Sanat Tarihi Kölelik Çağı Anadolu Mezopotamya

Necmettin Yalçınkaya kullanıcısının resmi
İlkel kömünalden devletlerin oluşumuna… Bilinen bir Sözdür, “Tarih Sümerlerle başlar”. Bu söz bize insanın tarihsel yolculuğu açısından çok önemli bir anahtar sunuyor. Günümüz toplumsal ilişkilerinin muazzam karmaşıklığının ve üretim tekniklerindeki baş döndüren gelişmelerinin içinde, unutmamamız gereken bir mirası hatırlatıyor. Bu durum, sözden hareketle söylediğimiz için sadece Sümerlerle ilgili değil, Anadolu-Mezopotamya uygarlıkları açısından da böyledir. Yeri gelmişken söylemekte fayda var; tarih sadece geçmişi yazmaz, tarih günümüzün aynasıdır ve geleceğin de haritasıdır bir anlamda. Onun yitirilmesi yolsuz kalmaktır.

Anadolu-Mezopotamya uygarlıklarının mirası hem kendi dönemi hem de sonraki tarihsel aşamalar açısından tartışmasız muazzam ölçüdedir. Yerleşik tarımın ilk örnekleri, ilk kentleri, ilk tapınakları, ilkyazı biçimini besleyen idari sistemleri, alfabe, atın bir binek hayvanı olarak evcilleştirilmesi, ilk atlı arabaların icadı, ilk okulları, ilk yazılı hukuku… sanattan sağlığa, insan haklarından uluslararası ilişkilere değin ilklerin… metal işçiliğinin, ilk tuğla inşaatının başlangıcının… ilk krallıkların, ilk imparatorlukların… ve daha pek çok sayısız gelişmeyle Anadolu-Mezopotamya uygarlıklarının yeri insanlık tarihi açısından özel bir önem taşır. (Bkz: Sümerler/Samuel Noah Kramer, Kabala Yay.) (Uygarlıkların Kökeni; Sümerler I/Muazzez İlmiye Çığ/Kaynak Yay.)

Akdeniz çevresinde Antik Yunan ve Antik Mısır kültürleri diğer kültürlerden cana çok öne çıkmakta, bilinmektedir. Bu, birkaç nedenden daha fazlasına sahiptir. Öncelikle gerekli arkeolojik araştırmaların oidukça geç başlamış olması; bunun için yeterli kaynakların tahsisindeki çekinceli tutumlar; bununla beraber bölgenin jeolojik ycpı açısından ciddi farklılıklar arzetmesi. Ki zaten bu durum antik dönemde de üretim hammaddelerinin farklı olmasına nedendi, örneğin, Antik Mısır’da kaya, Antik Yunanda mermer gibi malzemelere çok rastlanmasına rağmen Doğu Anadolu ve özellikle Mezopotamya bunlardan mahrumdu. Mezopotamya’da uygulanım bakımından kerpicin pek çok alanda kullanıldığını görmemizin nedeni tamamında bölgenin geniş bir bataklık ve düzlüklerden ibaret olmasındandır. Bu da zamanın yıkıcılığına karşı direngenlik gösterememesine neden oldu. Kerpiç ve topraktan yapımlı Dek çok kalıntının günışığına çıkmadan tarihin, artık bir daha aydınlanmayacak köşelerinde yok olmasına neden oldu. Bu bölgelerdeki uygarlıklar daha kurulmadan çok önce yer şekilleri farklıydı. Dağlık bir özellik taşıyordu. Fakat rüzgar, yağmur aşındırmaları ama özellikle Fırat ve Dicle rmaklarının taşıdıklarıyla bölgenin şekli değişti, geniş düzlükler oluştu ve taşınan alüvyonlu topraklar tarım açısından oldukça elverişli bir alan yarattı. Sonra, insanların verleşimleriyle yeni kültürlerin ortaya çıkışı… Bu durumda mimari, heykel, çömlek gibi şeylerin hammaddesi olarak bölgede en çok bulunan şeyin; toprağın kullanılmasını sağladı. 5-6 bin yıl evvelinden bugüne kadar bu kalıntıların bazıları zamana yenildi, bazıları da toprak katmanlarının çok c tında bekliyor. Fakat yüzeye yakın olan verlerdeki kalıntılardan günışığına çıkartı-ianlar harikulade kültürlerin varlığını ele verir. İlerleyen bölümlerde bunlara detaylı değineceğiz.

Bazıları günümüze kadar varlığını korumuş olan bu küçük ve son derece eski Hint toplulukları, ortak toprak sahipliğine, tarımla el sanatlarının karışımına ve her yeni topluluğun kuruluşunda hazır ve kalıplaşmış bir plan ve taslak yerine geçen değiştirilemez bir işbölümüne dayanır… Asyatik devletlerin sürekli olarak dağılıp yeniden kurulma/arıyla ve ardı arkası kesilmeyen hanedan değişiklikleriyle çok çarpıcı bir karşıtlık içinde olan Asyatik toplumların değişmezliğinin gizi kendilerini aynı biçim içinde durmadan yeniden oluşturan ve rastlantı sonucu yıkıldıkları zaman da aynı yerde aynı adla boy atan bu kendi kendine yeterli toplulukların üretim için örgütlenmesinin basitliğinde yatmaktadır. Toplumun ekonomik öğelerinin yapısı, siyasal alandaki fırtına bulutlarından zerre kadar etkilenmez.” (Marks)

