DUY DA İNANMA, ARİF ÖĞRETMEN

Sibel Karakız kullanıcısının resmi
Arif neye uğradığını hâlâ anlamış değildi. Aklından dahi geçirmediği, bir felaket gelmişti başına. Karanlık hücrede yatarken, dişini dudağına geçirmiş, kanatırcasına sıkıyordu. Başına gelen bu felaketin bir düş, bir rüya olmasını istiyordu. Maalesef rüya değildi. Yaşadığı kâbus acı bir gerçekti. İsyan etti! “Suçum neydi? Kime ne zarar verdim?” diye isyan ediyordu.

 
Tek bir dileği vardı: Üniversiteyi kazanıp öğretmen olmak istiyordu. Ailesi fakirdi.  Yaşadığı köy ilçeye yakın olduğu için, taşımalı eğitim sistemiyle liseye kadar okuyabilmişti.
Daha fazla okumasını istemiyordu ailesi. Hem köyde yapılacak işler için adam lazımdı, hem de hem de paraları yoktu. Ama Arif kararlıydı. Gizlice girdi sınava. Sınıf öğretmenliğine yetecek puanı almıştı. Şans ondan yanaydı. O sene, köyüne yakın mesafede olan ve liseyi bitirdiği ilçeye, üniversite açılmıştı. Tercihini, bu üniversiteden yana kullandı. Tıpkı lisede olduğu gibi, köyünden gidiş geliş yapabilecekti. Buna rağmen ailesi okumasını istemiyordu. “Köyde kal, işlerimizi yap. Evimizin tek oğlusun. Gitme, başımızda dur,” diyordu, anası ve babası. O da: "Hem okur, hem işlerini yaparım. Köyden ayrılmayacağım." deyince ikna oldular sonunda.
Arif'in okulda ne arkadaş grubu ne de sosyal bir hayatı vardı.  Yıllarca hem köyünde çalıştı, hem de üniversite eğitimine devam etti. Okul çıkışı doğruca köyüne dönüyor, bağ bahçeyle veya koyun kuzuyla meşgul oluyordu. O eğitimli bir köy çocuğuydu artık. Bilgisini görgüsünü arttırsa da hayatının büyük bir bölümü köyünde geçiyordu. Dolayısıyla, bu da onun hem konuşmasına, hem de davranışlarına yansıyordu. Değiştiremediği şivesi ve giyim tarzının da arkadaşları tarafından garip karşılandığının bilinci içindeydi. Ama bunları kendine fazlaca dert etmiyordu yine de.
Sonunda okulunu bitirdi. O, hem köy çocuğu, hem de öğretmendi artık. Ataması yapıldığında dahi doğallığını kaybetmedi. İlk ataması, doğup büyüdüğü yere benzeyen bir köye çıkmıştı. O hoyrat köylü çocuğunun davranışları, hiç yadırganmamış, hatta kendilerinden biri gibi görmüşlerdi onu. O güne kadar gelen öğretmenlerden çok daha fazla değer verip sevdiler. Kendisi de sevmişti köyü ve köylüleri. Yıllarca kaldığı bu köyde, başarılı öğrenciler yetiştirmesi Arif’i fazlasıyla mutlu kılmıştı.
Aradan uzun yıllar geçti ve kendi köyünde, gönül verdiği bir komşu kızıyla evlendi Arif. Buna rağmen köy okulunda öğretmenlik yapmaya devam etti. Eşi de şikâyetçi değildi, köyde yaşamaktan. Mutlu evliliklerinde, iki de bebekleri gelmişti dünyaya.
Bir gün çok rahatsızlandı Arif. Apar topar hastaneye kaldırdı sevenleri onu. Ağır bir kalp ameliyatı geçirdi. Kalbine pil takıldı. Doktoru kendini yormamasını ve en ufak bir şikâyette acilen hastaneye gelmesini tembih etti. Sık sık da kontrolleri de vardı.
Öğretmenlik yaptığı köy Karadeniz Bölgesindeydi. Kış aylarında, zaman zaman yollar kapanıyor ve haftalarca açılmayabiliyordu. Mecburen tayin isteyecekti. Hem de tam teşekküllü hastanenin bulunduğu bir il olmalıydı, gideceği yer.
