağı devrimci dönüşümler kesitine denk düşer.[195]
Karl Marx’a göre sosyalist toplumsal devrimin öteki devrimlerden farkı, yabancılaşmış emeği ortadan kaldırmaktır: “Şimdiye kadarki bütün devrimlerde faaliyet tarzına hiç dokunulmadı. Söz konusu olan, sadece bu faaliyetin değişik bir dağıtımıydı, öteki kişiler arasında yeni bir işbölümüydü. Oysa komünist devrim, daha önceki faaliyet tarzına karşı yönelir, emeği (yabancılaşmış emeği-yn) ortadan kaldırır,”[196] deyişindeki gibi…
Yabancılaşmış emek, burjuva toplumu saran bütün insana yabancılaşmış faaliyetlerde dışa vururken; sosyalist toplumsal devrimin yabancılaşmış emeği ortadan kaldırması, yabancılaşmış emekten kaynaklanan bütün insana yabancılaşmış faaliyet biçimlerini ortadan kaldırması denk düşer.
Bununla bağıntılı olarak Karl Marx’ın ortadan kaldırılacaktır notunu düştüğü -“daha önceki faaliyet tarzı”nın- başlıca tezahürleri de: İnsanı parçalayan işbölümü, özel mülkiyet, mübadele, meta, değer, para, fiyat, pazar, ücretli emek, ücret, sermaye, kâr, rant, faiz, hisse senedi, borsa... Yalıtık birey, sivil toplum, sınıf, hukuk, siyaset, devlettir...
Tam da bunun için “Eğer toplumu kapitalist değil komünist bir toplum olarak düşünürsek, her şeyden önce, ortada ne para-sermaye diye bir şey olacak ne de bundan ileri gelen alışverişleri örten sahtelik,”[197] notunu düşen Karl Marx’a göre, “Komünizmin ayırıcı özelliği, genel olarak mülkiyetin kaldırılması değil, burjuva mülkiyetinin ortadan kaldırılmasıdır.”[198]
 
VI.4) DÜNYA DEVRİMİ VE ENTERNASYONALİZM
 
Bu yolda olması gereken; “Az çok mülk sahibi tüm sınıflar egemen konumlarından uzaklaştırılıncaya dek, proletarya devlet gücünü ele geçirinceye... dek devrimi sürekli kılmak bizim sorunumuz ve bizim görevimizdir. Bizim için sorun özel mülkiyetin herhangi bir değişikliğe uğraması değil, olsa olsa yok edilmesidir; sınıf karşıtlıklarının üzerinin örtülmesi değil, sınıfların ortadan kaldırılmasıdır; mevcut toplumun iyileştirilmesi değil, yeni bir toplumun kurulmasıdır,”[199] saptamasındaki üzere devrimi sürekli kılıp, dünya devrimi ile enternasyonalizmin sancağını yükseklere çekmektir.
Ve unutulmaması gereken dünya devrimi perspektifinin V. İ. Lenin’in, “Biliyorum, kendilerini çok akıllı sanan ve hatta sosyalist geçinen ve devrim bütün ülkelerde patlak vermedikçe iktidarın ele geçirilmemesi gerektiğini iddia eden aklıevvel kişiler vardır. Bunlar bu laflarla devrime sırt çevirdiklerini ve burjuvazinin tarafına geçtiklerini fark etmiyorlar. Emekçi sınıfların uluslararası ölçekte devrim yapmasını beklemek, herkesin bekleyiş içinde donakalması demektir. Bu saçmadır,” ifadesindeki üzere tek ülkede iktidarın alınmasını “es” geçmediği/ geçmeyeceğidir.
Kaldı ki, “İktisadi ve siyasi gelişmenin eşitsizliği, kapitalizmin mutlak bir yasasıdır. Bundan şu sonuç çıkar ki, sosyalizmin zaferi ilk başta birkaç kapitalist ülkede veya hatta tek başına alınmış bir ülkede bile mümkündür. Bu ülkenin muzaffer proletaryası, kapitalistleri mülksüzleştirdikten ve kendi sosyalist üretimini örgütledikten sonra, diğer kapitalist dünyanın karşısına dikilecek ve diğer ülkelerin ezilen sınıflarını kendi safına çekecektir.”[200]
Elbette bunu proleter enternasyonalist dünya devrimi perspektifiyle hayata geçirecektir.
Mesele, “Sosyalist, devrimci proleter, enternasyonalist başka türlü düşünür. Bir savaşın (gerici ya da devrimci) niteliği, kimin saldırdığını, ya da düşmanın hangi ülkede bulunduğunu bilme sorununa değil, ama şuna bağlıdır: Bu savaşı hangi sınıf yönetiyor, hangisi siyasanın uzantısıdır? Eğer savaş gerici, emperyalist bir savaşsa, yani gerici, sömürücü, baskıcı, emperyalist dünya burjuvazisinin iki grubu tarafından yönetiliyorsa, tüm burjuvazi (hatta küçük bir ülkenin burjuvazisi bile) bu soygunun suç ortağı durumuna gelir ve benim ödevim, devrimci proletarya temsilcisinin ödevi de, dünya insan kırımı iğrençliklerine karşı tek kurtuluş yolu olan dünya proleter devrimini hazırlamaktadır,” diyen V. İ. Lenin gibi…[201]
Mesele, “Proletarya, uğrunda savaşması istenilen anavatanın kendi anavatanı olmadığını, her ülkenin proleterleri için sadece tek bir gerçek düşmanın bulunduğunu, bunun da proletaryayı ezen ve sömüren kapitalist sınıf olduğunu; her ülkenin proletaryasının çıkarlarının diğer ülkelerin proletaryasına bağlı olduğunu; uluslararası proletaryanın ortak çıkarlarının bütün milli çıkarların karşısına çıkmak zorunda olduğunu; uluslararası sömürü ve kölelik koalisyonunun karşısına sömürülenlerin, köleleştirilenlerin uluslararası koalisyonunun çıkacağını bilir,” diyen Karl Liebknecht gibi…
 
VII. AYRIM: EKİM’İN 100. YILINDA “YDD” VAHŞETİ
 
Eski Bakan Işın Çelebi’ye dahi, “Bölgesel savaşların da tesadüf olmadığı” vurgusuyla, “Dünya değişiyor… Güç kayması yaşanıyor... Değişimin ayak seslerini duyuyorsunuz... Ekonomik kriz ise yeni değil... Global şiddetli bir kriz var... Büyük depremin ayak sesleri duyuluyor... Büyük bir kriz geliyor,”[202] dedirten kaotik bir hâlin orta yerinde yerküre…
Kolay mı? ABD’de, ‘Ulusal İstihbarat Konseyi’nin (NIC), ‘Küresel Eğilimler, İlerlemenin Paradoksları’ başlığıyla yayımlanan raporu, “Karanlık ve zor bir yakın gelecek” öngörüyor…
NIC’nin raporu iki başlık altında toplanabilecek savlarını “Geleceğin Özeti” başlıklı giriş bölümünde sunuyor, sonra 235 sayfa boyunca bunları açıyor: Uluslararası düzlemde “1900’lü yılları andıran bir ‘güçler dengesi’ dönemine” geçildi, ülkelerin içinde toplumsal çelişkileri sertleşiyor…[203]
NIC raporu adeta “savaşlar ve devrimler” çağına giriyoruz diyor.[204]
Kim ne derse desin: Öngörülebilirlik yokluğu, düzensizlik, kaosta ifadesini bulan küresel altüst oluşla “Dünya bir değişim süreci yaşıyor.”[205]
Giderek karmaşıklaşan tabloda küreselleşme, birbirini izleyen mali krizleri tetikleyip, yoksulluğu büyütürken; “Tarihin Sonu”ndan, küreselleşmenin zaferinden söz edenlerin sesi soluğu kısılıyor.
Bu tabloda ABD hegemonyası gerilemeye devam ediyor… Bir taraftan Çin’in ekonomik ve askeri kapasitesi, diğer taraftan, ABD’nin güç yansıtma eğilimi artarken, birbirine doğru gelmekte olan bu iki trenin çarpışma olasılığı giderek artıyor.[206]
Steve Le Vine’in, ‘Reuters’da yayımlanan araştırmasına göre, “Çin tarihin gördüğü en yaygın küresel ticari-askeri imparatorluğu inşa ediyor”ken;[207] ABD merkezli, küresel güvenlik mimarisinin dağılma sürecinin 2017’de hızlanacağı öngörülüyor.
Çünkü ABD, Çin ve Rusya’nın birbirinden farklı, çok iyi yönetilemezlerse büyük küresel çatışmalar yaratabilecek sorunları, projeleri var ve ABD gerileyen bir hegemonyacı güç… ABD yönetimi bu gerilemenin, kimi bölgelerde, ama özellikle Ortadoğu’da yarattığı iktidar boşluğunun getirdiği riskleri, yükselen bir güç olan Çin’in dünya sisteminde yarattığı basınçları yönetmeye çalışıyor; Rusya ve Çin gibi ABD merkezli düzene uymayan ya da uymakta isteksiz, kendi taleplerini dayatan merkezkaç güçleri içeri çekmeye çalışıyor.[208]
Bir Çin bedduasındaki gibi “ilginç” zamanlarda yaşıyoruz![209]
Saygı Öztürk’ün, “Bölgemiz, dünya savaşına gebe,”[210] kaygısını dillendirdiği koordinatlarda ‘South China Morning Post’daki açıklamasında ‘Savunma Seferberliği Komisyonu’ndan üst düzey bir Çinli yetkili, “Trump’ın başkanlık döneminde ‘Çıkabilecek bir savaş’ gibi sözler artık bir slogan değil, gerçeklik hâline geldi,”[211] derken; Avrupa’daki askeri hareketlilik hakkında ‘The Time’a konuşan Mihail Gorbaçov da da ekliyor: “Sanki dünya, savaş hazırlığı yapılıyor”![212]
Siz bakmayın böylesi kesitlerde -Karl Kautsky’den apartılmış görüş(süzlük)lerle!- kimi aklı evvellerin, “Eski dünyanın şirketleri yerini Bilgi Toplumu şirketlerine bırakıyor… 2016’ya damgasını vuran şirketlerin hiç birinin ‘sanayi toplumu ve ekonomisi’ ile ilişkisi yok… Bilgi ekonomisinin savaşa ihtiyacı yok. Dünya Savaşı’na (3. mesela) tabii ki hiç yok. Yerel savaşlara da. Suriye savaşına, Irak savaşına hiç mi hiç yok. Tersine bu savaşlar, kendilerinin ekonomik olarak da bu ülkelerde yayılmalarına engel. Pazar daralması yaratıyorlar,”[213] türünden sanrılarına![214]
Hatırlayın: Yüzyıl önce, 1913 yazında hava, 1914 Ağustosu’nda başlayan savaşın başyazısını yeniden yayımlayan ‘The Times’in anımsattığı gibi geride bıraktığımız yıllarınkine çok benziyordu: Hızla ilerleyen küreselleşme ve değişim rüzgârı, tren, otomobil, hatta uçaktan “telsiz haberleşme” teknolojilerine kadar dünya halklarını, ekonomilerini birbirine bağlayan gelişmeler, gittikçe daha bütünleşen bir dünya yaratıyordu. Birçok yazar, ortak refahı tehdit edeceğini düşünerek savaşın imkânsız olduğuna inanıyordu. Mucit Guglielmo Marconi telsiz çağında savaş fikrini gülünç buluyordu. Biz de internetin çelişkisiz, sürtünmesiz (friksiyonsuz) bir dünya yarattığına inanan Bill Gates de benzer kanıda[215] olsa da; kazın ayağı hiç de öyle değil!
Bir dönem kapanıyor; açılacak olan yeni ise eşikte…
Neo-liberalizmin ekonomik, ahlâki iflası açık. Kapsamlı analizlere gerek yok. Borç yüküne ve gelir dağılımına bakmak yeterli. Toplam hasılası 70 triyon dolar olan dünya ekonomisinin liberal düzeninde, 2002 yılında 62 trilyon dolar olan toplam borç stoku beş yılda yüzde 80 artarak 2007’de 112 trilyon dolara yükselmiş. Bu 2001-2002’deki resesyonu durdurmak için genişleyerek neredeyse ikiye katlanan borç stoku üzerinde 2007 mali krizi patlak verdi. Ancak kriz boyunca temizlenmesi beklenen borç stoku, en az yüzde 35 daha artarak 2016 yılında 152 trilyon doları geçmiş. Bu borç dağı üzerinden üretilen mali enstrümanları da içeren türev piyasalarının hacmi kriz başladığında 630 triyon dolar düzeyindeydi, şimdi 1.2 katrilyon dolara yakın bir yerlerde olduğu düşünülüyor. ‘The Market Watch’tan Chang’ın, 199 triyon dolar olarak hesapladığı toplam borcun yüzde 75’i ABD, AB, Japonya’nın liberal ekonomilerinde. Kısacası, ancak, borç ve spekülasyon balonları üzerinde yaşayabilen, mali olarak batık bir sistem bu...
Ahlâken de öyle: Credit Suisse Varlık Raporu, dünya hane reislerinin yüzde 0.7’sinin toplam servetin yüzde 45.6’sına, yüzde 8.3’ünün ise yüzde 90’ına sahip olduğunu gösteriyor. Böyle batık, böyle adaletsiz gelir dağılımı üreten bir sitemin istikrarından söz edilemez. Değişimden tüm umudunu kaybetmişlerin de bir aşamada tepkilerini, ellerinde hangi ideoloji ve araç varsa onla ifade etmeye başlamaları da kaçınılmaz.[216]
 