İnsanoğlunun oldukça zahmetli yaşadığı komünal toplum modelinden kopup deneyimlerinin ışığıyla yerleşik hayata geçerek yeni bir çağa; kölelik çağına varması son buzul çağının ardından iklimsel değişikliklerle birlikte temeli tarıma dayalı bir üretim biçimiyle mümkün oldu. Anlaşılan odur ki, insanın geçmiş deneyimleri her şey için yeterli olmayıp bazen çevresel faktörler bu tecrübe ve uygulayımlardan daha belirleyici olmaktadır. Hem iklimbilim hem de arkeolojik araştırmalarla, insanın yerleşik hayata geçip ilk tarımsal temelini bir ekonomik düzenin Akdeniz’in doğusunda ortaya çıktığı tartışmasızdır. Buzulların erimesiyle mevsimlerin daha ısınması bu bölgede geniş otlaklar ve çöllerin ortaya çıkmasına neden oldu. Çöller daha çok Akdeniz’in güney, güneydoğusundaydıama geniş vahalar, örneğin Nil nehri gibi etrafına hayat veren, yaşamaya elverişli alanların oluştuğu yerler vardı. Mezopotamya’nın geniş alanları ise Dicle ve Fırat gibi hayat damarları ve toprak verimliliğiyle geniş otlaklara sahipti.

Bu bölgenin, ilkel insanm Afrika’dan kopup göç eden kollardan bazılarına ev sahipliğ yaptığı bilinmektedir. Ayrıca bir 
geçiş alanı olarak kullanıldığı da… Daha sonraları avcı ve toplayıcılıkla yaşamlarını devam ettiren ilkel insan iklim değişimine ayak uydurmak zorundaydı. Bu yeni durum yeni olanaklar yaratacaktı ama bunun için yeni uygulayımların gerektiğini sanırım söylemeye gerek yok. Bununla beraber artık eski alışkanlıklarla yeteri kadar besin elde edilemeyeceği açıktır. Böylece insan zorunlu olarak da yaşamaya elverişli yerlere yığılarak evcilleştirebilecekleri hayvanları ve yiyebilecekleri bitki yetiştirerek denetime almalıydı.

Burada Engels’in değerlendirmelerinden yararlanalım. Engels, “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” adlı kitabında insanlığın Barbarlık Dönemini Aşağı Aşama, Orta Aşama ve Yukarı Aşama olarak üç aşamaya ayırır. Aşağı Aşama satırlarını şöyle biçimlendirir: “Çömlekçiliğin sahneye çıkışıyla başlar. Çömlekçilik, birçok tanıtlanmış durumda ve anlaşıldığına göre her yerde örme ya da tahtadan kapları ateşe dayanıklı duruma getirmek için kille kaplama pratiğinden doğmuştur. Zamanla bu pratik, kilin, içinde şeklini aldığı kap bulunmadan da kullanılabileceğinin bulunmasını sağlamıştır.

“Buraya kadar, gelişmenin gidişini genel bir biçimde, belirli bir dönem için, bulundukları bölgeleri hiç hesaba katmadan bütün halklarda geçerli olarak düşünebiliyorduk. Ama barbarlığın ortaya çıkışıyla iki büyük kıtadan her birinin özel doğal niteliklerinin hesaba katılması gereken bir aşamaya erişmiş bulunuyoruz. Barbarlık döneminin belirleyici etkeni hayvanların evcilleştirilmesi, yetiştirilmesi ile bitki ekimidir. Ama eski dünya denilen öoğu kıtası, evcilleştirilmeye yatkın, hemen bütün hayvanlara, biri hariç ekime özgü her türlü tahıla sahipti…” (So\ Yay. Sf: 31-32)

Bu aşamada Engels iki kıtadan Asya ve Amerika kıtalarını kasteder. İki kıtada yaşayan halkların farklı olanak ve koşulları karşılaştırarak nasıl “kendilerine özgü bir gidiş izledikleri”ni “ve iki gidişten her birinin, özgül aşamalar içindeki belirtilerin birbirinden ayrı olduğunu” söyler.

Barbarlığın Orta Aşaması’nda da aynı şeyi yapar ve Asya kıtasındaki durumu şöyle değerlendirir:

“Doğuda barbarlığın orta aşaması bitki ekimi bu dönemin çok ilerlemiş bir çağına kadar bilinmeden kalmış gibi görünürken süt ve et vermeye yatkın hayvanların ev-cilleştirilmesiyle başlamıştır, öavar evcil-leştirilip yetiştirilmesi ve hayli geniş sürülerin oluşturulması, Aryenler in ve 5e-mitlerin, öbür barbarlar yığınından ayrılması sonucunu vermişe benzer…