Doktor raporunu iliştirdiği tayin dilekçesini vermesinden kısa bir süre sonra, nihayet büyük bir şehre tayini çıktı. Öğrencileri ve köy halkı çok üzülmüştü, Arif'in hem rahatsız oluşuna, hem de gidişine.
Okul, şehrin zengin kesiminin oturduğu bir mahalledeydi. Kiralar öylesine yüksekti ki, “nasıl öderim?” diye kara kara düşünüyordu Arif. Nihayet, bir apartmanın giriş katında bulunan, küçük daireyi kiralayabildi. Okulda neden boş kadro olduğunu, kiralık ev ararken anlayabilmişti. Bir öğretmenin maaşı, ne o semtteki kirayı ödemeye, ne de ev almaya yeterdi. Başka bir semtte otursa, yol parası bile ayrı bir sorundu. ‘Tüm bunlardan dolayı da öğretmenlerin çoğunluğu, gelmek istememiştir,’ diye düşünüyordu.
Okula gittiğinde, okul müdürü garip garip baktı Arif’e. Köy şivesiyle konuşmasından ve savurduğu el kol hareketlerinden pek hoşlanmasa da, herhangi bir tepki vermedi müdür.
Beşinci sınıf verilmişti Arif’e. Ders zili çalıp da sınıfa girdiğinde, onun her konuşmasında tüm öğrenciler katıla katıla gülüyordu. Hitabı farklıydı. “Hey Ali! Sen! Çık oğlum tahtaya! Hadi koş koş koş!” şeklinde konuşuyordu. Kibar ailelerde yitişmiş olan öğrenciler, köy öğretmeninin konuşmalarını ve hareketlerini yadırgamıştı. Köylü edasıyla yürüyüşü, kahkahalarla gülüşü dahi bir garip gelmişti onlara. Ders bitiminde, kendi aralarında taklidini yapıp, kahkahalarla gülüşüyorlardı. Ayrıca öğretmenlerinin bu gülünç durumunu, ailelerine de anlattı çocuklar.
Bu durumdan rahatsız olan veliler, okula geldiklerinde çocuklarının haklı olduğunu gördüler. Köy aksanı ve doğal davranışlarından dolayı ne okula, ne de çocuklarına yakıştırabildiler. Birkaç veli müdürün odasında aldılar soluğu. Arif hocayı istemediklerini, bu cahil köylünün kendine hayrı yokken, çocuklarına ne öğretebilir, gibi ithamlarla bulundular. Okula yüklüce bağışta bulunan veliler karşısında, müdür çaresizce elini ovuşturuyordu. Ne diyeceğini bilemiyordu. Gerekeni yapacağını söylese de, günler geçmesine rağmen değişen bir şey olmadı. Veliler öğretmeni, Okul Aile Birliğine şikâyet ettiler. Onlar da atamayla gelen bir öğretmenin, gitmesi için yapabilecek bir şey olmadığını söylediler. Son çare olarak, aralarında seçtikleri bir veliyi görevlendirdiler.
"Bu okulda ayrıl hoca. Kendine başka bir okul bul!" dedi Şadiye Hanım.
"Neden ayrılacakmışım, Şadiye Hanım?"
" Veliler senden rahatsızlar, istemiyorlar seni. "
"Bu imkânsız. Hem ben öğrencilerimi ve okulumu seviyorum."
"Sen bilirsin!" dedi, uyaran bir edayla. Daha fazla ısrar etmedi.
Arif şaşkındı, ayrıca pek de ciddiye almadı Şadiye'yi.
Veliler, sosyal medyada bir grup oluşturmuşlardı. Bir kafede toplanma kararı aldılar. Toplanmalarının nedeni, Arif Öğretmeni okuldan uzaklaştırmanın bir yolunu bulmaktı. Neredeyse tüm veliler ağız birliği içindeydiler. Öncelikle, siyasi yakınları olan veliler var mı diye sordular birbirlerine. Vardı tabi ki! Ama prosedür uzundu ve sonuçlanması aylar alırdı. Bu da çocukları için çok geç olurdu. Her kafadan bir ses çıksa da, en kestirme yolu Şadiye bulmuştu.
“Çocuklarımızı taciz etti diyelim. Birkaç öğrenciyi de tembihledik mi, bir günde biter bu iş.” deyiverdi.