VII.1) “YDD” VAHŞETİ
 
Evet Bertolt Brecht’in, “Karnını doyuranlar, açlara seslenip gelecek güzel günlerden bahsediyor.” “Eğer biz yoksul olmasaydık, onlar zengin olmazdı!” diye betimlediği yerkürede; Daniel Defoe’nin ifadesiyle, “Açlık, ne dost, ne akraba, ne insanlık, ne de hak tanır”ken; “Açlıktan ölen her çocuk, tasarlanmış bir cinayet kurbanıdır,” der Jean Ziegler…[217]
Yalan mı?
‘Dünya Servet Raporu’nun 2014 yılı verileri, eşitsizliğin ve kapitalizmin temel çelişkisinin ne denli derinleştiğini ortaya koyarken; toplam dünya nüfusunun binde 7’sine karşılık gelen 35 milyon insan dünya servetinin yüzde 44’üne el koyarken, dünya nüfusunun yüzde 70’ine yaklaşan 3 milyar 282 milyon insan dünya servetinin sadece yüzde 2.9’una sahipken;[218] 1970’ten bu yana ABD’deki en zengin yüzde 10’luk kesimin gelirlerinde devam eden yüzde 1.5’luk orandaki artış hâlâ gözlenirken, geri kalan yüzde 90’lık nüfusun gelirlerinde reel olarak bir aşınma ve yılda yaklaşık yüzde 0.2 oranında bir gerileme söz konusuydu.[219]
Dünyadaki gelir eşitsizliğini ortaya koyan rapora göre, “Bir avuç dolusu insanın, dünyanın geri kalan yüzde 50’sinin mal varlığına sahip olması şaşırtıcı ve garip olmanın ötesinde bir olaydır,” denilirken; zenginler listesindeki sekiz kişinin 426 milyar dolarlık geliri, 3.6 milyar insanın toplam gelirine sahipken; ‘Oxfam’ yönetim kurulu üyesi Mark Goldring, “Bu yılki gelir eşitsizliği daha önce görülmediği kadar keskin ve şaşırtıcı. Bir golf arabasının içine sığacak bir avuç insanın, insanlığın en fakir kesiminden daha fazla kazanması, garip olmanın da ötesinde bir durumdur,” dedi.[220]
O hâlde 8 zenginin serveti, dünyanın yarısına bedelken; yani ‘Oxfam’ın verilerine göre, dünyanın en zengin sekiz kişisinin serveti, dünyanın yarısını oluşturan 3.6 milyar nüfusun servetine eşitken; Mart 2016’da tarihli ‘The Forbes’un milyarderler listesinin ilk sırasında 75 milyar dolarlık servetiyle ‘Microsoft’un kurucusu Bill Gates var. Listenin geri kalanında İspanyol tekstil devi ‘Inditex’in kurucusu Amancio Ortega, yatırımcı Warren Buffett, Meksikalı iş adamı Carlos Slim Helu, ‘Amazon’un kurucusu Jeff Bezos, ‘Facebook’un yaratıcısı Mark Zuckerberg, ‘Oracle’ın kurucusu Larry Ellison ve New York’un eski belediye başkanı Michael Bloomberg var.
Bu tabloda ‘Oxfam’ın “Uçurum ne kadar büyük?” sorusuna verdiği yanıtta şöyle:
• Her 10 kişiden 7’si son 30 yıldır eşitsizliğin arttığı bir ülkede yaşıyor.
• Zenginler servetini çok hızlı bir şekilde artırdığı için dünya ilk trilyonerini 25 yıl içinde görecek.
• Ancak 170 yıl içinde kadınlar erkekler kadar maaş kazanabilecek.
• Yoksul ülkeler, vergi cennetleri yüzünden 100 milyar dolar zarar ediyor.
• Yoksul ülkelerin karçırılan vergiler yüzünden edinemediği 100 milyar dolar ile 124 milyon çocuğa eğitim verilebilir.[221]
Yine ‘Credit Suisse Araştırma Enstitüsü’nün ‘2016 Küresel Zenginlik Raporu’na göre, küresel çaptaki zenginliğin paylaşımında eşitsizlik artarken, dünya genelindeki en zengin yüzde 1’in mal varlığının dünya nüfusunun en yoksul yarısının sahip olduğu mal varlığından daha fazla olduğu kaydedildi.[222]
Ayrıca ‘Credit Suisse’ hesaplamalarına göre, dünyadaki yetişkin kişilerin yarısının serveti 2 bin 222 doların altındayken; en alt yüzde 20’lik grubun serveti ise 248 doları geçmiyor. Yine en alt kesimin yüzde 44’ü borçlu ve ortalama borç miktarı 2 bin 628 doları buluyor.
Verilere göre Hindistan yetişkin nüfusunun yüzde 31’i, Afrika’nın yüzde 40’ı, Asya Pasifik’in yüzde 19’u, Latin Amerika’nın yüzde 18’i, Avrupa’nın yüzde 17’si, Kuzey Amerika’nın yüzde 9’u, Çin’in ise yüzde 7’si en alt yüzde 20’de yer alıyor.
Bir yılda küresel servet miktarı ise 3.5 trilyon dolar artışla 256 trilyon dolara ulaştı. Bu yüzde 4 artışa işaret ediyor. Toplam servet artarken kişi başına düşen servet ise yüzde 0.1 azaldı ve 52 bin 819 dolar oldu. Kişi başına borçlulukta artış yüzde 4.4 olarak gerçekleşti ve 1775 dolara çıktı.[223]
Aynı rapora göre, küresel çapta göç, çatışma ve savaş ortamı, iklim değişikliği dünyayı kasıp kavururken başta gelen en zengin kesim daha da zenginleşiyor; yoksul halk ise daha da yoksullaşıp; en zengin yüzde 10’luk kesimin küresel gelir eşitsizliğiyle zenginliğini artırmayı sürdürüyorken; yüzde 10’luk en zengin kesim, 2008 finansal krizinden bu yana bakıldığında dünya genelindeki mal varlığının yüzde 89’unun sahipti...[224]
Böylesi bir tablo, barbarlık tehdidi karşısında yeni bir dünyanın (Ekim’den öğrenen) imkânını da sunmaktadır!
 
VII.2) EKİM DEVRİMİ
 
“Proleter devrimden önce bizi hayalci olmakla suçluyorlardı; devrimden sonra geçmişin bütün izlerini görülmemiş bir hızla silip atmamızı istiyorlar! Oysa biz hayalci değiliz ve burjuva “savların” gerçek değerini biliriz, ayrıca, devrimden sonra, bir süre için eski ahlâkın izlerinin, kaçınılmaz olarak yeninin genç filizlerine üstün geleceğini de biliriz. Yeni, henüz doğmuşken, eski, her zaman, bir süre için ondan daha güçlü kalır; doğada ve toplumsal yaşamda durum her zaman böyledir,” vurgusuyla ekler ‘Ekim Devrimi’nin IV. yıl konuşmasında V. İ. Lenin: “Biz bu eserin yapımına başladık. Ne kadar zamanda, ne zaman, hangi ulusun proleterleri bu eseri sonuna vardırırlar, bunun önemi yok. Önemli olan buzun kırılmış, yolun gösterilmiş ve açılmış olmasıdır.”
Evet, buzun kırılıp, yolun açıldığı güzergâhta “Bir devlete ihtiyacımız vardır. Fakat burjuvazinin, anayasal monarşilerinden en demokratik cumhuriyetlerine kadar her yerde yaratmış olduğu gibisine değil. Ve Paris Komünü’nün öğrettiklerini, Karl Marx ve Friedrich Engels’in vermiş oldukları açımlamayı unutmuş olan, kokuşma yolundaki eski sosyalist partilerden Kautskistlerden ve oportünistlerden bizi ayıran da budur. 
Bir devlete ihtiyacımız var. Fakat, burjuvaziye gereken gibisinden değil ve polis, ordu ve bürokrasi (devlet memurları) gibi iktidar organlarının halktan kopmuş, halka karşı olduğu bir devlete değil. Bütün burjuva devrimleri bu devlet makinesini mükemmelleştirmekten, onu bir partinin ellerinden diğerinin ellerine geçirmekten başka bir şey yapmadılar. 
Proletarya, eğer şu anki devrimin fetihlerini koruyup savunmak ve önde gitmek, barışı, ekmeği ve özgürlüğü fethetmek istiyorsa, Karl Marx’ın deyimiyle bu ‘tamamen bitmiş’ devlet makinesini ‘yıkmalı’ ve onun yerine, polisi, orduyu ve devlet memurlarını silahlı halkın bütünü ile kaynaştırarak, başka birini koymalıdır. 1871 Paris Komünü ve 1905 Rus devrimi deneyince gösterilen yolu izleyerek, proletarya, bizzat kendilerinin devlet iktidarı ve organlarını doğrudan doğruya ellerine almaları ve bu iktidarın kurumlarını bizzat kendileri kurmaları amacıyla halkın bütün yoksul ve sömürülen unsurlarını örgütleyip silahlandırmalıdır.”[225]
Bunlar yapıldı. Kolay mı? Onlar, “İşçi sınıfı yok olmuyor, büyüyor, güçleniyor, cesaret kazanıyor, kendini sağlamlaştırıyor, kendini eğitiyor ve kavgada çelikleşiyor. Serflik, kapitalizm ve küçük üretim açısından kötümseriz, ama işçi sınıfı hareketi ve amaçları yönünden son derece iyimseriz. Yeni yapının temellerini daha şimdiden atıyoruz ve çocuklarımız bu yapıyı tamamlayacaklardır.”
“Evet biz işçiler, küçük mülk sahibi yığınlar gibi, dayanılmaz baskı ve acı ile dolu bir yaşam sürdürüyoruz. Kuşağımızın katlandıkları babalarımızınkinden daha çetindir. Ama bir yönden biz babalarımızdan çok daha mutluyuz. Savaşmayı öğrendik ve hızla öğreniyoruz; ve en iyisini babalarımızın zaten yaptığı gibi tek tek değil, burjuva lafebelerinin kafamıza ve gönlümüze yabancı sloganları adına değil, tersine, kendi sloganlarımız adına, sınıfımızın sloganları adına savaşmayı öğrendik ve öğreniyoruz. Babalarımızdan daha iyi savaşıyoruz. Çocuklarımız daha iyi savaşacaklar ve yenecekler,”[226] diyorlardı.
Böylelikle de V. İ. Lenin’in değerlendirmesiyle, “Emperyalizm, proletaryanın toplumsal devriminin önbelirtisidir. Bu 1917’den beri dünya ölçüsünde doğrulanmıştı.”
Ekim Devrimi gökten zembille inmedi. O büyük bir tarihsel birikim ve gelişimin ürünüydü.
“XIX. yüzyılın son çeyreği kapitalist metropoller arasında amansız bir sömürgeleştirme yarışına tanık olmaktaydı. Kapitalist sermaye birikimi sürdürebilmek amacıyla gezegenimizin en uç noktalarını sömürgeleştirmek ve tahakküm altına alabilmek için emperyalist ulus devletler ve orduları aracılığıyla kıyasıya bir rekabete sürüklenmişti.
V. İ. Lenin, kapitalizmin bu ‘emperyalizm’ aşamasını ‘can çekişen, geberen kapitalizm’ olarak tanımlamakta ve emperyalist metropoller arasındaki sömürge paylaşımı savaşının bir devrimci savaşa dönüştürülmesi için fırsat yarattığını savunmaktaydı.
10 Ekim tarihinde V. İ. Lenin, Rus Sosyal Demokratik İşçi Partisi’nin (RSDİP) Merkez Komitesi’ne yaptığı sunumda şu sözleri duyuruyordu: ‘Dünya sosyalist devriminin olgunlaşmış ve kaçınılmaz olduğundan hiç şüphe olmayabilir. Dünya proleter devriminin eşiğinde bulunuyoruz…’
1917 Kasım’ında Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği artık dünyanın ilk sosyalist ülkesiydi. Bu durum Sovyet halkları için onur ve gurur vericiyken, dünya halklarına, emeği ile geçinen milyonlarca emekçi insana moral ve güç; emperyalizme ise büyük bir darbe olmuştu. Sosyalizm hayal değil, gerçekti. Tüm dünyada sınıf mücadeleleri ve ulusal kurtuluş savaşları bu moral güç ile hız kazanacaktı.
Ekim Devrimi’ni takip eden günlerde, henüz yaşama gözlerini açan proletarya iktidarının başarılarından söz eden V. İ. Lenin, bir yandan da eksikliklere, hatalara (örneğin, kontrol edebildiklerinden daha fazla üretim aracının devletleştirilmesi; işçi Sovyetleri devletinin bürokratlaşması tehlikesi gibi) dikkat çekmekteydi. Kaynakları yeterli verimlilikte kullanamadıklarını, henüz üstesinden gelmeyi başaramadıkları ekonomik ve kültürel gerilikten kurtulabilmek için çok uzun yıllara gereksinim olduğunu ısrarla gündeme getirmekteydi.”[227]
Bu durum Isaac Deutscher’in, “Tarih işini yürütmek için bir hayalin itici güvenine ihtiyaç duyduğu zaman istediği büyük hayali yaratır ve bu hayali en soğukkanlı kafalara bile sokar ve yerleştirir,”[228] tespitini doğrularken; insanlık tarihi açısından onurlu, insanlığın geleceğine ışık tutan, yol gösteren, bir çığır açıldı.
Sovyet iktidarının ilk kararnamelerinde büyük burjuvazi ve büyük toprak ağaları mülksüzleştirdi. Onların mülklerine el koydu. Topluma ait olanı topluma geri verirken; toplumsal üretimi doğrudan eline aldı.
Kaçınılmaz olarak, kapitalist toplumun eski sömürücülerine karşı diktatörlük uygulandı. Onların iktidarlarını geri alma girişimleri ezildi.
Emekçilerin yaşam alanlarında kolektif örgütlenmesi; toplumun devrimci dönüşümüne doğrudan katılımları; kadınlara tam hak eşitliği; altı saatlik işgünü ve iş güvenliği; herkes için tatil hakkı; emekçilere çocuk hakları; ev işinin toplumsallaştırılması; herkese tıbbi hizmet; siyasi/toplumsal sorunların çözümünde en geniş demokrasi; barış; UKKTH vb’i alanlarda devrimci dönüşümler gerçekleştirildi.
Ekim Devrimi çarlık döneminde tam bir “halklar hapishanesi” olan Rusya’da ezilen ulus ve milliyetlerin kurtuluşu yönünde muazzam adımlar attı.
1917 Ekim Devrimi ulusal sorunda da çağ değiştiren bir adım oldu. Daha devrimin birinci günü, devrim hükümetinin ilk kararnamelerinden biri ulusların ayrı devlet kurmaya kadar varan kendi kaderini tayin hakkını ve tüm milliyetlere tam hak eşitliğini ilan etti. Irkçılık, şovenizm ve antisemitizme karşı aktif mücadele yürütüldü.
Karl Marx’ın, “Ezilen yaratığın yakınması... kalpsiz dünyanın hissiyatı… ruhsuz durumların ruhu… halkın afyonu”[229] olarak tanımladığı din konusunda nasıl bir mücadelenin yürütüleceğini pratikte gösteren Ekim Devrimi’nden sonra proleter devlet dini bütünüyle “kişilere ait özel mesele” ilan etti. Dinin gerçek işlevini ortaya koyan aydınlatma kampanyaları yürüttü. Din ve devlet işlerini birbirinden gerçekten ayırdı. Dini gerçekten kişinin özel işi hâline getirdi.
İnsan(lık)a, Paris Komünü güzergâhındaki yeni yolunu işaret etti.
Şimdilerde, “Nihil semper floret, aetas succedit aetati/ Hiç bir çiçek devamlı açmaz; çağ değişir, yenisi çıkar,” gerçeğini unutmadan; bir kez daha böylesine büyük bir değişime muhtaç insanlık…
 