“Sürülerin meydana gelmesi, uygun bölgelerde Semitleri öicle ve Fırat’ın; Aryen-leri ise, Hindistan, Amuderya (Oxus), Sirderya (Laxarte), öon ve öinyesper’in çayırlık ovalarında çobanlık yaşamına götürme sonucu verdi. Hayvanların evcilleştirilmesi işi, herhalde önce bu otlak alanlar yöresinde başlamıştır. Böylece çoban halkların sonraki kuşakları, yabanıl atalar, hatta barbarlığın aşağı aşamasındaki insanlar bile hemen hemen barınılmaz durumda olduğundan, insanlığın beşiği olmaktan çok uzak bulunan bölgelerde yetişmiş olsalar gerektir. Tersine bu orta aşama barbarları, çobanlık yaşamına alıştıktan sonra, ırmak boylarının çayırlık ovalarını kendi istekleriyle bırakarak, atalarının yurdu ormanlık bölgeler dönmeyi akıllarına bile getiremezlerdi. Hatta kuzeye ve batıya doğru itildikleri zaman, 5e-mitler ve Aryenler için, tahıl ekimiyle hayvanlarını besleme olanakları sağlanmadan önce, özellikle kışı geçirmek bakımından uygun bulunmayan Batı Asya ve Avrupa’nın ormanlık bölgelerinde yerleşmek olanaksız olmuştur. Bu bölgelerdeki ekimin önce hayvan sürülerinin önce ot gereksinmesini karşılamak için doğmuş ve ancak sonradan insanların beslenmesi bakımından önem kazanmış bulunması olasılıktan öte bir şeydir.” (Age, Sf: 33-34)

 

 

Anlaşılacağı üzere Mezopotamya’da Dicle ve Fırat civarında ilk yerleşimi kuran insanlar, daha bu yerleşik düzene geçmeden yani hala göçebe bir yaşam suretinden ve sütünden yararlanabilecekleri hayvanları evcilleştirmeyi başarmislardı. Buradan da çıkan sonuç sudur; Eğer avcı ve toplayıcılıktan daha garantili bir besin kaynağı olarak hayvancınla bu denli yoğun uğraşılıyorsa o halde bu hayvanların beslenmeleri için geniş otlakların bulunduğu alanların tercih edilmesi gerekiyordu. Et ve sütün düzenli bir besin olarak kullanılması beynin ve vücudun gelismesi açısindan da ayrıca bir etken olmuş bu gelişme, hem de barbarlığın atlanması dönemiyle diğer kıta (ve bölgelerde) yaşayan halklardan ayrılmışlardır. Bu farklılığın yerleşik düzene geçilip tarım uygulayımının düzenlilik haline gelmesiyle daha da hizlandığını görüyoruz.
Tarımsal açıdan hepimizin bildiği buğday ve arpa Mezopotamya’da yabani olarak vardi.Bölgede yaşayanlar zamanla bu tahıllari ekip biçmeyi öğrendiler. Böylece et ve. süt gibi besinlere bir temel besin daha iş oldu. Hem kendileri hem de hayvanları için… Bu durumda artık yerleşik hayata geçmenin koşulları olgunlaşmıştır, eni bir ekonomik düzene girilmiştir artık. Göçebe olmanın pek çok riskinden; sürekli çeçici sığınaklarda yaşamak zorunda kalarak farklı alanlarda vahşi doğanın kötü sürprizlerinden -en azından bir bölümün-yerleşik yaşama geçilerek uzaklaşılmiştır. Artık sürekli göç edip dolaşmaktan, nak yapıp hayvancılık ve çiftçilikle gelen köy yaşamına geçildi.

Düzenli ve garantili besin kaynağına sahip olmak izin ömrünü eski yaşam biçimînde olduğundan çok daha uzatmış ve bağlı olarak nüfus da hızla artmıştı, Fakat nüfusun bu kadar dar alanda hızlı beraberinde topluluğun kendi kendine yeterliginin kaybolması gibi hayati bir sorunu da doğurdu. Nüfusun artmasına ragmen taş ve tahtaya dayanan aletlerle yapilan tarımsal faaliyetin fazla gelişme göstermemesi yeni yerleşim alanlarının açılmasını zorunlu kıldı. Böylece bu yeni ekonomik model bölgeye yayılmaya başladı. Çömlekçilik, dokumacılık ve artan nüfusla birlikte yoğunlaşan tarımsal faaliyetler ekonomik faaliyette -daha sonraları toplumsal bir yıkıcılığa neden olacak olan- canlanmayı sağladı. Bu da yerleşim birimleri arasında henüz ilkel biçimde değiş tokuşun doğmasına neden oldu. Tarımda kullanılan teknik zayıftı ancak ırmakların taşıdığı alüvyonlu toprak tarıma o denli elverişliydi ki, buna deneyimlerin de eklenmesiyle hayatın her alanında çok hızlı bir canlanmanın yaşandığı ve bunun nüfus artışında da olduğu görülür oldu.

Ürünler, topluluğa eşit pay edilmesi için toplulukça seçilmiş şefte toplanıp tekrar ihtiyaçlar gözönüne alınarak topluluğa dağıtılırdı. Ancak metalin tahta ve taş aletlerin yerini alması mevcut ekonomik gidişatı alt üst edecek ve bunun yansısı olarak toplumsalın her alanı kökten değişecekti. Böylece topluluğun ihtiyaç duyduğundan daha fazla ürün elde edilecekti. Peki bu ürün fazlası ne olacaktı? Bu soruya verilen doğru yanıttan sonra insanlığın artık yeni bir çağa girdiğini görmüş olacağız.