Herkes birbirinin gözünün içine baktı. En kestirme ve kesin yol buydu. “Henüz İstanbul şivesiyle konuşmayı dahi beceremeyen bir öğretmene emanet edemeyiz çocuklarımızı!” dedi içlerinden biri. Bir iki kişi böylesi bir acımasızlık karşısında tepki verdi:
“Başka bir yol bulalım, bu ağır bir suçlama olur!”
Ancak diğerleri:
“Söz konusu olan çocuklarımız ve onların geleceği!” diye ısrar edince, karşı koyanlar da üstelemediler.
 Ön yargı, bencillik, maddi güç ve gösteriş düşkünü olan bir kaç veli, diğer velileri de dâhil etmişlerdi acımasız planlarına.
Köylü olmak veya köylü gibi davranmak büyük bir suçmuş gibi hüküm verdiler Arif'e. Bu okula neden geldiğini araştırma gereği dahi duymadan hem de. Böyle bir suçlama karşısında, bir öğretmenin neler yaşayacağı, ailesinin çekeceği acılar, umurlarında bile değildi. Her konuda olduğu gibi, mühim olan kendi çocukları ve kendileriydi. Pos model olacak, şık giyimli, şivesi düzgün ve karşılarında el pençe duracak, bir öğretmen değil, bir hizmetkâr okutmalıydı çocuklarını.
Dediklerini yaptılar. Vicdanlarının sesini dinlemeden, Arif’in çocuklarını taciz ettiğini anlatan o iftira dolu dilekçeyi hazırladılar sonunda. Topluca imzalayıp, ilin Milli Eğitim Müdürlüğüne verdiler.
Böylesine hassasiyet içeren bir şikâyet karşısında duyarsız kalamazdı Milli Eğitim Müdürlüğü. Hemen inceletme başlattı. İlk işlem olarak görevden uzaklaştırıldı Arif Öğretmen. Soruşturma başlatıldı ardından da. Şikâyetçilerin tamamı saygın kişilerdi. Güya önceden öğütlenmiş bir iki çocuğun ifadesine de başvurulmuş, onlar da şikâyetleri doğrulayan sözler sarf etmişlerdi. Olay mahkemeye aksettirildi ve sonucunda tutuklama emri çıktı.
Her türlü habere balıklama atlayan, tüm basın ve sosyal medya, Arif'e lânet yağdırıyordu, hiçbir araştırma veya sorgulama yapmadan. Arif duyuyor, görüyor olsa da onu dinleyecek, sesini duyuracak kimse yoktu. Önyargılı halkın verdiği ceza her şeyden daha ağır gelmişti ona.
Karısı ve çocukları, köyde yaşayan kayınvalidesine sığınmışlardı. Bir gün annesi ve karısı hapishanede ziyaretine geldi. Her ikisi de onu teselli etmek için sürekli dil döküyorlardı. Ama Arif onları duyacak gibi değildi. Sadece şunu söyledi:
“Alnıma sürülen bu kara lekeyi nasıl temizlerim! Çocuklarımın yüzüne nasıl bakarım?” dedikten sonra, sessiz sedasız koğuşuna çekildi.
Arada henüz bir hafta geçmemişti ki, Arif’in intihar ettiği haberi geldi köye.
Âşık olduğu mesleği, fakirliği ve köylü oluşu; hayatının sonu olmuştu.

Kategori: 

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Hapishane Dergisinin 51. Sayı...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 2024 tarihli 51. sayısı...
TEK KİŞİLİK HÜCREDE YAZILAN BİR ÖYKÜ: DE...
               Mahallenin kimi çocukları ondan hem korkar hem de onunla uğraşmaktan vazgeçmezdi kargalar...
Duvarları delen çizgiler
Balıkesir Burhaniye yakınlarında yaşayan arkadaşlara davet. 10 Aralık'ta Insan hakları haftasında, Burhaniye Yerel Demokrasi ve Insan Hakları Gündemi...

Konuk Yazarlar

Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...
Girit Leblebisi
  Ben vakitlice davranmış, gün batımını da izlemek için kahvelerin gürültüsünden uzakça bir bankı gözüme kestirip oturmuştum. Bir süre sonra,...