VII.3) AŞK VE İSYAN MESELESİDİR SOSYALİZM
 
O hâlde, Ekim’in 100. yılında şimdi; “İnsan kalmanın tek yolu, insanlık dışı bu sisteme karşı savaşmaktır!” “Özgürlük mızraklarla ve baltalarla kazanılır; sümsükçe dilenmeler ve yararsız sızlanmalarla değil!” haykırışı ile Karl Marx’ı…
“Bir kimse köle doğduğu için suçlanamaz ama özgürlük uğruna savaşımdan kaçmakla kalmayıp köleliğini haklı bulan ve onu öven bir köle, haklı olarak öfke, tiksinti ve nefret duyguları uyandıran bir aşağılık parazit, bayağının bayağısı bir köledir,” diyen V. İ. Lenin’i…
‘Hessen Köylülerine Bildiri’sindeki (1834) Karl Georg Büchner’in, “Uzun bir yaşam boyu toprağı kazıp durdunuz, artık tiranlarınızın mezarlarını kazın. Şatoları siz yaptınız, şimdi yıkın onları ve özgürlüğün evini kurun… Kulübelere barış, saraylara savaş!” çığlığını…
“Dünyada görmek istediğiniz değişikliğin kendisi siz olun,” uyarısındaki Mahatma Gandhi’yi ve Şems-i Tebrizi’nin, “Düzenim bozulur, hayatımın altı üstüne gelir diye endişe etme. Nereden bilebilirsin hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını,” sorusunu…
Nihayet “Bizim için sorun özel mülkiyetin herhangi bir değişikliğe uğratılması değil, olsa olsa yok edilmesidir; sınıf karşıtlıklarının üzerinin örtülmesi değil, sınıfların ortadan kaldırılmasıdır; mevcut toplumun iyileştirilmesi değil, yeni bir toplumun kurulmasıdır,” diyen Karl Marx ile Friedrich Engels’in, ‘Merkez Komitesinin Komünist Birliğe Çağrısı’ndaki taleb(imiz)i anımsayın…
Antonio Gramsci’nin, “Kayıtsızlardan nefret ediyorum. Frederich Hebbel gibi, yaşamanın taraf tutmak olduğuna inanıyorum. Kimse, toplumun dışında yalnızca insan olarak var olamaz. Gerçekten yaşamak yurttaş olmaktır, iştirak etmektir. Kayıtsızlık irade kaybıdır, asalaklıktır, korkaklıktır. Kayıtsızlık yaşamak değildir. Bu yüzden kayıtsızlardan nefret ediyorum,” sözlerinin altını çizerek; sürdürülemez kapitalizme “Hayır” diyoruz;[230] yeni bir dünya istiyoruz ve kuracağız. Hem de Maksim Gorki’nin işaret ettiği gibi, “Biz sosyalistiz. Bu demektir ki: Biz insanları birbirinden ayıran, birbiri aleyhinde silahlandıran, birbiriyle çatıştıran, amansız bir çıkar karşıtlığı yaratan, bu karşıtlığı gizlemek ya da haklı göstermek için yalana başvuran, bütün insanları yalan, kin ve ikiyüzlülükle yozlaştıran kişisel çıkarlara karşıyız.
Biz diyoruz ki, insanı, zenginleştirmek için alet olarak gören bir toplum, insanlığa karşıdır, bize düşmandır. Onun ikiyüzlü ve yalancı ahlâkını kabul edemeyiz. Böyle bir toplum tarafından insanın bedenen ve ruhen köleleştirilmesinin bütün biçimlerine karşı, savaşmak istiyoruz. Çalışmak herkes için zorunlu olmalıdır…
Biz devrimciyiz ve bir takım kişiler yalnızca emir verdikçe, kimileri yalnızca çalıştıkça, devrimci kalacağız. Sizin çıkarlarınızı korumakla görevli olduğunuz düzene karşı savaşmaktayız. Çıkarlarını savunduğunuz sınıf, sandıkları kadar güçlü olmaktan çok uzaktırlar.
Mülkiyetin savunması çok büyük bir gerilim gerektirir ve gerçekten de efendilerimiz olan sizler, topunuz bizden daha kölesiniz. Sizin kafalarınız tutsaktır, bizimse bedenimiz. Sizi manen öldüren önyargıların ve alışkanlıkların boyunduruğundan kendinizi kurtarmazsınız. Bize verdiğiniz zehirler, istemeyerek verdiğiniz bilincimize akıttığınız panzehirlerden daha güçsüzdür. Bu bilinç durmaksızın büyüyor.
Tarihsel adaletin şamarına karşı sizi koruyabilecek tüm kanıtları tüketmiş durumdasınız artık. Yaşamın yenilenmesi sürecini, gaddarlık ve edepsizlikten başka hiç bir şey durduramaz. Şu var ki, edepsizlik apaçık ortada, gaddarlık ise sinirlendirir. Bizim enerjimiz, işçiler arasındaki dayanışma bilincinin canlı gücüdür. Sizin yaptığınız bütün işler cinayettir, çünkü amacınız insanları köleleştirmekten başka bir şey değil.
Bizim çabamız, yalancılığınızın, kininizin, açıkgözlülüğünüzün yaratmış olduğu ve halkı korkutmak için kullandığınız umacılardan kurtaracaktır dünyayı. Siz insanı yaşamdan söküp aldınız, ezip, toz ettiniz; sosyalizm sizin yakıp yıktığınız dünyadan kocaman, görkemli bir bütün hâlinde birleştirir ve birleştirecektir de…”
“Sevdası olmayanın kavgası; kavgası olmayanın da sevdası olmadığı yerkürede; bu bir aşk ve isyan meselesidir…[231]
29 Ocak 2017 09:20:48, Ankara.
 