Aslında Mezopotamya ilk bakışta yerleşime pek uygun görünmüyordu, “Doğal kaynakları azdı, kereste, taş ve metal yoktu. Yağış miktarı sınırlıydı. Her yıl eriyen karların oluşturduğu seller hızla ovaya akardı. 500 km’de 20 metrelik bir eğime sahip olduğundan nehir yatakları sürekli olarak değişiyordu. Bu koşullar altında sulama sistemlerinin kurulması özellikle de suyun yönlendirilmesi ve korunması için kanalların inşası zorunluydu. Bu bir kez yapıldıktan sonra ve alüvyonlu toprak nehir tarafından taşındıktan sonra kazanımlar zengin oldu; yağmura doymuş toprağın üreteceğinden dört ya da beş katı mahsul. Muhtemelen örgütlenmeyi düzenleyen ve üretim fazlası mahsulü kontrol ederek kendi varlığını sürdürecek seçkin bir sınıfın doğmasını sağlayan da’bu koşullar olmuştur.-(Antik Akdeniz Uygarlıkları, Charles Freeman, Dost Yay. Sf: 75)

Bu kadar büyük bir organizasyonu sağlamak için toplumun tamamına yakınının örgütlenmesi gerektir. Bunu becerebilecek olanların şefler olduğu da açıktır. O kadar açık olan şey de, su kanallarının taş ve tahta aletlerle yapılamayacağıdır. Burada artık Engels’in bahsettiği, barbarlığın Yukarı Aşaması’nın varlığını görüyoruz. “Demir madeninin eritilmesi ve dökümüyle başlar ve abecenin türetimi ve bunun yazıda kullanılmasıyla, barbarlıktan uygarlığa geçilir. Önce de belirttiğimiz gibi yalnız öoğu yarımküresinde bağımsız bir gelişme gösteren bu aşama üretimdeki ilerleme bakımından bütün önceki aşamaların topundan daha zengindir…” (Age, Sf: 34) Bu bölümün devamında Engels, demir sabanın ve yine demir baltanın bu dönemde görüldüğünü söyler. İlk başlarda bakır, sonra bakıra kalay katılarak daha sert olan tunç elde edildi. Demirin kullanımı bu aşamalardan sonra gelmektedir. Metalin kullanımıyla da artan üretim fazlasının ne olacağına dair soruya şimdi daha net cevap verebiliriz. İlk başlarda zaten var olan ilkel değiş tokuş artık, kendi himayelerinde topladıkları üretim fazlalıklarını yine kendi çıkarları için değiş tokuş eden şeflerce kullanıldı ve bunda topluluğun diğer üyelerinin hiçbir çıkarı tahmin edilebileceği gibi olmadı.

Birbirinden bağımsız topluluklar değiş tokuşla gelişecek, köyler, bu yöntemle yavaş yavaş kentlere dönüşecek, kendi kral ve rahiplerini yaratarak ayrı ayrı kent devletlerine dönüşecekti. Tarihsel olarak artık bu aşamaya gelindiyse kaçınılmaz olan şey, kentler arasındaki rekabet ve savaştı. Sorun, ekonomik temele dayalı egemenlik yarışıydı.

“Köylerin yerini kentler aldı. Kentler köylerden yalnızca daha büyük değil, aynı zamanda daha kalabalık ve gönençliydi. Ekonomik temeli bakımından da değişiklik gösteriyordu. Kentlerin tahıl ve hayvan fazlası o denli büyüktü ki, çevredeki kabilelerin (tribü) kereste, taş ve madenleriyle sürekli olarak geniş ölçüde değiş tokuş edilebiliyordu. Böylelikle çevre dağlardaki kabilelerin köy ekonomisi de giderek değişikliğe uğradı ve kente bağımlı bir duruma geldi. Uzak yöreleri saymazsak, ekonomik kendi kendine yeterlilik geçmişte kalmıştı artık. Gidilmedik koyak bırakmayan, aradaki koca çölleri aşan zanaatkarları, tüccarları ve türlü türlü aracılarıyla birlikte ticaret yaygınlaştıkça dağınık köyler değiş tokuşun burgacına çekildi ve köyle kent arasındaki ilkel de olsa bir işbölümü doğdu.”(George Thomsan/Tarih Öncesi Ege, Homer Kitapevi, Sf: 16)

Anlaşıldığı üzere bölgede tarım gelişkindi fakat diğer yaşamsal ihtiyaçlar (ya da değişen gereksinimler demek daha doğru olabilir) olmadığından bunların temini için ticaret ayrı bir önem taşıyordu ve bu önemden dolayı gelişkindi. Kereste, metal ve kıymetli taşlar bu yöntemle temin ediliyordu. Neticede kent yaşamında idareciler, tüccarlar ve zanaatçılar gibi işkollarına ayrılmış kesimler ortaya çıkmıştı.

Kent kültürünün yansıması olarak basit işbölümü ve idarecilik ortadan kalkmış ve yerini daha karmaşık bir toplumsal yapı almıştır. Özellikle yazının kullanılıp kil tabletlerle kayıtlarla da bürokrasinin oluşması yeni bir çağa girildiğinin göstergesi olacaktır.