N O T L A R
[1] Cemal Süreya.
[2] Yunan mitolojisinde Sisyphos tanrıları kızdırdığı için dev bir kayayı yuvarlayarak yüksek bir dağın tepesine çıkarmakla cezalandırılmış bir ölümlüdür. Tam tepeye vardığında taş yeniden aşağıya yuvarlanır ve Sisyphos sonsuz bir kısırdöngüde aşağı inip tekrar taşı aynı noktaya çıkarmaya çalışır.
[3] “Modern kötülüklerin yanı sıra, dünün mirası olan bir sürü kötülüklerin; çok eski üretim biçimlerinin alttan alta hâlâ sürüp gitmelerinden doğan ve bunların kaçınılmaz olarak beraberinde getirdikleri çağdışı toplumsal ve siyasal ilişkilerin altında eziliyoruz. Yalnızca yaşayanlardan değil, ölülerden de acı çekiyoruz.” (Karl Marx, Kapital-Kapitalist Üretimin Eleştirel Bir Tahlili, Cilt 1: Sermayenin Üretim Süreci, Çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965.)
[4] Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1976.
[5] Karl Marx-Friedrich Engels-V. İ. Lenin-J. Stalin-Komintern&Clara Zetkin, Kadın Sorunu Üzerine, Çev: İsmail Yarkın, İnter Yay., 1996.)
[6] Friedrich Engels, Anti-Dühring: Bay Eugen Dühring Bilimi Altüst Ediyor, Çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1966.
[7] Friedrich Engels, Doğanın Diyalektiği, Çev: Arif Gelen, Sol Yay., 1970.
[8] Friedrich Engels, Anti-Dühring: Bay Eugen Dühring Bilimi Altüst Ediyor, Çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1966.
[9] Karl Marx, Kapital-Kapitalist Üretimin Eleştirel Bir Tahlili, Cilt 1: Sermayenin Üretim Süreci, Çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965.
[10] “Eğer renk yalnızca retinaya bağlı bir duyumsa (doğa bilimlerinin sizi kabul etmeye zorladığı gibi), o takdir de retina üzerine düşen ışık ışınları renk duyumunu üretir. Bu demektir ki, bizim dışımızda, bizden ve bizim zihnimizden bağımsız olarak, bir madde hareketi vardır, diyelim ki belirli bir uzunluk ve belirli bir hızda retinaya etki eden eter dalgaları renk duyumunu üretir. Doğa bilimlerinin sorunu ele alışı tastamam budur. Farklı renk duyumlarını, insan retinasının dışında, insanın dışında ve ondan bağımsız olarak varolan ışık dalgalarının farklı boylarıyla açıklar. Bu materyalizmdir: Duyu organlarımız üzerinde etkide bulunan madde, duyumları üretir. Duyumlar, beyine, sinirlere, retinaya vb.ne yani belli bir biçimde örgütlenmiş maddeye bağlıdır. Madde birincildir. Duyum, düşünce, bilinç, belli bir biçimde örgütlenmiş maddenin en üst ürünleridirler. Bunlar genel olarak materyalizmin ve özel olarak da Karl Marx ve Friedrich Engels’in görüşleridirler.” (V. İ. Lenin.)
[11] V. İ. Lenin, Felsefe Defterleri, Çev: Attila Tokatlı, Sosyal Yay., 1976.
[12] V. İ. Lenin, Materyalizm ve Ampiryokritisizm: Gerici Bir Felsefe Üzerine Eleştirel Notlar, Çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1976.
[13] Geçerken anımsatalım: “Bilinemezciyi biraz kazıyınız altında idealist bulacaksınız,” der V. İ. Lenin; ekler George Politzer de: “Her şeyi kendine göre düşünen kişi, idealist bir bozulmaya uğrar… İdealist, dış dünyaya, gerçeğe kapalıdır. Materyalist ise, her zaman gerçeğe açıktır...” (George Politzer, Felsefenin Başlangıç İlkeleri, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1969.)
[14] “Gündelik yaşamda, herhangi bir dükkâncı, bir kimsenin olduğunu iddia ettiği ile gerçekten olduğu arasında ayırım yapmasını çok iyi bilir; ama bizim tarihimiz henüz bu basit bilgiye ulaşamamıştır. Bizim tarihimiz, her çağ için o çağın kendisi hakkında söylediklerine ve beslediği kuruntulara hemen inanır.” (Karl Marx-Friedrich Engels, Alman İdeolojisi, [Feuerbach], Çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1976.)
[15] Karl Marx-Friedrich Engels, Alman İdeolojisi, [Feuerbach], Çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1976.
[16] Karl Marx-Friedrich Engels, Alman İdeolojisi, [Feuerbach], Çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1976.
[17] V. İ. Lenin, Ne Yapmalı? Hareketimizin Canalıcı Sorunları, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1968
[18] Friedrich Engels, Anti-Dühring: Bay Eugen Dühring Bilimi Altüst Ediyor, Çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1966.
[19] Karl Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, Çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1997.
[20] V. İ. Lenin, Proleter Devrim ve Dönek Kautsky, Çev: Kenan Somer, Bilim ve Sosyalizm Yay., 2013.
[21] Karl Marx, Louis Bonaparte’in 18 Brumaire’i, Çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1966.
[22] Karl Marx-Friedrich Engels, Alman İdeolojisi, [Feuerbach], Çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1976.
[23] Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, Çev: Muzaffer Erdost, 1976.
[24] Karl Marx, Kapital-Kapitalist Üretimin Eleştirel Bir Tahlili, Cilt 1: Sermayenin Üretim Süreci, Çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965.
[25] V. İ. Lenin, Nisan Tezleri ve Ekim Devrimi, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1969.
[26] Karl Marx- Friedrich Engels, Anarşizm Üzerine, Çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1979.
[27] Karl Marx, Felsefenin Sefaleti, çev: Ahmet Kardam, Sol Yay., 7. Baskı, 2011.
[28] Karl Marx, 1844 El Yazmaları: Ekonomi Politik ve Felsefe, Çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1993.
[29] Karl Marx, Kapital-Kapitalist Üretimin Eleştirel Bir Tahlili, Cilt 1: Sermayenin Üretim Süreci, Çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965.
[30] Karl Marx, Ücret Fiyat ve Kâr, Çev: Süleyman Ege, Bilim ve Sosyalizm Yay., 2013.
[31] Karl Marx, Grundrisse: Ekonomi Politiğin Eleştirisi İçin Ön Çalışma, Çev: Sevan Nişanyan, İletişim Yay., 4. baskı, 2014.
[32] Karl Marx, Ücret Fiyat ve Kâr, Çev: Süleyman Ege, Bilim ve Sosyalizm Yay., 2013.
[33] Friedrich Engels, İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu, Çev: Oktay Emre, Sosyalist Yay., 1994.
[34] Karl Marx, Grundrisse: Ekonomi Politiğin Eleştirisi İçin Ön Çalışma, Çev: Sevan Nişanyan, İletişim Yay., 4. baskı, 2014.
[35] Karl Marx, Ücret Fiyat ve Kâr, Çev: Süleyman Ege, Bilim ve Sosyalizm Yay., 2013.
[36] Karl Marx, Kapital, Ekonomi Politiğin Eleştirisi, Cilt III: Bir Bütün Olarak Kapitalist Üretim Süreci, Çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1978.
[37] Karl Marx, Grundrisse: Ekonomi Politiğin Eleştirisi İçin Ön Çalışma, Çev: Sevan Nişanyan, İletişim Yay., 4. baskı, 2014.
[38] Karl Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1970.
[39] Karl Marx, Ücret Fiyat ve Kâr, Çev: Süleyman Ege, Bilim ve Sosyalizm Yay., 2013.
[40] Karl Marx, Grundrisse: Ekonomi Politiğin Eleştirisi İçin Ön Çalışma, Çev: Sevan Nişanyan, İletişim Yay., 4. baskı, 2014.
[41] Karl Marx, Kapital, Ekonomi Politiğin Eleştirisi, Cilt III: Bir Bütün Olarak Kapitalist Üretim Süreci, Çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1978.
[42] Karl Marx, Kapital-Kapitalist Üretimin Eleştirel Bir Tahlili, Cilt 1: Sermayenin Üretim Süreci, Çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965.
[43] Karl Marx, Ücret Fiyat ve Kâr, Çev: Süleyman Ege, Bilim ve Sosyalizm Yay., 2013
[44] “Burjuvalar bugün kafir diye yakıp, suçlu diye cezalandırdıkları insanlar için ertesi gün anıtlar dikerler.” (Hermann Hesse.)
[45] Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, Çev: Muzaffer Erdost, 1976.
[46] Karl Marx, Ücret Fiyat ve Kâr, Çev: Süleyman Ege, Bilim ve Sosyalizm Yay., 2013.
[47] Karl Marx, “Hiç kuşku yok ki, makineler hâli vakti yerinde aylakların sayısını büyük ölçüde artırmıştır,” vurgusuyla ekler: “Makinelerin kapitalist kullanımıyla birlikte ortaya çıkan çelişki ve antagonizma yoktur diyorlar; elbette, çünkü bunlar makinelerin kendi içinden çıkmaz, onun kapitalist kullanımından çıkar ortaya. Makine, tek başına alındığında çalışma süresini kısaltır, ama sermayenin hizmetine girdiği anda çalışma gününü uzatmaktadır. Makine kendi başına iken çalışmayı hafifletiyor, ama sermayenin hizmetinde iken emeğin yoğunluğunu artırıyor. Ve yine kendi başına iken makine insanın doğal güçler üzerindeki zaferini temsil ediyor, ama sermayenin elinde insanı bu güçlerin kölesi yapıyor, kendi başına iken üreticinin zenginliğini artırıyor ama kapitalistin elinde üreticiyi yoksullaştırıyor...”
“Makinelerin doğuşuyla birlikte, emek sürecinde parça-işçi temeline dayanan işbölümü ve elbirliğinin kolektif işçi niteliği ortadan kalkar. Parça-işçi üzerinden işbölümü makine parçalarının işbölümüne, elbirliği ise parça makinelerin bir birleşimine, kolektif işçi kolektif makineye dönüşmüştür. Artık işçi, alet kullanan varlık değil, makinenin kullandığı bir otomat parçadır; bilim, emek-gücüne yabancılaşmış ve canlı emek-gücü cansız emeğin tahakkümüne girmiştir. Eskiden emek, maddi üretim araçlarına sahip olmadığından emek-gücünü sermayeye satarken, şimdi, emek-gücü kendisini sermayeye satmadan iş göremez bir hâldedir. Toplumsal üretici güç olan emek, cansız emeğin tahakkümü altında mutlak mülksüzleşme, mutlak yoksulluk ve mutlak yabancılaşmayı yaşar... Makineler ile birlikte emek süreci boyunca gerekli-emek zamanın düşürülerek artı-emek zamanın artırılması, nispi artı-değer üretiminin yasasıdır. Ölçülebilir emek zaman sürecinde emeğin üretkenliğinin ve verimliliğinin artırılması, makinelerin üretkenliğinin artması anlamına gelmektedir. Sermayenin teknik ve organik değişimine bağlı olarak makinenin üretkenliği, ‘bir makinede harcanan emek ve dolayısıyla makinenin değerinden ürüne katılan kısım, işçinin aletiyle ürüne kattığı değerden daha küçük olduğu sürece, burada, daima makinenin lehine bir fark vardır. Bunun için, bir makinenin üretkenliği de yerini aldığı insan emek-gücü ile ölçülür. (Karl Marx, Kapital-Kapitalist Üretimin Eleştirel Bir Tahlili, Cilt 1: Sermayenin Üretim Süreci, Çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965.)
[48] Karl Marx, 1844 El Yazmaları: Ekonomi Politik ve Felsefe, Çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1993.
[49] Karl Marx, Ücret Fiyat ve Kâr, Çev: Süleyman Ege, Bilim ve Sosyalizm Yay., 2013.
[50] Karl Marx, Ücret Fiyat ve Kâr, Çev: Süleyman Ege, Bilim ve Sosyalizm Yay., 2013.
[51] Karl Marx, Kapital, Cilt II: Sermayenin Dolaşım Süreci, Çeviren: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1976.
[52] Karl Marx, Kapital, Ekonomi Politiğin Eleştirisi, Cilt III: Bir Bütün Olarak Kapitalist Üretim Süreci, Çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1978.
[53] Karl Marx, Kapital-Kapitalist Üretimin Eleştirel Bir Tahlili, Cilt 1: Sermayenin Üretim Süreci, Çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965
[54] “İlkin, emeğin işçiye dışsal olması olgusu, yani emeğin onun özsel doğasına ait olmaması; bu nedenle çalışmasında kendisini doğrulamaz tersine yadsır, hoşnutluk değil mutsuzluk hisseder, fiziksel ve zihinsel enerjisini özgürce geliştirmez, tersine vücudunu küçük düşürür ve aklını mahveder. İşçi bu nedenle kendisini yalnızca işinin dışındayken hisseder ve işinin başındayken kendisini kendi dışında hisseder. Çalışmadığında evdeymiş gibi hisseder ve çalıştığında evde değilmiş gibi. Emeği bu nedenle istemli değildir, mecburidir; zorunlu emektir. Sırf kendine dışsal ihtiyaçları tatmin etme aracıdır. Emeğin yabancı karakteri, hiç bir fiziksel ya da diğer türden zorlama olmadığında çalışmaktan vebadan kaçılır gibi kaçılması olgusuyla açıkça ortaya çıkar.
Dışsal emek, insanın kendisine yabancılaştığı emek, bir özveri, bir küçük düşme emeğidir. Son olarak emeğin işçiler açısından dışsal karakteri, bu emeğin onun kendisinin değil bir başkasının olması olgusunda, emeğin ona ait olmamasında, çalışırken onun kendisine değil bir başkasına ait olmasında ortaya çıkar. Dinde insan imgeleminin, insan beyninin ve insan yüreğinin öz etkinliği, nasıl birey üzerinde ondan bağımsız olarak, yani tanrısal ya da şeytani yabancı bir faaliyet olarak etkili olursa, işçinin faaliyeti de tıpkı öyle, kendi öz etkinliği değildir. Bir başkasına aittir; kendi kişiliğinin kaybolmasıdır.” (Karl Marx, 1844 El Yazmaları: Ekonomi Politik ve Felsefe, Çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1993.)
[55] “Artı-değer kesinlikle eşdeğerin üzerindeki değerdir. Eşdeğer, belirlenmesi gereğince, yalnız değerin kendisiyle özdeşliğidir. Bundan dolayı eşdeğerden asla artı-değer doğamaz; başlangıçta dolaşımdan da doğamaz; onun bizzat sermayenin üretim sürecinden doğması zorunludur. Konu şöyle de dile getirilebilir: Bütün bir gün yaşamak için işçiye yalnız yarım işgünü gerekliyse, işçi olarak varlığını sürdürmek için de yalnız yarım gün çalışması gerekir. İşgününün ikinci yarısı zorlama çalışmadır; artı-emektir. Sermaye tarafından artı-değer olarak görünen, işçi tarafında, tam da, işçi olarak gereksiniminin üstünde, yani canlılığını korumak için doğrudan gereksiniminin üstünde artı-emeğe tekabül eder,” der Karl Marx.