Önemi bakımından burada üretimi ciddi boyutta ar\tran teknik buluşlara değinmek gerekir. Yenilikler arasında 4000 yılın son dönemine ait olan, çömlekçi tekerleği olarak bilinen tekerleğin icadıyla toprak yeni bir işlev kazanmış ve ondan üretilen çömlek, hayatın her alanında ihtiyaç duyulan bir ürün olmuştur. Çömlekçi tekerleğinin icadının bir önemi de atlı arabaların icadına yol açmış olmasıdır ki, bu da Sümer-lerin icadı olup, ülkelerin savaşlardaki kaderini belirleyecek denli bir yeniliktir. Bulunan bir Sümer tabletinde “… dört masif tekerleğin üzerinde kutuya benzer çatısı olan atlı bir kızak görülür.” (Antik Akdeniz Uygarlıkları, Charles Freeman, Dost Yay, Sf: 76)

Bakırın bulunuşu, bundan daha da önemlisi bakır ve kalayın karışımıyla elde edilen bronzun bulunuşunu da ayrıca belirtmek gerek.

Yapılan kazılarda ortaya çıkan pek çok mezardan, özellikle de kraliyet mensuplarinın mezarlarından silahların çıkıyor olması, hem yazılı kaynaklardan hem de arkeolojik verilerden anlaşılıyor ki bölge pek sakin ve huzurlu değildi.

Dediğimiz gibi, üretim zenginliğinin ve duyulan gereksinimlerin artmasıyla kentler arasmdaki rekabet ve çekişmelerin yaşandığı bir dönemdi. Kentlerin ve özellikle saray ve tapınakların etrafına örülen çevre duvarları (sur) bu huzursuzluğun boyutunu yansıtır.

Kentler tanrının eviydi (tanrı-evi) ve tanrı adına rahipler ve rahip-krallar tarafından yönetiliyordu. Zaten kentlerin merkezi de tapınaklar ve kralların yaşadığı sarayların bulunduğu yerlerdi. Diğer konutlar bu yapılara göre şekillenip, konumlanıyordu. Tapınak ve sarayların bir uzantısı olarak saray ve tapınak görevlililerinin ve zanaatçıların görev aldığı hazine odaları, ambarlar, depolar, üretim atölyeleri vb. bulunuyordu. Hemen belirtelim ki Tapmaklar dini işlevleri dışında kentin üretim ve ticaret merkezleriydi. Ekonomik bakımdan kral ve rahiplere bağlı olan yurttaşların yanı sıra kölelerin de etkin olarak kullanıldığını görüyoruz. İlk başlarda köle olarak sadece kadınlar kullanılırdı; bu köleler tapınaklarda dokuma işlerinde kullanıldılar. Ama üretici güce duyulan ihtiyaç arttıkça erkek kölelere de yönelim oldu. Kral ve rahiplerin ellerinde toplanan yetke kabile toplumunun ileri aşamalarında kabile başkanlığının çevresinde gelişmiş olan büyü derneklerinden geliyordu. Gene ilk kent devletinin ortak/aşıcılığı cilalı taş çağı köy topluluğunun bir kalıtıydı. Ama egemen sınıf, kral ve rahiplerde toplanan yetkiyi, sistemli bir biçimde kendi ayrıcalıklarını korumanın bir aracı olarak kullanıyordu artık.” (George Thomson, Tarih Öncesi Ege, Homer Kitapevi, Sf: 17)

Yunan kent devletlerinin oluşumuyla ilgili bölüme geldiğimizde yine bu konuya değinmek zorunda kalacağımız için şimdilik bu kadarı yeterli, ancak daha önce değindiğimiz ama açmayıp öyle bıraktığımız ve orak-laşacılığın temellerini dinamitleyen değiş-tokuşa, köleciliğe, yabancılaşmaya ve kafa ve kol emeğine değinmemiz gerekir ki, toplumsalı anlamak için önemlidir bu.

” Yakın Doğudaki eski toplumun tarihi iki ana döneme ayrılır: Tunç çağından demir çağına, köylülerin toprak sahiplerine olan borçlarını ödemek üzere onlar için çalıştıkları kölelik döneminden insanlarının bedenlerinin alınıp satıldığı kölelik dönemine geçiş ve Mısır ve Mezopotamya’nın dinsel krallıklarından Yunan-Roma kent devletlerine geçiş. Birinci dönemdeki baş çelişme toprak sahipleriyle köylüler, ikinci dönemdeki baş çelişme ise köle sahipleriyle köleler arasındaydı.” (İnsanın özü, George Thomson, Payel Yay. Sf: 64-65)