[56] V. İ. Lenin, Seçme Eserler Cilt:2-Bolşevik Parti İçin Mücadele (1900-1904), Çev: İsmail Yarkın, İnter Yay., 1993.
[57] Karl Marx, Ücret Fiyat ve Kâr, Çev: Süleyman Ege, Bilim ve Sosyalizm Yay., 2013.
[58] Karl Marx, Kapital, Ekonomi Politiğin Eleştirisi, Cilt III: Bir Bütün Olarak Kapitalist Üretim Süreci, Çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1978.
[59] “Onlar sosyalizmin başarısızlığından bahsediyor. Peki kapitalizmin başarısı nerede? Afrika’da mı? Asya’da mı? Latin Amerika’da mı?” (Fidel Castro.)
[60] “Son olarak, insanın vazgeçilemez olarak düşündüğü her şeyin mübadelenin alım satımın nesnesi olduğu ve vazgeçilebildiği bir zaman geldi. Bu, o zamana kadar başkasına iletilebilen ama mübadele edilmeyen, verilebilen ama satılmayan, edinilen ama satın alınmayan şeylerin (erdemin, aşkın, sadakatin, bilginin, bilincin) kısaca her şeyin ticaret içine çekildiği bir zamandır. Bu, genel yolsuzluğun, evrensel yiyiciliğin ya da ekonomi politiğin kelimeleriyle konuşacak olursak, ahlâki ya da fiziki her şeyin piyasa değerine sahip olduğu; gerçek değerinin belirlenmesi için piyasaya sürüldüğü bir zamandır.” (Karl Marx, Felsefenin Sefaleti, çev: Ahmet Kardam, Sol Yay., 7. Baskı, 2011.)
[61] Karl Marx, Kapital-Kapitalist Üretimin Eleştirel Bir Tahlili, Cilt 1: Sermayenin Üretim Süreci, Çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965.
[62] “Bir kimse sanayinin lideri olduğu için kapitalist değil; tersine, kapitalist olduğu için sanayinin lideridir.” (Karl Marx, Kapital-Kapitalist Üretimin Eleştirel Bir Tahlili, Cilt 1: Sermayenin Üretim Süreci, Çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965.)
[63] Friedrich Engels, İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu, Çev: Oktay Emre, Sosyalist Yay., 1994.
[64] V. İ. Lenin, Proleter Devrim ve Dönek Kautsky, Çev: Kenan Somer, Bilim ve Sosyalizm Yay., 2013.
[65] Karl Marx, Kapital, Ekonomi Politiğin Eleştirisi, Cilt III: Bir Bütün Olarak Kapitalist Üretim Süreci, Çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1978.
[66] Ergin Yıldızoğlu, “Bu Kapitalizm... Bu Kriz”, Cumhuriyet, 26 Eylül 2016, s.9.
[67] Ergin Yıldızoğlu, “Kapitalizmin ‘Ruhu’ Yine Değişiyor”, Cumhuriyet, 21 Kasım 2016, s.9.
[68] “Devlet işçi ölümlerine değil, işçi eylemlerine karşı tavırlar alır.” (V. İ. Lenin.)
[69] “Günümüzün kapitalist toplumunda, işgücü bütün öteki metalar gibi bir metadır, ama gene de, tamamıyla özgün bir meta. Yani, değer yaratan bir güç, bir değer kaynağı olmak ve gerçekten de, uygun bir biçimde kullanıldığında, bizzat kendisinde olandan daha fazlasını yaratan bir değer kaynağı olmak gibi özgün bir niteliği vardır. Üretimin bugünkü durumunda, insanın işgücü, bir günde, bizzat kendisinde bulunandan ve kendisinin malolduğundan daha büyük bir değer üretmekle kalmaz; her yeni bilimsel bulguyla, her yeni teknik buluşla, günlük üretiminin günlük maliyeti aşan bu fazlalığı artar ve dolayısıyla da işgününün, işçinin günlük ücretini karşılamak için çalıştığı bölümü azalır; öte yandan da, işgününün, işçinin karşılığını almaksızın emeğini kapitaliste armağan etmek zorunda olduğu bölümü artar. İşte bugünkü toplumumuzun tüm ekonomik yapısı budur: Bütün değerleri yaratan tek başına işçi sınıfıdır.” (Friedrich Engels, Londra, 30 Nisan 1891.)
[70] “İş sözleşmesi de taraflar arasında özgürce yapılmış sayılır. Ama bu özgürlük, taraflar arasındaki eşitliğin, yasa tarafından kağıt üzerinde kurulmasına dayanır. Sınıf durumlar arasındaki ayrılığın taraflarda birine verdiği güç, bu güçlü tarafın öbürü üzerindeki baskısı (iki tarafın gerçek ekonomik durumu) bütün bunlar yasayı hiç ilgilendirmez ve iş sözleşmesi süresi boyunca, biri ya da öbürü açıkça vazgeçmedikçe, iki tarafta aynı haklardan yararlanıyor sanılır. Ama ekonomik koşullar, işçiyi, sözüm ona hak eşitliğinin hatta son kırıntılarından da vazgeçmeye zorlamış, bu, yasanın umurunda değildir.” (Ailenin, Özel Mülkiyetin Ve Devletin Kökeni, Çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1967.)
[71] “İşgününün, emekçinin kendi emek-gücünün değerine eşit bir değeri ürettiği noktanın ötesine uzatılması ve bu artı-emeğe sermaye tarafından elkonulması, işte bu, mutlak artı-değer üretimidir. Kapitalist sistemin genel dayanağını ve nispi artı-değer üretiminin çıkış noktasını bu oluşturur.” (Karl Marx, Kapital-Kapitalist Üretimin Eleştirel Bir Tahlili, Cilt 1: Sermayenin Üretim Süreci, Çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965.)
[72] Friedrich Engels, İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu, Çev: Oktay Emre, Sosyalist Yay., 1994.
[73] Karl Marx, Kapital-Kapitalist Üretimin Eleştirel Bir Tahlili, Cilt 1: Sermayenin Üretim Süreci, Çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965.
[74] Karl Marx, Ücret Fiyat ve Kâr, Çev: Süleyman Ege, Bilim ve Sosyalizm Yay., 2013.
[75] “Eski toplumun sınıfları arasındaki çatışmaların tümü, proletaryanın gelişim çizgisine birçok bakımdan yardımcı olur. Burjuvazi kendisini sürekli bir savaş içerisinde bulur. Başlangıçta aristokrasi ile, daha sonraları bizzat burjuvazinin, çıkarları sanayiin ilerlemesine ters düşen kesimleri ile her zaman da, yabancı ülkelerin burjuvazisi ile. Bütün bu savaşlarda, proletaryaya başvurmak, onun yardımını istemek ve böylece, onu siyaset arenasına sürüklemek zorunda kaldığını görür. Demek ki, proletaryaya kendi siyasal ve genel eğitim öğelerini sağlayan bizzat burjuvazidir, bir başka deyişle, burjuvaziye karşı savaşacağı silahları proletaryaya sağlayan kendisidir.” (Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, Çev: Muzaffer Erdost, 1976.)
[76] Karl Marx, Kapital-Kapitalist Üretimin Eleştirel Bir Tahlili, Cilt 1: Sermayenin Üretim Süreci, Çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965.
[77] “İşçi zınk diye duruyor/ fabrika kapısının önünde/ güzel hava ceketinin ucundan çekiyor onu/ ve dönüp geriye/ bakıyor/ kendi kapkaranlık dünyasında gülümseyen/ kıpkırmızı güneşe/ işçi dostça/ göz kırpıyor ona/ ve söyle güneş yoldaş diyor/ değer mi böyle güzel bir günde/ çalışmak patron hesabına.” (Jacques Prévert.)
[78] Y. Krasin, Devrim Sürecinin Diyalektiği, Çev: Kemal Kuraksız, Konuk Yay., 1978
[79] V. İ. Lenin, Sosyalizm ve Din, Çev: Öner Ünalan, Bilim ve Sosyalizm Yay., 2013.
[80] “Ken Loach: İşçi Sınıfı Ayrışırsa, Haysiyetini Yitirir”, Cumhuriyet, 13 Ağustos 2016, s.16.
[81] Friedrich Engels, Manifesto’nun 1883 Almanca baskısına önsöz, Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1976.
[82] Karl Marx, Felsefenin Sefaleti, çev: Ahmet Kardam, Sol Yay., 7. Baskı, 2011.
[83] 9 Nisan 1870’de Karl Marx’ın işaret ettiği gibi: “İngiliz burjuvazisinin İrlanda’nın mevcut ekonomisinde daha önemli çıkarları da vardır. Sürekli artan kiralık topraklara sahip olarak, İrlanda sürekli kendi fazlasını İngiliz emek pazarına yolluyor ve böylece ücretleri aşağı yönde baskılıyor ve İngiliz işçi sınıfının maddî ve moral konumunu daha da bozuyor.
Ve hepsinden önemlisi! İngiltere’deki bütün endüstriyel ve ticari merkezler şimdi iki düşman kampa bölünmüş bir işçi sınıfına sahiptir, İngiliz proleterler ve İrlandalı proleterler. Sıradan İngiliz işçisi İrlandalı işçiden kendi yaşam standardını düşüren bir rakip olarak nefret eder. İrlandalı işçiye oranla kendisini hâkim ulusun bir parçası olarak görür ve bunun sonucu olarak da İrlanda’ya karşı İngiliz aristokratlarının ve kapitalistlerinin bir sopası hâline gelir, bu da onların kendi üzerindeki hâkimiyetinin daha da güçlendirir. İrlandalı işçiye karşı dinsel, sosyal ve ulusal önyargıları yüceltirler. Ona karşı davranışları ABD’deki “fukara beyazların” zencilere karşı davranışlarının hemen hemen aynısıdır. İrlandalı işçi de ona karşı hakaretamiz tutumunda ondan aşağı kalmaz. O da İngiliz işçisini İrlanda’daki İngiliz egemenlerinin hem şuçortağı hem de aptal bir sopası olarak görür.
Bu düşmanlık basın, vaizler, karikatürler, kısacası egemen sınıfların elindeki bütün araçlarla, suni olarak daima canlı tutulur ve körüklenir. Örgütlülüğüne rağmen, İngiliz işçi sınıfının güçsüzlüğünün sırrı işte bu düşmanlıkta yatmaktadır. Kapitalistleri iktidarda tutan sihir de budur.”
[84] “Burjuva toplumunda savaşımın tüm, kesinlikle tüm yöntemleri, proletaryayı, altında ve üstündeki proleter olmayan çeşitli katmanlarla yakın ilişkiye sokar ve -bu nedenle bu savaşım yöntem ve biçimleri- olayların kendiliğinden akışı içine bırakılırsa, yıpranır, bozulur, hatta rezilleşir.” (V. İ. Lenin.)
[85] V. İ. Lenin, Seçme Eserler, Cilt 6, Çev: Saliha N. Kaya- İsmail Yarkın, İnter Yay., 1995.
[86] Karl Marx, Felsefenin Sefaleti, çev: Ahmet Kardam, Sol Yay., 7. Baskı, 2011.
[87] Karl Marx, 1844 El Yazmaları: Ekonomi Politik ve Felsefe, Çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1993.
[88] Karl Marx, Kapital-Kapitalist Üretimin Eleştirel Bir Tahlili, Cilt 1: Sermayenin Üretim Süreci, (“Metaların Fetişizmi ve Bunun Sırrı”) Çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965.
[89] Karl Marx, 1844 El Yazmaları: Ekonomi Politik ve Felsefe, Çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1993.
[90] “Mülke sahibi olarak ve mülk sahiplerine hitap ederek, tam bir açık yüreklilikle bir tek sözcük ekleyeceğim, çünkü biz burada, sanıyorum, birbirimize, yalansız-dolansız gerçeği söylemek için bulunuyoruz… Bugünün sorunu nedir? Mülk sahibi olmayanlarda, mülkiyete saygı uyandırmaktır. Bu saygı uyandırmak, kendileri mülk sahibi olmayanları mülkiyete inandırmak için tek yol biliyorum: Onları tanrıya inandırmak! Ve seçmeciliğin, şu ya da bu başka bir sistemin belirsiz tanrısına değil, ama Hıristiyan dini öğretisinin tanrısına, On Emir’i yazdırmış olan ve hırsızları sonsuza kadar cezalandıran bir tanrıya inandırmak. İşte mülkiyeti etkili bir şekilde koruyabilecek olan gerçekten halka göre tek inanç budur...” (Marc-René de Montalembert.)
[91] Karl Marx, Yahudi Sorunu, Çev: Sol Yayınları Yayın Kurulu, Sol Yay., Ekim 1997.
[92] Karl Marx - Friedrich Engels, Seçme Yapıtlar 1, Çev: A. Kardam, S. Belli, M. Ardos, K. Somer, Sol Yay., 1976.
[93] Karl Marx, 1844 El Yazmaları: Ekonomi Politik ve Felsefe, Çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1993.
[94] V. İ. Lenin, Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü Üzerine Tezler, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., Haziran 1977.
[95] Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1976.
[96] V. İ. Lenin, Seçme Eserler, Cilt 8: Savaş Komünizmi (1918-1920), Çev: İsmail Yarkın, İnter Yay., 1996.
[97] İbn Tufeyl, Hayy Bin Yakzan, çev: Babanzâde Reşid, Hazırlayan: Mustafa Uluçay, Etkileşim Yay., 2006, s.11.
[98] Thomas More, Ütopya, Çev: Sadık Usta, Kaynak Yay., 2016.
[99] Krishan Kumar, Modern Zamanlarda Ütopya ve Karşı-Ütopya, çev: Ali Galip, Kalkedon Yay, 2006, s.172.
[100] Firdevs Canbaz Yumuşak, “Türk Edebiyatında Ütopya Geleneği ve Ütopik Metinlerde Kadın”, Varlık, No:2011/11-1250, Kasım 2011, s.9-11.
[101] Meryem Koray, “Ütopyalar Değil Distopyalar Dünyası!”, Birgün, 9 Eylül 2016, s.8.
[102] Karl Marx, Kapital-Kapitalist Üretimin Eleştirel Bir Tahlili, Cilt 1: Sermayenin Üretim Süreci, Çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965.
[103] Neil Clark, “2017’nin 1917’den Alması Gereken Dersler; Lenin’den Öğrenmek”, 30 Ocak 2017… http://sendika14.org/2017/01/2017nin-1917den-almasi-gereken-dersler-leni...
[104] Karl Marx, “Kültür, insan elinin değdiği her şeydir,” derken V. İ. Lenin de ekler: “Proleter kültür gökten zembille inmez, kendilerine proleter kültür uzmanı diyen insanların keşfi değildir. Bütün bunlar saçmalıktan başka bir şey değil. Proleter kültür, insanlığın kapitalist toplumun, feodal toplumun, bürokratik toplumun baskısı altında elde ettiği bilgilerin toplamının yasalara bağlı gelişiminin sonucu olmak zorundadır. Bütün bu yollar ve patikalar, Marks tarafından değişikliğe uğratılan politik ekonominin insan toplumunun gelişiminin nereye yol açacağını bize gösterdiği gibi, proletarya diktatörlüğüne, sınıf mücadelesine geçişe, proleter devrimin başlangıcına yol açmıştır, yol açar.” (V. İ. Lenin, Seçme Eserler, Cilt IX, (Yeni Ekonomik Politika ve Sosyalist İnşa), Çev: Süheyla Kaya, İnter Yay., 1997.)
[105] “İster mermi kullansın, ister oy pusulası, insan iyi nişan almalı ve kuklayı değil, kuklacıyı vurmalı.” (Malcom X.)
[106] V. İ. Lenin, Toplu Eserler, Cilt:30.
[107] V. İ. Lenin, Seçme Eserler Cilt:2-Bolşevik Parti İçin Mücadele (1900-1904), Çev: İsmail Yarkın, İnter Yay., 1993.
[108] V. İ. Lenin, Ne Yapmalı? Hareketimizin Canalıcı Sorunları, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1968.
[109] V. İ. Lenin, Nisan Tezleri ve Ekim Devrimi, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1969.