George Thomson, birinci dönemi açıklarken özetle şöyle der: “Bu dönemin başlangıcında ekonomik temel geniş bir tarımsal üretime dayanıyordu. Bu ekonomik temelin gelişimi için gerek duyulan yeni teknik ve buluşların gelişmesi için ön açıcı olan şey kafa emeği ile kol emeğinin ayrışmasının zorunluluğuydu. Kafa emekçileri, başını kralın çektiği rahip ve şeflerdi. Anlaşıldığı üzere, zaten bunlar egemen toprak sahibi sınıfını oluşturanlardı. Kol emekçileri ise rençperler ve zanaatkarlardı. Bunların dışında savaşta tutsak edilerek köleleştirilen köleler ve borçlarını ödeyemediği için köleleşmiş bir yığın da vardı. Zamanla alım satımın yaygınlık kazanmasıyla beraber bir başka sınıf daha doğdu. Bu sınıfın çıkarları meta üretiminin geliştirilmesinde yatıyordu. Fakat bu sınıfın ortaya çıkışıyla birlikte, bu sınıfla egemen sınıf arasında da bir başka çelişki çıktı ortaya: Temelini tarımın oluşturduğu bir ekonomide sulama kanallarını ellerinde bulunduran egemen sınıf meta üretiminin gelişmesine direniyordu. Burada gördüğümüz şey, üretim ilişkilerinin üretici güçlerin gelişmesine ayakbağı olduğudur. Buna bağlı olarak uygulayımsal ilerlemede de yavaşlama görülür. Kuram ile kılgı arasındaki bölünme gittikçe derinleşti ve kurulu düzenin manevi bakımdan bir kutsanması olarak tanrı düşüncesi ve dinsel inanç gelişti. Daha önceden de sık sık bahsettiğimiz, mm tekerlek, saban vs. birlikte matematik ve yazının bulunuşu devrim etkisi yaratmıştı. BİM Meta üretimi, gelişmiş farklı topluluklarla |flj| ticaret artmıştı. Mimarlık, mühendislik ve Bil gökbilimiyle birlikte yeni olanaklara ulaşıldı.

Bir zamanlar kabile şeflerinin ellerinde tuttukları saygınlık, yeni devlet aygıtının başı olan krala geçmişti ve egemen sınıf halk üzerindeki baskısını kral aracılığıyla ) sürdürür olmuştu. Kral, tanrının yeryüzündeki cisimleşmiş şekliydi. O her şeyin sahibiydi. İşte bu yüzden, o dönemin egemen sınıfında, bir yandan uygulayımsal bilgi alanında geniş kapsamlı ilerlemeleri, öte yandan da bir sınıf egemenliği aracı olarak mitos ve dinsel törenin yetkinleş-tirilmesini gördüğümüzü söyleyebiliriz. Bunlardan birincisi bilimsel, ikincisiyle dinseldi.” (İnsanın özü, George Thomson, Payel Yay. Sf: 67)

Şeflerin ve rahiplerin kol emeği çalışmalarından uzaklaşmalarıyla birlikte, üreticiler kol emeğine iyiden iyiye bağlandılar ve ürün fazlasını haraç olarak vermek zorunda kaldılar. Ürün fazlası şefler ve rahiplerce korunan ortak ambarlarda üreticinin katkısıyla kabul edildi ve şefler ve rahipler bu durumu destekleyerek yeni ilişki biçimini sağlamlaştırdılar. Böylece ortaya çıkan şey emeğin yabancılaşması oldu. Üretici, yarattığı ürünü, üretim etkinliğini yani “insanlığın özünü oluşturan etkinliğini” başkasına teslim ediyordu. “Artık emekçinin öz doğasının asıl insanca yönü kendisinin olmaktan çıkmıştı; yalnızca hayvanlarla

ortak yönü kendisinindi artık.” Ne diyordu Marks, “Hayvansı özellikleri insanca, insanca özellikleri de hayvansı olur”. Emek “Yaşamın temel gereksinmesi” değil yalnızca araçtı. “Yaşamın kendisi bir yaşama aracı olarak belirir.”

Köleci düzene gelindiğinde bu yabancılaşma en aşırı ölçüsüne ulaştı. Köleyi diğer üreticilerden farklı kılan şey, kölenin sadece emeğine değil aynı zamanda bedenine de yabancılaşmasıydı. Onun emeği de bedeni de başkasına aitti. Köleciliğe, ilerleyen sayfalarda yeniden değineceğiz ama yabancılaşmaya dair şimdi birkaç şey söylemek gerekli ve bunun için, Felsefenin Temel İlkeleri’nden bir alıntı yapmak yeterli olacaktır:

 

“Sınıflı toplum, insanın psikolojisini derin bir değişikliğe uğrattı. Ve bu anlamda Roussou’nun ‘insan doğası ‘nın ‘bozulması’ndan, toplumu sorumlu tutmaya hakkı vardı. İnsanın insan tarafından sömürüsünün, sömürüleni kendi çalışmasının meyvesini dilediği gibi kullanmaktan kabaca alıkoymak gibi bir sonucu vardır. İnsan, böylece, kendi yapıtından ayrılmaktadır. Onun emeği, onu ‘mülk edinen’ sömürücünün ellerinde ‘yabancılaşmaktadır.’ Mademki üretici eylem, yaratıcı girişkenlik, insanın özelliğidir, insanı gereğince, tam insan yapan ve hayvandan ayırt eden budur, kendi yapıtından ayrılmış olan insan, kendi kendinden ayrılmış olur. Sömürülen, ürettiği şeyden mahrum olurken, sömüren de üretmediği şeye sahip çıkmaktadır. Çünkü, kolu-kanadı kırılmış, sakatlanmıştır, kendi ereklerini serbest bir biçimde gerçekleştiremez; sömürenin bilinci de kendi kendinden ayrılmıştır. Çünkü sürekli olarak yalan bilincine yerleşmiştir, çünkü serbest bir şekilde kendi ereklerini kendi kendine açıklayamaz. Her bir bilinç sömürü olayını kendine göre yansıtır. Bu, bilincin kendi kendine karşı bölünüşü gerek “ilkel temizlik ve iyiliğin’ yitirilmesinden, gerek Hegel’in ‘bilincin bahtsızlığı’ dediği şeyden ibaret olan durumdur. Böylece, sınıfların, sömürünü ortaya çıkışı, yani insanlığın birbirine Karşıt gruplar halinde temelden bölüşümü, kendiliginden taban tabana birbirine karşı eğilimler halinde parçalanan insan bilincinin bu derin ve köklü bölünüşünde yansır.