[110] V. İ. Lenin, Kitle İçinde Parti Çalışması, Çev: Cengiz Haksever, Ser Yay., 1974.
[111] V. İ. Lenin, Seçme Eserler, Cilt IX, (Yeni Ekonomik Politika ve Sosyalist İnşa), Çev: Süheyla Kaya, İnter Yay., 1997.
[112] V. İ. Lenin, Din Üzerine, Çev: Süheyla Kaya-İsmail Yarkın, İnter Yay., 1998.
[113] “Yeni bir program, herkesin gözü önünde yükseklere çekilen bayrak gibidir ve herkes parti hakkında kararını buna göre verir.” (Karl Marx-Friedrich Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, çev: M. Kabagil, Sol Yay., 1969.)
[114] Friedrich Engels, İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu, Çev: Oktay Emre, Sosyalist Yay., 1994.
[115] Alain Badiou, Komünist Hipotez, Çev: Oylum Bülbül, Encore Yayınevi, 2011.
[116] V. İ. Lenin, “Marksizm ve Ayaklanma”, Seçme Eserler, Cilt 6, Çev: Saliha N. Kaya- İsmail Yarkın, İnter Yay., 1995.
[117] “Tarihin akışı içerisinde, istilacılar, kaba kuvvetten kaynaklanan ilk tasarruf haklarına, kendileri tarafından konan yasalar aracılığıyla, bir tür toplumsal paye vermeyi elverişli bulmuşlardır. En sonunda filozof gelir ve bu yasaların insanlığın genel rızasını ifade ettiğini açıklar”sa da; (Karl Marx, Toprağın Ulusallaştırılması, The International Herald, 15 Haziran 1872 tarihli 11. sayı.) “Burjuva mahkemeleri… para torbalarının çıkarlarını korumanın araçlarıdır,” (V. İ. Lenin, Toplu Eserler, Cilt: 26) buna kuşku yok.
[118] “Ama asıl önemli olan, bugün için terörün asla savaş meydanındaki ordu için bir harekât olarak değil, tüm mücadele sistemiyle sıkı sıkıya bağlantılı ve bütünleşmiş bir harekât olarak değil, hiç bir orduyla bağlantısı olmayan zaman zaman yapılacak bağımsız bir saldırı biçimi olarak önerilmiş olmasıdır. Aslında, merkezi bir örgüt olmadan ve mahalli devrimci örgütlerin bu zayıflığıyla, terörün olup olacağı da budur. Dolayısıyla biz, mevcut şartlarda bu mücadele aracının vakitsiz ve elverişsiz olduğunu, en faal savaşçıları gerçek görevlerinden, bir bütün olarak hareketin çıkarları açısından en önemli olan görevden saptıracağını ve hükümetin değil, devrimin güçlerini dağıtacağını üzerine basa basa belirtiyoruz. Son olayları bir hatırlayalım: Devrimciler bir önderler ve örgütleyiciler kurmayından yoksunken, işçi kitlelerinin ve şehirlerdeki sıradan halkın mücadelede ileri atıldığını gözlerimizle gördük. Bu şartlar altında, en atılgan devrimciler teröre başvururken, ciddi olarak güven duyulabilecek tek şey olan savaş müfrezelerinin zayıf düşmesi tehlikesi yok mudur? Huzursuzluk duyan, protestolarda bulunan, dağınık olan ve dağınık oldukları için de güçsüz olan kitleler ile devrimci örgütler arasındaki bağın kopma tehlikesi yok mudur? Oysa başarımızın biricik teminatı bu bağdır. Gözüpek bireysel darbelerin önemini inkâr edecek değiliz, ama günümüzde onca insanın bu yönde güçlü bir eğilim gösterdiği bir zamanda, terör düşüncesiyle kendinden geçmeye karşı, terörü esas ve temel mücadele aracı olarak görmeye karşı kararlı bir uyarıda bulunmak görevimizdir. Terör hiç bir zaman düzenli bir askeri harekât olamaz, olsa olsa, tayin edici bir saldırıda kullanılan metotlardan biri olarak hizmet edebilir.” (V. İ. Lenin, Örgütlenme Üzerine-Tüzükler, Çev: İsmail Yarkın, İnter Yay., 1988.)
[119] V. İ. Lenin, Örgütlenme Üzerine-Tüzükler, Çev: İsmail Yarkın, İnter Yay., 1988.
[120] V. İ. Lenin, Toplu Yapıtlar, Cilt:23.
[121] V. İ. Lenin, Uzaktan Mektuplar, Çev: Arif Saygı, Ürün Yay., 1975.
[122] V. İ. Lenin, Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, Çev: Cemal Süreya, Sol Yay., 1969.
[123] V. İ. Lenin, Seçme Eserler, Cilt VI: Devrim Yılı 1917, Çev: Saliha N. Kaya, İnter Yay., 1995.
[124] V. İ. Lenin, Ulusal ve Sömürgesel Ulusal Sorun Üzerine, Çev: Süheyla Kaya-İsmail Yarkın-Saliha Kaya, İnter Yay., 1998.
[125] V. İ. Lenin, Sosyalizm ve Savaş, Rus Sosyal-Demokrat İşçi Partisinin Savaşa Karşı Tutumu, Çev: N. Solukçu, Sol Yay., 1970.
[126] V. İ. Lenin, Marksizmin Bir Karikatürü ve Emperyalist Ekonomizm, Çev: Yurdakul Fincancı, Sol Yay., 1979.
[127] V. İ. Lenin, Nisan Tezleri ve Ekim Devrimi, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1969.
[128] V. İ. Lenin, Emekçi Kazakların Birinci Tüm-Rusya Kongresinde Yapılan Konuşma, 1 Mart 1920, Toplu Eserler, Cilt:30.
[129] V. İ. Lenin, Marksizmin Bir Karikatürü ve Emperyalist Ekonomizm, Çev: Yurdakul Fincancı, Sol Yay., 1979.
[130] ‘Bonn Uluslararası Silahsızlanma Merkezi’nin (BICC) 2016 Küresel Silahlanma Endeksi (GMI) raporunda silahlanmaya ilişkin ayrıntılar yer alıyor. Silahlanma harcamalarında 152 ülke listesinde Almanya 100’üncü sırada gelirken İsrail dünyanın en fazla askeri harcamasını yapan ülke olarak birinci sırayı alıyor. Silahlanan ülkeler arasında ilk onda İsrail’den sonra Singapur, Ermenistan, Ürdün, Rusya, Güney Kore, Kıbrıs Cumhuriyeti, Yunanistan, Azerbaycan ve Brunei geliyor. Brunei’yi Kuveyt, Belarus, Umman, Cezayir, Ukrayna, Bahreyn, Suudi Arabistan, Moğolistan, Vietnam ve Türkiye izliyor. Mısır cuntası 2013 yılındaki askeri darbe sonrasında 2015’te askeri harcamalarını 53,6 milyar dolara çıkartarak hissedilir bir artış kaydetti. Suudi Arabistan’ın silahlanma harcamaları gayri safi yurtiçi hasılasının yüzde 13,7’sine denk düşüyor.
Silah üreticisi ülkelerinden ABD, 595 milyar dolar harcama ile hâlâ en başta gelen ülke konumunda. Onu 214 milyar dolar ile Çin izliyor. Ardından 91 milyar dolar silahlanma harcamasıyla Rusya geliyor.
Kırım Yarımadası’nın Rusya tarafından ilhak edilmesinden sonra Ukrayna’nın silahlanmasının önemli ölçüde artmış olmasının pek şaşırtmadığı yorumları yapılıyor. Ukrayna 2015 yılında 23’üncü sıradayken 2016’da 15’inci sıraya yükselmiş bulunuyor. Polonya, Çek Cumhuriyeti ve Slovakya’nın yanı sıra üç Baltık ülkesi de 2013 ile 2015 yılları arasında askeri harcamasını artırdı. Litvanya’nın NATO müttefiki Almanya’dan M577 tipi 168 adet zırhlı araç satın almak üzere Almanya ile anlaşma imzaladığı ajanslara yansıdı.
Asya kıtasında Güney Çin Denizi’ndeki kıta sahanlığına ilişkin anlaşmazlıklar göz önünde bulundurulduğunda silahlanmada önemli ölçüde artışın görülmediği saptanıyor. BICC raporunda Çin, Endonezya, Vietnam, Filipinler ve Japonya’nın silah harcamalarının belirli bir düzeyde kaldığı belirtiliyor. Afrika ülkeleri de militarizmle boğuluyor. Örneğin Angola’da 100 bin kişiye sayısal olarak 1 doktor, fakat 48 asker düşüyor. (“Kaynaklar Ölüm Saçan Silahlara”, Özgürlükçü Demokrasi, 3 Aralık 2016, s.5.)
[131] “Propagandayla zehirlenmedikleri sürece, kitleler asla savaş düşkünü değildir.” (Albert Einstein.)
[132] V. İ. Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1968.
[133] Jonathan Marshall, “ABD’li Silah Üreticilerinin Gözü Yeni Bir Soğuk Savaş’ta”, 5 Eylül 2016, s.5.
[134] V. İ. Lenin, Nisan Tezleri ve Ekim Devrimi, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1969.
[135] V. İ. Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1968.
[136] “Militer yapıda demokrat polis olmaz” (Pınar Öğünç, “Ümit Kardaş: Militer Yapıda Demokrat Polis Olmaz”, Radikal, 23 Eylül 2013, s.8-9.)
“Polisin her bir kurşunundan her bir yurttaş sorumludur. Hesabını sormalıdır.” (Hayrettin Ökçesiz, “Gezi Eylemleri Sivil İtaatsizlik Hakkıdır!”, Cumhuriyet Bilim Teknik, No:1494, 6 Kasım 2015, s.15.)
[137] V. İ. Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1968.
[138] “Marksizm milliyetçilikle uzlaştırılamaz, isterse söz konusu olan milliyetçiliğin ‘en haklı’, ‘en saf’, en rafine ve medeni türü olsun.” (V. İ. Lenin, Ulusal Soruna Dair Eleştirel Notlar-1913.)
[139] “Burjuvalar devletlerine iyi ödemeler yapar ve risk almadan düşük ödemeler yapabilsinler diye bunun bedelini ulusun ödemesini sağlarlar. İyi ödemeler yaparak devletin uşakları arasından kendini koruyacak bir güç, bir polis teşkilâtı meydana getirirler. Kendileri vergilerini seve seve ödedikleri gibi ulusa yüksek vergiler ödetirler ki: kendi ödediklerini riske girmeden işçilerinin sırtına vergi olarak (emek ücretinden kesinti olarak) yeniden yükleyebilsinler.” (Karl Marx-Friedrich Engels, Alman İdeolojisi, [Feuerbach], Çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1976.)
[140] V. İ. Lenin, Devlet ve İhtilal, Çev: Kenan Somer, Bilim ve Sosyalizm Yay., 1989.
[141] V. İ. Lenin, Devlet ve İhtilal, Çev: Kenan Somer, Bilim ve Sosyalizm Yay., 1989.
[142] Friedrich Engels, Ailenin, Devletin ve Özel Mülkiyetin Kökeni, Çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1967.
[143] V. İ. Lenin, Devlet ve İhtilal, Çev: Kenan Somer, Bilim ve Sosyalizm Yay., 1989.
[144] Friedrich Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1967.
[145] V. İ. Lenin, Devlet ve İhtilal, Çev: Kenan Somer, Bilim ve Sosyalizm Yay., 1989.
[146] Geçerken soralım: “Sosyal Devlet” mümkün mü?
“Bilindiği gibi, Batılı ülkelerdeki kapitalist devletler ‘sosyal devlet’ olarak tanımlanmaktadır. Hâliyle bu tanımlama da, ciddi manipülasyonlara yol açmaktadır. Peki, bu tür bir tanımlama doğru mudur? Elbette değil!
Devlet, doğası gereği toplumsal (sosyal) bir karaktere sahip değildir, olamaz. Devlet, ayrıcalıklı bir sınıfın kendi ayrıcalıklarını toplumun geri kalanına kabul ettirebilmenin ve ayrıcalıklarını sürdürebilmenin bir aracı olarak ortaya çıkmıştır. Devletin tarihi, aynı zamanda sınıfların, sınıf farlılıklarının ve bu sınıf farklılıklarının kaçınılmaz sonucu olan sınıf çatışmalarının da tarihidir. Bu da demek oluyor ki, sınıflar olduğu müddetçe, birbirine karşıt sınıfların çatışması da kaçınılmaz olacaktır.
Egemen olan ve egemenliğini sürdürmek isteyen sınıf, egemenliğini sürdürebilmenin bir aracı olarak devlete ihtiyaç duyacaktır. Eğer bir toplumda devlet var ise, sınıflar da var demektir; sınıfların olduğu bir durumda ise devlet, egemen olan sınıfın devletidir. Hâl böyle olunca da, devletin sosyal (toplumsal) bir karakterinin olabilmesi mümkün değildir.
Peki, eğer devletin varlık nedeni ve karakteri bu iken, neden ona ‘sosyal devlet’ sıfatı takılır? Bunun nedeni, devletin çıplaklığını giyindirmektir.
Sınıf karakterini saklamaya ihtiyaç duymayacak yegâne devlet, ancak bir işçi devleti olabilir. Bunun dışındaki bütün devletlerin varlık nedeni, imtiyazlı sınıfın imtiyazlarını korumak ve çoğaltmaktır. Zaten ‘sosyal devlet’, ‘milli devlet’, ‘halkın devleti’ ya da ‘din devleti’ vb. tanımlamalara ihtiyaç duyulmasının nedeni de budur. Zira bu yolla hem devletin sınıf karakteri saklanmış olur, hem de devlet için geniş bir sosyal taban yaratılır.
Lâkin devletin karakterinin sınıf üzerinden değil de halk, ulus ya da din üzerinden yapılıyor olması, mevcut devletin bütün bir toplumun devleti olduğu anlamına gelmez. Çünkü toplum ortak bir etnisiteye, sosyolojiye ya da dini inanca sahip olsa da, kendi içinde uzlaşmaz çıkarlara ve çelişkilere sahip bir olgudur; dolayısı ile de birbiri ile çatışmalı çıkarlara sahip olan toplumun ortak çıkarlarını temsil eden bir devlet aygıtı söz konusu olamaz.
Bu demek değildir ki, sömüren sınıf ile sömürülen sınıfın ya da sınıfın bir kesiminin çıkarları hiç bir zaman çakışmaz.
Burjuvazi ile işçi sınıfının ya da işçi sınıfının bir kesiminin çıkarlarının örtüştüğü ve bir tür uzlaşmanın söz konusu olduğu durumlar da mümkündür. Batılı ülkelerde mevcut olan durum bu bakımdan iyi bir örnek teşkil edebilir.
Bilindiği gibi, Batılı ülkelerde işçi sınıfı ile burjuvazi arasında uzun yıllardır devam eden bir konsensüs mevcuttur. Zaten ‘sosyal devlet’ kavramı da bu konsensüsün bir ifadesi olarak kullanılmaya başlanmıştır. Lakin bu kavram bir devlete değil, bir stratejiye tekabül eder.
Buradaki maksat, Batı işçi sınıfını dünyanın geri kalan emekçileri karşısında ayrıcalıklı kılarak, dünya işçi sınıfının birliğini dinamitlemek ve Batı işçi sınıfını sistemi yedekleyen bir güç olarak örgütlemekti. Zaten bunda da başarılı olunmuştur.
Batı işçi sınıfı, uluslararası sömürünün bir neticesi olarak Batı’da toplanmış olan zenginlikten pay aldığı için ayrıcalıklıdır, suç ortağıdır; ama bu durum onu sömürülen bir sınıf olmaktan kurtarmadığı gibi, onu devletin sahibi de yapmaz.
Batı işçi sınıfının, adına ‘sosyal devlet’ denilen stratejiye, dolayısıyla da kapitalist devlete sahip çıkıyor olmasının nedeni, devletin sahibi olması değil, kendi ayrıcalıklı durumunu korumaktır.
Batı işçi sınıfının burjuvazi ile çatışması kaçınılmazdır. O vakit de, mevcut devletin Batılı işçi sınıfına yönelmesi, dolayısı ile Batılı işçi sınıfının bugün korumak için seferber olduğu devleti yok etmek için harekete geçmesi kaçınılmaz olacaktır.
Özcesi; bir yerde devlet var ise, sınıflar da var demektir devlet egemen olan sınıfın tahakküm aracı olarak vardır. Zira devletin orta çıkış nedeni budur. Eğer ki sınıflar yok ise, zaten devlete de gerek yok demektir. Devlet demek, sınıf egemenliği demektir; devlet sözcüğünün başına ya da sonuna çeşitli sıfatlar eklemekle devletin sınıfsal karakteri saklanabilir ama değişmez.
Yani devletin ‘sosyal’ bir karakteri olamayacağı gibi, sınıflı toplumlarda ‘sosyal devlet’ de olmaz.” (Rosza Roz, “… ‘Sosyal Devlet’ Mümkün mü?”, 2 Kasım 2014... http://dunyalilar.org/sosyal-devlet-mumkun-mu.html/)
[147] “Emir vermek istemeyenler koşulsuz itaat beklemezler.” (Siegfried Lenz, Almanca Dersi, çev: Ayşe Sarısayın, Everest Yay., 2012.)
[148] Karl Marx, Fransa’da İç Savaş, Çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1977.
[149] V. İ. Lenin, Seçme Eserler, Cilt: 3, Çev: İsmail Yarkın, İnter Yay., 1994.
[150] V. İ. Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1968.
[151] Karl Marx-Friedrich Engels-V. İ. Lenin-J. Stalin-Komintern&Clara Zetkin, Kadın Sorunu Üzerine, Çev: İsmail Yarkın, İnter Yay., 1996.
[152] V. İ. Lenin, Proleter Devrim ve Dönek Kautsky, Çev: Kenan Somer, Bilim ve Sosyalizm Yay., 2013.
[153] “Demokratik cumhuriyet, kapitalizmin mümkün olan en iyi politik biçimidir; esasen sermaye, demokratik cumhuriyeti ele geçirdikten sonra, iktidarını öyle sağlam, öyle emin bir biçimde kurar ki, burjuva demokratik cumhuriyetindeki hiç bir kişi, kurum, ya da parti değişikliği, onu sarsmaz.” (V. İ. Lenin, Devlet ve İhtilal, Çev: Kenan Somer, Bilim ve Sosyalizm Yay., 1989.)
[154] Friedrich Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, 13. Baskı., Sol Yay., 2005.
[155] Alain Badiou, Komünist Hipotez, Çev: Oylum Bülbül, Encore Yay., 2011.
[156] V. İ. Lenin, Marksizmin Bir Karikatürü ve Emperyalist Ekonomizm, Çev: Yurdakul Fincancı, Sol Yay., 1979.
[157] V. İ. Lenin, İki Taktik: Demokratik Devrimde Sosyal-Demokrasinin İki Taktiği, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1967.
[158] V. İ. Lenin, Marksizmin Bir Karikatürü ve Emperyalist Ekonomizm, Çev: Yurdakul Fincancı, Sol Yay., 1979.
[159] “Demokratik küçük-burjuvazinin devrimi olabildiğince çabuk ve olsa olsa yukarıdaki istemlerin gerçekleşmesiyle sonuçlandırmayı arzulamasına karşılık, az çok mülk sahibi tüm sınıflar egemen konumlarından uzaklaştırılıncaya dek, proletarya devlet gücünü ele geçirinceye ve yalnızca bir tek ülkedeki değil, dünyanın tüm önde gelen ülkelerindeki proleterlerin birliğinin, bu ülkelerin proleterleri arasındaki rekabetin ortadan kalkmış olduğu ve hiç değilse belli başlı üretici güçlerin proleterlerin ellerinde toplanmış bulunduğu noktaya ulaşıncaya dek, devrimi sürekli kılmak bizim sorunumuz ve bizim görevimizdir. Bizim için sorun özel mülkiyetin herhangi bir değişikliğe uğratılması değil, olsa olsa yok edilmesidir; sınıf karşıtlıklarının üzerinin örtülmesi değil, sınıfların ortadan kaldırılmasıdır; mevcut toplumun iyileştirilmesi değil, yeni bir toplumun kurulmasıdır.” (Karl Marx-Friedrich Engels, Seçme Yapıtlar, Cilt I., Çev: A. Kardam, S. Belli, M. Ardos, K. Somer, Sol Yay., 1976.)
[160] “Devrim korkusu, her zaman için devrimin yaygın bir ihtimal olmasından daha yaygın bir olgudur.” (Eric Hobsbawn.)
[161] V. İ. Lenin, İki Taktik: Demokratik Devrimde Sosyal-Demokrasinin İki Taktiği, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1967.
[162] V. İ. Lenin, Nisan Tezleri ve Ekim Devrimi, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1969.
[163] V. İ. Lenin, Proleter Devrim ve Dönek Kautsky, Çev: Kenan Somer, Bilim ve Sosyalizm Yay., 2013.
[164] İnsanlığın entelektüel geçmişi köylülüğün politik hayatta öncülük yapmasa de çok önemli bir rol oynadığını ortaya koyuyor. Köylüler dünya toplumunun verdiği sosyal mücadelede merkezi rol oynadı. XX. yüzyılda üçüncü dünya ülkelerinde ve Yunan iç savaşların sonucunu belirleyen, büyük oranda sosyal mücadeledeki köylü unsurlardı. Çiftçilerin belirleyici özelliğini dikkate almadan, bu tür sosyal mücadelelerin sonuçlarını anlamak hayli zordur. Örneğin Alman işgaline karşı çeşitli direniş örgütleri kuran Ulusal Kurtuluş Ordusu (ELAS) idi. Yine Doğu Avrupa deneyimleri çok önemlidir. Yeşil enternasyonal bölgeler var. Bu hareketler bulundukları ülkelerin entelektüel ve politik hayatına önemli katkı sunuyorlardı. Bulgaristan Çekoslovakya’da kendi köy partileri bile vardı. Bulgaristan’da 1919-1923 arasında iktidarda bulunan ve kapsamlı toprak reformları uygulayan köylü partisi çoğunluğu almış hükümeti kurmuştu
Sonradan darbe yapıldı ve köylü başkanı olan Aleksandır Stamboliyski ve diğer parti liderleri öldürülürdü. Polonya ve Romanya da buna benzer olaylar yaşandı bir yandan köylü hareketleri çok gelişiyordu bir yandan ona yönelik baskı vardı. Çünkü bu köylü partilerin iktidara gelmesi toprak sahiplerini zorluyordu. Bu ülkelerdeki sınıf savaşlarında köylüler belirleyici konuma geldi. Büyük bir güç sahibi oluyorlardı. Muhafazakârlar, kendilerini proleter sanan partiler ve yeşil enternasyonal partileri vardı. Onlara çok büyük destek vardı. Ama dikte geldi ve köylü hareketleri yok edildi. Liderleri öldürülmeyenler de Polonya’daki gibi iktidardan uzaklaştırıldılar. Çin ve Vietnam gibi köylü devrimlerini saymıyoruz bile…
Yine Latin Amerika köylülerinin sınıfsal mücadelesi bu bölgenin hayatında çok önemli rol oynadı ve oynamaya devam ediyor. Bu farklı nüfus gruplarının arasındaki çatışmalarda olduğu kadar silahlı mücadele de aynı şekildedir. (Rahmi Yağmur, “Köylüler Sosyal Mücadelelerde Merkezi Rol Oynadı”, Gündem, 13 Ocak 2015, s.13.)
[165] V. İ. Lenin, İki Taktik: Demokratik Devrimde Sosyal-Demokrasinin İki Taktiği, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1967.
[166] V. İ. Lenin, Proleter Devrim ve Dönek Kautsky, Çev: Kenan Somer, Bilim ve Sosyalizm Yay., 2013.
[167] Karl Marx, 1844 El Yazmaları, Çev: Murat Belge, İletişim Yay., 2000.
[168] “Bir tane kız mıdır, kadın mıdır bilemem.” (Tayyip Erdoğan, Dilşat Aktaş hakkında…)
“Benim bedenim, benim kararım diyenler feminist.” (Tayyip Erdoğan, Kürtaj tartışmaları hakkında…)
“Kürtajı bir cinayet olarak görüyorum.” (Tayyip Erdoğan, Kürtaj tartışmaları hakkında…)
“Tecavüze uğrayan doğursun, gerekirse devlet bakar.” (Recep Akdağ, AKP Bakanı, Kürtaj tartışmaları hakkında…)
“Tecavüze uğrayan da kürtaj yaptırmamalı. Bosna’da kadınlar tecavüze uğradı ama doğurdular.” (Ayhan Sefer Üstün, AKP Milletvekili, İnsan Hakları Komisyonu Başkanı…)
“Kadın ahlâklı olsun, kürtaj yapmak zorunda kalmasın.” (İ. Melih Gökçek, AKP Ankara Belediye Başkanı)
“Anası tecavüze uğruyorsa neden çocuk ölsün? Anası ölsün.” (İ. Melih Gökçek, AKP Ankara Belediye Başkanı…)
“Kızlarına sahip çıksalarmış.” (Celalettin Cerrah, Münevver Karabulut cinayeti hakkında…)
“Medya olayları abartıyor. Kadına yönelik şiddet algıda seçicilik.” (Fatma Şahin, AKP eski Bakanı…)
“Evdeki işler yetmiyor mu?” (Veysel Eroğlu, AKP Bakanı, Kendisinden iş isteyen kadına…)
“Kadınlar iş aradığı için işsizlik yüksek.” (Mehmet Şimşek, AKP Bakanı…)
“Kızlar okuyunca erkekler evlenecek kız bulamıyor.” (Erhan Ekmekçi, AKP İl Genel Meclis Üyesi…)
[169] Emma Goldman, Dans Edemeyeceksem Bu Benim Devrimim Değildir, Çev: Necmi Bayram, Agora Yay., 2006.
[170] Paul N. Siegel, Dünya Dinleri ve İktidar, çev: Selin Dingillioğlu, Yordam Yay., 2013.
[171] Emma Goldman, Dans Edemeyeceksem Bu Benim Devrimim Değildir, Çev: Necmi Bayram, Agora Yay., 2006.
[172] “Din yalnız dünyayı tasavvur etme tarzı değil, aynı zamanda dünyada mevcut olma ve davranma tarzıdır.”
[173] “Işığıyla aydınlatan tek kilise, alevler içinde yanan bir kilisedir.” (Buenaventura Durruti.)
[174] “Doğaya yenik düşen ilk insanların tanrılara, şeytanlara, mucizelere ve benzeri şeylere inanmasına yol açışı gibi, sömürülen sınıfların sömürenlere karşı mücadeledeki yetersizliği de kaçınılmaz olarak ölümden sonra daha iyi bir yaşamın varlığına inanmalarına yol açar.”
[175] V. İ. Lenin, Sosyalizm ve Din, Çev: Öner Ünalan, Bilim ve Sosyalizm Yay., 2013.
[176] Karl Marx, Yahudi Sorunu, Çev: Sol Yayınları Yayın Kurulu, Sol Yay., Ekim 1997.
[177] V. İ. Lenin, Sosyalizm ve Din, Çev: Öner Ünalan, Bilim ve Sosyalizm Yay., 2013.
[178] “Ama anti-otoriterciler, otoriter siyasal devletin, bir çırpıda, hatta onu yaratmış bulunan toplumsal koşullar yokolmazdan önce, ortadan kaldırılmasını istiyorlar. Bunlar, toplumsal devrimin ilk işinin otoritenin ortadan kaldırılması olmasını istiyorlar. Bu baylar hiç bir devrim görmüşler midir? Devrim, elbette ki, en otoriter olan şeydir; bu, nüfusun bir bölümünün kendi iradesini, nüfusun öteki bölümüne tüfeklerle, süngülerle ve toplarla -akla gelebilecek bütün otoriter araçlarla- dayattığı bir eylemdir; ve eğer muzaffer olan taraf yok yere yenik düşmek istemiyorsa, bu egemenliğini, silahlarının gericiler üzerinde yarattığı terör ile sürdürmelidir. Paris Komünü, silahlı halkın otoritesini burjuvaziye karşı kullanmamış olsaydı, bir gün olsun dayanabilir miydi? Tersine, Paris Komünü’nü bundan yeterince serbest bir biçimde yararlanmamış olmakla suçlamamız gerekmiyor mu?” (Friedrich Engels, “Otorite Üzerine”, Karl Marx-Friedrich Engels, Seçme Yapıtlar, Cilt II., Çev: A. Kardam, S. Belli, M. Ardos, K. Somer, Sol Yay., 1977.)
[179] Friedrich Engels, Ütopik Sosyalizm, Bilimsel Sosyalizm, Çev: Sol Yayınları Yayın Kurulu, Sol Yay., 1970.
[180] Leo Huberman, Sosyalizmin Alfabesi, Çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1966.
[181] Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, Çev: Muzaffer Erdost, 1976.
[182] Karl Marx-Friedrich Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, Çev: Barışta Erdost, Sol Yay., 1969.
[183] V. İ. Lenin, Ütopik ve Bilimsel Sosyalizm, çev: Şiar Yalçın, Bilim ve Sosyalizm Yay., 1990.
[184] “Sosyalizm çok çetrefilli bir yol. Her ne kadar kapitalistleri ve kapitalizmi alaşağı etmeyi hedeflese de yolun sonunda -kılıf değiştirmiş hâliyle- onunla yeniden karşılaşmak mümkün. Hatta yolun sonunu beklemeye de hiç gerek yok! En basit hâliyle, sistemin yönetici öznelerinin kimler olacağı konusu bile daha başından sosyalizmin kaderi hakkında net bilgi veriyor. Tam da burada aydınlar çok şaibeli bir yerde duruyor… Yöneten öznesi olmak, işin daha başından yönetilenlerin yeterli zihinsel özellik ve yeteneklere sahip olmamalarını da beraberinde getirdiğinden, yönetenlere hiç de hak etmedikleri misyon(lar) ve güç yüklüyor. Gerisi ise çorap söküğü gibi geliyor. Ezilenler bu kez de sosyalizm soslu bir çarkın içinde, gizli kapitalistlerin, yani yönetici kapitalistlerin eline kendi istekleriyle düşmüş oluyorlar. Üstelik bir önceki sistemde kuşandıkları silahlarını da terk etmiş olarak. (Jan Waclaw Makhayski, Aydınlar Sosyalizmi, çev: İhya Kahraman, Ayrıntı Yay., 2016.)
[185] V. İ. Lenin, Marksizmin Bir Karikatürü ve Emperyalist Ekonomizm, Çev: Yurdakul Fincancı, Sol Yay., 1979.
[186] V. İ. Lenin, Devlet ve İhtilal, Çev: Kenan Somer, Bilim ve Sosyalizm Yay., 1989.
[187] Karl Marx, Fransa’da Sınıf Mücadeleleri, Çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1967.
[188] Karl Marx-Friedrich Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, Çev: Barışta Erdost, Sol Yay., 1969.
[189] V. İ. Lenin, Devlet ve İhtilal, Çev: Kenan Somer, Bilim ve Sosyalizm Yay., 1989
[190] “Eskiden, sorun şöyle konuyordu: Proletarya, kurtuluşunu sağlamak için, burjuvaziyi alaşağı etmek, siyasal iktidarı fethetmek, devrimci diktatoryasını kurmak zorundadır… Şimdi, sorun biraz başka türlü konuyor: Komünizme doğru giden kapitalist toplumdan komünist topluma geçiş, ‘siyasal bir geçiş dönemi’ olmaksızın olanaksızdır; ve bu dönemin devleti de proletaryanın devrimci diktatoryasından başka bir şey olamaz.” (V. İ. Lenin, Devlet ve Devrim, Çev: Kenan Somer, Bilim ve Sosyalizm Yay., 1989, s.95.)
[191] V. İ. Lenin, Devlet ve İhtilal, Çev: Kenan Somer, Bilim ve Sosyalizm Yay., 1989
[192] V. İ. Lenin, Proleter Devrim ve Dönek Kautsky, Çev: Kenan Somer, Bilim ve Sosyalizm Yay., 2013.
[193] Karl Marx, 1844 El Yazmaları: Ekonomi Politik ve Felsefe, Çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1993.
[194] “Gerçekten de, iş paylaştırılmaya başlar başlamaz herkesin kendisine dayatılan işin dışına çıkamadığı, yalnızca kendine ait belirli bir faaliyet alanı olur; o kişi avcıdır, balıkçıdır ya da çobandır ya da eleştirici eleştirmendir, ve eğer geçim araçlarını yitirmek istemiyorsa bunu sürdürmek zorundadır.
Oysa herkesin bir başka işe meydan vermeyen bir faaliyet alanının içine hapsolmadığı, herkesin hoşuna giden faaliyet dalında kendini geliştirebildiği komünist toplumda, toplum genel üretimi düzenler, bu da, benim için, bugün bu işi, yarın başka bir işi yapmak, canımın istediğince, hiç bir zaman avcı, balıkçı ya da eleştirici olmak durumunda kalmadan sabahleyin avlanmak, öğleden sonra balık tutmak, akşam hayvan yetiştiriciliği yapmak, yemekten sonra eleştiri yapmak olanağını yaratır.” (Karl Marx-Friedrich Engels, Alman İdeolojisi, [Feuerbach], Çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1976.)