‘İnsanın kendi üretici eyleminin öz amacı gene kendisi olması gerekirken, tersine amaçla aracın birbirinden ayrıldığı görülür: toplumun üretim aracı olan bölümü (çogunluk) onun amacı değildir; üretim amacı olan bölüm (azınlık) ise aracı değildir.

“Bu çelişki, sömürücü sınıfların, sömürü sistemlerinin arık üretici güçlerin gereksinmelerine uygun düşmediği andan başlayan soysuzlaşmasını ve manevi çöküşünü açıklar.” (Felsefenin Temel İlkeleri, 6e-orge Politzer, Sol Yay. Sf: 348-349)

Bir zamanlar, daha sınıfların ortaya çıkmadığı, çalışabilecek durumda olanların hepsinin üretime katıldığı ve üretilenlerin herkesin gereksinmesine göre eşit olarak bölüşüldüğü dönemde ürün sadece bir kullanim nesnesi olarak vardı. Ama sonra da onun değiŞİme sokulmasıyla artık değişim değerinin olduğu da ortaya çıktı. Eski ekonomik düzeni temelden yıkan bu durumun önemi bakımından onu en iyi açıklayacak ustadan bir uzun alıntı yapmakta fayda var:

Bir kullanım nesnesinin, değişim-değeri olmaya doğru attığı ilk adım, sahibi için kullanım-değeri olmamasıdır, ki bu da ancak sahibinin gereksinmelerinden artakalan bir kısım olmasıyla olanaklıdır. Nesneler as-nda insanın dışındadır ve dolayısıyla elden çıkartılabilir şeylerdir. Bu elden çıkarmanın karşılıklı olabilmesi için, insanlar için gerekli tek şey sözsüz bir anlaşma ile birbirlerini, bu elden çıkarılabilir nesnelerin özel sahipleri olarak ve böylece birbirlerinden bagimsiz bireyler olarak kabul etmeleridir. Ama ortak mülkiyet üzerine kurulan ilkel bir toplum da, bu toplum, ister eski bir Hint toplulugu ya da Perulu İnka devleti olsun, böyle birbirine karşılık bağımsız bir durum görülmez. Bunun için, metaların değişimi önce bu gibi toplulukların sınırlarında, benzer öteki topluluklar ile temas noktalarında ya da başka toplulukların bireyleriyle temasla başlar. Ne var ki; ürünler bir topluluğun dış ilişkileri ile bir kez metalar halini alınca, bunlar gerisin geriye toplum içi ilişkilerde de meta halini alırlar. Bunların arasındaki değişim oranı, başlangıçta oldukça rastlantı işidir. Bunları değişi leb i lir yapan şey, sahiplerinin bunları elden çıkarma konusundaki karşılıklı istekleridir. Bu arada yararlı yabancı nesne gereksinmesi giderek yerleşir, beğişimin durmadan yinelenmesi bunu, olağan toplumsal bir fiil haline getirir. Bu nedenle zamanla, emek ürünlerinin hiç değilse bir kısmı özel bir değişim amacıyla üretilmek zorundadır. İşte o andan itibaren, bir nesnenin tüketim amacı için yararlılığı ile, değişim amaçları için yararlılığı arasındaki fark kesinlik kazanır. Artık kullanım-değeri, değişim-değerinden farklı hale gelmiştir. Öte yandan malların içersinde değişilebileceği nicel oran, bundan böyle onların üretimine bağlı hale gelir. Adetler, bunların üzerine belirli büyüklükte değer damgasını vurur.” (Kapital Cilt I, Kari Marks, Sol Yay. Sf: 97-98)

Değiş tokuşun henüz bulunmadığı dönemde kölecilik üretimde etkin değildi. Fakat zamanla üretici güçler gelişti, toplumsal işbölümleri doğdu, değiş tokuş gelişti. Bu durumda ücret talep edemeyen, sadece yaşayabileceği kadar yiyecekle yetinen, hatta kendi bedeni üzerindeki tasarrufunu bile yitirmiş insanın kral ve rahiplerce kendi çıkarları için üretime sokulması en kârlı tutum olacaktı. Bu olduğunda artık kölecilik de gelişti ve kölecilik çağına girildi.

Tarihte kölecilik, sömürü biçimlerinin ilk ve en kabası olarak var oldu. İlkel toplumdan köleciliğe geçiş önce Mezopotamya, Hindistan, Çin ve Mısır’da MÖ 4-2 bin yıllarında, devamla Urartu, Yunanistan ve Roma’da ekonominin temelini oluşturdu.

Eski üretim tekniklerinin yerini yenilerinin alması, ilkel iktisadın tarım ve hayvancılıkla dönüşüme uğraması, zanaatın başlayıp çeşitlilik göstermesi ve bunun tarımın bir yan kolu olmaktan çıkıp ayrı bir üretim dalı haline gelmesi ve böylelikle toplumsal işbölümünde yeni bir durumun ortaya çıkması… Emek üretkenliğinin müthiş hızı artı-üründe de hacmi büyüttü. Artık tüketim için değil değişim için üretim başlamıştı. Varılan yer üretim araç\ar\ üzerinde özel mülkiyetin şef ve krallara geçmesiyle sömürü ve köleliğe açılan yoldu.