[195] “Komünizmi ancak eski toplumun bize bıraktığı bilgi, örgüt ve kurumların toplamından, insan gücü ve araçlar rezerviyle kurabiliriz. Ancak gençliğe verilecek dersleri, gençliğin örgütlenmesi ve eğitimini temelden değiştirirsek, yeni kuşağın çabalarıyla, eskisinden farklı bir toplum, yani komünist toplumu kurmayı başarabiliriz.” (V. İ. Lenin, Seçme Eserler, Cilt IX, (Yeni Ekonomik Politika ve Sosyalist İnşa), Çev: Süheyla Kaya, İnter Yay., 1997.)
[196] Karl Marx-Friedrich Engels, Alman İdeolojisi, [Feuerbach], Çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1976.
[197] Karl Marx, Kapital, Ekonomi Politiğin Eleştirisi, Cilt III: Bir Bütün Olarak Kapitalist Üretim Süreci, Çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1978
[198] Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1976.
[199] Karl Marx-Friedrich Engels, Seçme Yapıtlar, Cilt I., Çev: A. Kardam, S. Belli, M. Ardos, K. Somer, Sol Yay., 1976.
[200] V. İ. Lenin, Seçme Eserler, Cilt 5: Emperyalizm ve Emperyalist Dünya Savaşı, Çev:Süheyla Kaya, İnter Yay., 1995.
[201] “Bir sosyalist olarak ben, eğer düşman yurduma girmişse, yurdumu savunma hak ve görevine sahibim diyorsa, bu bir sosyalistin, bir enternasyonalistin, bir devrimci proleterin değil, milliyetçi bir darkafanın argümanıdır. Çünkü bu argümanda, işçinin sermayeye karşı devrimci sınıf mücadelesi yitip gidiyor, genelde tüm savaşın dünya burjuvazisi ve dünya proleteryası değerlendirilmesi yitip gidiyor, yani enternasyonalizm yitip gidiyor ve yerine sadece zavallı kemikleşmiş bir milliyetçilik kalıyor. Ülkem haksızlığa uğradı başka hiç bir şey umurumda değil - böyle bir argüman buraya varır, bu argümanın küçük burjuva milliyetçi dar kafalılığı burada yatar.” (V. İ. Lenin, Enternasyonalizm Nedir?-1918.)
[202] Elif Ergu, “Işın Çelebi: Kapitalizm Bitiyor”, Hürriyet, 17 Aralık 2016, s.8.
[203] Neo-liberal küreselleşmenin çöküşü 2014 yılında bilinçlere çıkmıştı. 2016 yılında sağ popülizm olarak sokaklara döküldü. “Vatandaşlar” uzmanların ayrıntılı açıklamalarına, tavsiyelerine aldırmadan, ne hissediyorlarsa -genelde öfkeliydiler- o yönde davranmayı seçtiler; Brexit, Trump dediler. Kurulu düzenin sahipleri (yüzde 1) ve onların sözcüsü liberal entelijensiya, medya 2016 yılında çok “şaşırdı”…
Sermayenin anlamlar sistemini belirleme tekelinin kırılmış olması, 2017 yılının en önemli konularından biri olacak! Kırılan yerde açılmaya başlayan boşluğu ne dolduracak? Ekonomik sistemde “reform” sağ popülistlerin elinde, korumacılık ve milliyetçilik, emperyalist rekabet belki de savaş yönünde mi gidecek? Kırılmanın yarattığı boşluğa sağ popülizmin, sermayenin sunduklarından başka bir şey koymaya fırsat olacak mı? (Ergin Yıldızoğlu, “Zor Bir Yıla Girerken”, Cumhuriyet, 29 Aralık 2016, s.9.)
[204] Ergin Yıldızoğlu, “Pazarlıklar, Savaşlar, ‘Devrimler’ Çağı”, Cumhuriyet, 19 Ocak 2017, s.9.
[205] Wayne Madsen, “ABD’nin Eski Tüfek Âkil Adamları ve Vestfalya Faşizmi”, Gündem, 24 Mart 2015, s.13.
[206] Ergin Yıldızoğlu, “Asya Altyapı Yatırım Bankası”, Cumhuriyet, 24 Mart 2015, s.9.
[207] Ergin Yıldızoğlu, “Kaos Korkusu ve Emperyalizm - IV”, Cumhuriyet, 29 Haziran 2015, s.9.
[208] Ergin Yıldızoğlu, “… ‘İlginç Zamanlar’, İki ‘Tuzak’!”, Cumhuriyet, 1 Ekim 2015, s.8.
[209] Mesela Norveç merkezli ‘İç Göç İzleme Merkezinin (IDMC) hazırladığı ‘Afrika İç Göç Raporu’na göre, kıtadaki çatışma ve şiddet olayları, 2016 sonuna kadar 12.4 milyon kişinin yaşadığı yeri terk etmesine sebep oldu. Bu rakam dünya genelinde şiddet kaynaklı iç göçe zorlanmış 40.8 milyon kişinin yüzde 30’unu oluştururken, başka ülkelere göç eden 5.4 milyon Afrikalı mülteci rakamının ise yaklaşık iki katına denk geliyor. Rapora göre, doğal afet ve çatışmaların 2015 yılında, 3.5 milyon Afrikalıyı yani her gün yaklaşık 10 bin kişiyi evini terk etmeye zorladığı, 2.4 milyon kişinin çatışma ve şiddet, 1.1 milyon kişinin de doğal afet ve kuraklık sebebiyle iç göçe maruz kaldığı belirtiliyor. (“Her Gün 10 Bin Kişi Kaçıyor”, Özgürlükçü Demokrasi, 16 Aralık 2016, s.5.)
Önlem almazsak 30 yıl sonra her dakika ekilebilir arazinin 27 hektarını kaybetmeye başlayacağız. 2 milyar insan su kıtlığı yaşamaya devam edecek ve su stresi birçok ülkede daha çok yaşanacak. Milano’da yapılan ‘VII. Uluslararası Gıda ve Beslenme Forumu’nda bu hızla 2050’de dünya nüfusunun 10 milyara ulaşacağı ve gıda üretiminin yetmeyeceği vurgulandı. Bu konuda Guido Barilla, “XX. yüzyılın başında 1.5 milyar düzeyinde olan dünya nüfusu, bugün 7 milyarı aştı. 2050’de ise 10 milyara ulaşması bekleniyor. AB ülkelerinin nüfusu azalırken, hızla gelişmekte olan ülkelerde nüfus artışı gerçekleşecek. Bu dönüşümün, olağanüstü iklim değişikliğinin gerçekleşmesine etki etmesi bekleniyor” dedi. 
2 milyardan fazla insanın aşırı gıda tüketimi nedeni ile obezite sorunu ile karşı karşıya olduğunu, 1.8 milyar insanın ise yiyeceğe erişemediği bir paradoks yaşandığını belirten Guido Barilla sözlerini şöyle sürdürdü: “Dünyayı beslemek için bir buçuk gezegen tüketiliyor. Maalesef her yıl gıda üretiminin üçte biri israf oluyor. Herhangi bir yiyeceğe neredeyse hiç erişemeyen 1.8 milyar insan sayısı gün geçtikçe artıyor. 2050 yılına kadar aynı şekilde devam edersek, mevcut bitkisel üretim alanlarının 3 katına ihtiyacımız olacak. Çevresel faktörleri de göz önünde bulundurursak, bu gidişat kıtlığa, yoksulluğa ve açlığa sebep olacak. (“Kıtlığa Doğru Gidiyoruz”, Cumhuriyet, 20 Aralık 2016, s.18.)
[210] Saygı Öztürk, “Bölgemiz Dünya Savaşına Gebe”, Sözcü, 31 Ocak 2017, s.14.
[211] “Üçüncü Dünya Savaşı Çıkartacak Sözler...”, Hürriyet, 30 Ocak 2017… http://www.hurriyet.com.tr/ucuncu-dunya-savasi-cikartacak-sozler-40350467
[212] “Gorbaçov: Sanki Dünya, Savaş Hazırlığı Yapıyor”, 27 Ocak 2017… https://tr.sputniknews.com/savunma/201701271026965963-gorbacov-dunya-sav...
[213] Orhan Bursalı, “Savaşları Bitirecek Gelişme, İktidara Ne Zaman Gelir”, Cumhuriyet, 9 Ocak 2017, s.6.
[214] “Dünyanın çeşitli kanaat önderleri, gazete-blog köşelerinde Üçüncü Dünya Savaşı olasılığını gündeme getirdi. Bizim medyada da özellikle de Ortadoğu’da ‘vekâlet’ savaşlarının, Üçüncü Dünya Savaşı’nı tetikleyebileceği yazıldı. Öyle mi? Hayır. Ne ABD ne Rusya ne Avrupa ne de uzaktaki Çin, Ortadoğu için büyük bir savaşın sözünü bile etmez. Çünkü değmez. Ortadoğu küçük çıkarların bölgesi. Tamam dünyanın petrolü var. Ama bölgedeki petrol örneğin ABD’yi pek de ilgilendirmiyor, çünkü kaya kumundan çıkardığı petrol ile bölgeye bağımlılığını çok azalttı. Alaska var.
Dünyanın petrole bağımlılığı azalıyor. Yenilenebilir enerjilerin payı artıyor. Almanya atom santrallarını bile devreden çıkardı. Öncelikle güneş ve rüzgâr, toplam enerjilerde paylarını yükseltiyor. Bu teknolojilerin verimleri de giderek artıyor. Petrole ve doğalgaza Avrupalıların bağımlılığı daha çok. Boru hatları Doğu’dan Batı’ya uzanıyor. Fakat Avrupalıların derdini, Amerikalıların kendilerine fazla dert etmeyeceği bir döneme giriyoruz. Avrupa petrol güvenliğini ve ihtiyacını ABD’nin şemsiyesi olmadan daha çok bizzat kendisi karşılayacak artık… Ortadoğu’dan dünya savaşı çıkmaz.” (Orhan Bursalı, “Üçüncü Dünya Savaşı Konusu (2): Ortadoğu İçin 3. Savaş Olur mu?”, Cumhuriyet, 29 Aralık 2016, s.6.)
“Yaşadığımız sarsıntı, ‘eski dünya’nın krizidir. Her ne kadar Trump gibi bu eski dünyanın insanları bu sarsıntıyla iktidara geliyor olsa da. Bir ilk aşamadayız sanki: Yeni’nin, ‘yeni dünya’nın arayışı. Eski dünyanın, bunalımlar, sorunlar çıkınca işlemeyen klasik ‘demokrasi’ yöntemi-sistemi- anlayışı eninde sonunda bitecek. Yeni dünya, kendi yeni ‘demokrasi’ anlayışı ile doğmak zorunda. ‘Bilgi Toplumu’, bu yeni toplumun ekonomisi ve buna uygun demokrasi sistemi ve anlayışının arayışı olacak gibi...” (Orhan Bursalı, “Eski Toplumun ve Demokrasi Anlayışının İflası”, Cumhuriyet, 13 Kasım 2016, s.6.)
“Batı toplumlarının savaştan yana tavır alacaklarını düşünmeyin, şu mülteciler geliyor refah düzeyimiz düşüyor kuşkusu ile ayağa kalkan Batı toplumları mı dünya savaşı isteyecek...” (Orhan Bursalı, “Çin ve ABD... 3. Savaş mı? Üçüncü Dünya Savaşı Konusu (3)”, Cumhuriyet, 27 Aralık 2016, s.6.) “3. dünya savaşının kazananı olmayacağı için asla bir nükleer savaş olmaz.” (Orhan Bursalı, “3. Dünya Savaşı Olasılığı Üzerine-4: ‘Atom Savaşı Olmaz’ ve Zekâ ABD’nin Tekelinde Değil”, Cumhuriyet, 29 Aralık 2016, s.6.) Ayrıca bkz: Orhan Bursalı, “Üçüncü Dünya Savaşı Olur mu? (1)”, Cumhuriyet, 25 Aralık 2016, s.6…
[215] Ergin Yıldızoğlu, “Kazanın İçindeki Kurbağa”, Cumhuriyet, 6 Ağustos 2014, s.4.
[216] Ergin Yıldızoğlu, “2007-2017”, Cumhuriyet, 19 Aralık 2016, s.9.
[217] “Tek ayrıcalıklı sınıf çocuklardır.” (V. İ. Lenin.)
[218] https://www.worldwealthreport.com/, 12 Aralık 2014.
[219] Aslı Aydın, “Prof. Dr. Erinç Yeldan: Sanayisizleştirme Anlayışı Terk Edilmeli”, Birgün, 1 Ekim 2016, s.5.
[220] İlknur Bilir, “Dünyanın En Zengin 8 Kişisi, Dünya Nüfusunun Yarısının Toplam Gelirine Sahip”, 16 Ocak 2017… http://medyascope.tv/…/dunyanin-en-zengin-8-kisisi-dunya-n…/
[221] “8 Zenginin Serveti, Dünyanın Yarısına Bedel”, Milliyet, 16 Ocak 2017… http://www.milliyet.com.tr/8-zenginin-serveti-dunyanin-dunya-2379546/
[222] “Dünya Zenginliğinin Yüzde 89’u, Yüzde 10’luk Nüfusun Kontrolünde”, 22 Kasım 2016… http://direnisteyiz3.org/dunya-zenginliginin-yüzde 89u-yüzde 10luk-nufusun-kontrolunde/
[223] Pelin Ünker, “Servet Azalırken Borçlar Katlandı”, Cumhuriyet, 26 Kasım 2016, s.8.
[224] “Dünya Zenginliğinin Yüzde 89’u, Yüzde 10’luk Nüfusun Kontrolünde!”… http://www.halkinbirligi.net/dunya-zenginliginin-%89u-%10luk-nufusun-kon...
[225] V. İ. Lenin, Uzaktan Mektuplar, Çev: Arif Saygı, Ürün Yay., 1975.
[226] V. İ. Lenin, “İşçi Sınıfı ve Yeni-Maltusçuluk”, içinde: Karl Marx-Friedrich Engels, Nüfus Üzerine, Yayına Hazırlayan: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1976
[227] Erinç Yeldan, “Ekim Devrimi Yüz Yaşında”, Cumhuriyet, 4 Ocak 2017, s.9.
[228] Issac Deutscher, Troçki, Silahlı Sosyalist, Ağaoğlu Yay., 1969.
[229] Karl Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, Çev: Kenan Somer, Sol Yay., Ekim 1997.
[230] “Diktatörlüklere hayır, demokrasi kılığına girmiş diktatörlüklere hayır derken, gerçek bir demokrasi için mücadeleye evet diyoruz; kimsenin ekmeğinin ve sözünün reddedilmeyeceği, Neruda’nın bir şiiri ya da Violeta’nın bir şarkısı kadar tehlikeli ve güzel olacak bir demokrasi için mücadeleye evet diyoruz”...
“Onursuz barışa hayır derken, adaletsizliğe karşı kutsal isyan hakkına ve onun halk direnişleri tarihi kadar uzun tarihine evet diyoruz”...
“Paranın özgürlüğüne hayır derken, insanların özgürlüğüne evet diyoruz”...
“Dünyayı bitimsiz bir kışlaya çeviren güçlülerin intihara varan egoizmine hayır derken, bize evrensel bir anlam katan, tüm o gardiyanlara rağmen bütün sınırlardan daha güçlü olan insan direnişine evet diyoruz”...
“Hayal kırıklığının hüzünlü cazibesine hayır derken, umuda evet diyoruz”… (Eduardo Galeano, Biz Hayır Diyoruz-Seçme Yazılar, Çev: Bülent Kale, MetisYay., 2008.)
[231] Cemal Süreya’nın dediği üzere: “Öyle birini sevin ki;/ Yüreğinin solda attığını hissettirsin, kavgada yiğit olsun, devrimci olsun…/ Ekmeğini eşitçe bölüşebilsin yok olanlarla…
Öyle birini sevin ki;/ Geride duracağına, elini tutup en öne çıksın senin ile kalabalıklarda./ Tv başında yorum yapacağına, orada olmalıyız desin…
Öyle birini sevin ki;/ Umudu iki kişilik olsun, acıdığı için değil yardım etmek istediği için diz çöksün başkasının önünde./ Suyunu, ekmeğini paylaşsın
Öyle birini sevin ki;/ Direnmelisin desin, kavgadayız desin, umuduz biz, geleceğiz desin…
Öyle birini sevin ki;/ Nâzım’ın Piraye’sini kıskandırsın severken…/ Severken bütün devrimleri anımsatsın göğüs kafesinde!
Öyle birini sevin ki;/ sosyalizm koksun her sözü, henüz yazılmamış bir kitap gibi baksın gözleri…
Öyle birini sevin ki;/ Sigarasını içerken bütün ölü şairler utansın yazdıklarından,
Öyle birini sevin ki;/ Sen devrimcisin, yoldaşın olsun ömür boyunca! Her direnişte, her kavgada, yanı başında…”
 

Kategori: 

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Hapishane Dergisinin 51. Sayı...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 2024 tarihli 51. sayısı...
TEK KİŞİLİK HÜCREDE YAZILAN BİR ÖYKÜ: DE...
               Mahallenin kimi çocukları ondan hem korkar hem de onunla uğraşmaktan vazgeçmezdi kargalar...
Duvarları delen çizgiler
Balıkesir Burhaniye yakınlarında yaşayan arkadaşlara davet. 10 Aralık'ta Insan hakları haftasında, Burhaniye Yerel Demokrasi ve Insan Hakları Gündemi...

Konuk Yazarlar

Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...
Girit Leblebisi
  Ben vakitlice davranmış, gün batımını da izlemek için kahvelerin gürültüsünden uzakça bir bankı gözüme kestirip oturmuştum. Bir süre sonra,...