Köylüler gereksinim duydukları zanaat ürünlerine ulaşmak için ve vergilerini ödeyebilmek için ürettiklerinin bir bölümünü satmak zorunda kaldılar. Böylelikle bir kez daha meta denilen şeyin kullanım için olmayıp değiş tokuş için üretilen bir ürün olduğunu ve bunun meta iktisadının karakteristik özelliği olduğunu vurguluyoruz.

Şehirlerin ortaya çıkışı köleciliğe dayanan üretim tarzının ortaya çıkışına denk gelir. Başlarda üretim fazlasının değiş tokuş edildiği yerler ve burada gelişen yeni ilişki biçimi şehirleri yarattı. Böylece köylerle kentler ayrışıp aralarında bir karşıtlık doğdu.

Servetin belli ellerde birikmesiyle varsıllarla yoksullar arasındaki eşitsizlikte uçurumlar oluştu. Yoksulların borçlarını ödeyebilmesi için zenginlerden borç almasından başka çareleri yoktu. Fakat bu,onlar için daha büyük bir felaketi getirdi. Borçlarını da ödeyemeyince köleleştirilip toprakları ellerinden alındı. Burada tefeciliğin de ortaya çıktığını görüyoruz.

Köle iktisadının ivme kazanması küçük köylü iktisadının da yıkımı oldu.

” Üretimin ve onunla birlikte emek üretkenliğinin sürekli olarak yükselmesi, insan işgücünün değerini artırdı; bir önceki aşamada henüz münferit ve oluşmakta olan kölecilik şimdi artık toplumsal sistemin özsel bir bileşeni olur; kölelerin sıradan yardımcılar olması artık son bulur, bunlar düzineler halinde tarlalarda atölyelerde çalışmaya sürülür.” (Engels, Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Sol Yay, Sf: 44) Köleliğe dayanan üretim tarzının oluşmuş olmasıyla, köle emeği artık toplumun varlık temeli halini almıştı. Marks, R. Joner’e dayanarak şöyle der: “fi/r Asya hükümdarlığının tarım-dışı işçilerinin, bedensel çabaları dışında işe yarar bir şeyleri yok gibiydi, ama bunların güçleri sayıların-daydı, ve bu kitleleri bir amaca yöneltme gücü, bütün kalıntıları bizi şaşkınlıktan ağzı açık bırakan sarayların, tapınakların, piramitlerin ve dev gibi anıtların yükselmesini sağlamıştı. İşçilerin beslenmesini sağlayan gelirlerin bir ya da birkaç elde toplanması, bu gibi girişimleri olanaklı kılmıştı.” (Akt. Kari Marks, Kapital I. Cilt, Sf: 324)

Büyük toprak sahipleriyle köylüler arasındaki sınıfsal karşıtlık vardı ve buna köle sahipleriyle köleler arasında sınıfsal karşıtlık da eklenince çelişkiler yumağının boyutu arttı. Fakat kölecilik gelişip en ucuz emek olarak köle emeği üretim dallarının her alanına sokuldu ve oralarda üretimin temelini oluşturdu. Bu halde temel çelişki kölelerle köle sahipleri arasındaki çelişkiydi. Bu, köleciliğe dayanan üretim ilişkisinin özgün çelişmesiydi. Köle sahibinin hem üretim araç\ar\ hem de üretenler üzerindeki mülkiyeti üretim ilişkilerinin temelini oluşturur. Ve bu da üretici güçlerin durumuna uygun düşer.
Toplumun uzlasmaz karsitlik biçiminde sınıflara bölünmesi egemenler için sömürü-nün devamı ve egemenliklerinin “meşruluğu için zorunlu özgül organların oluşmasını da ortaya çıkardı: Bu, devletin başlangıcıdır. Toplumsal işbölümünün büyümesi ve değişimin gelişmesi, daha önce ayrı ayrı hareket eden kabileleri ortak amaçları için birleştirip yeni bir karakter kazandırdı. Deha önce bağlı olduğu topluluğa önderlik erer, şefler ve saygın ihtiyarlar, bu yeni süreçte prens, rahip kral oldular. Daha önce kendi topluluklarınca topluluğun çıkarlarını sevunsun diye seçilmiş, otorite yetkisi tanınmış bu şefler ve ihtiyarlar şimdi mülk sahibi olmuş üst tabakanın çıkarlarını korumak için, daha önce bağlı bulunduğu topuluğu da dahil bütün emekçileri baskı altında tutmak, sömürmek amacıyla, vergiler, mahkemeler, ceza yasalarını soktular yaşama. Hukuk, ahlak ve din egemen sınıfın hizmetindeki rollerini aldılar ve zaten bunlar toplumun sınıflara bölünüşünün bir ürünüydü. Ve işte devlet denilen iktidar zrea böyle oluştu.

‘Ancak toplumun sınıflara bölünmesinin ilk biçimi kölecilik ortaya çıktığında, tarımsal çalışmanın en kaba biçimleri üzeninde yoğunlaşmış belirli bir insan sınıfının belirli bir fazlalık üretmesi mümkün olduğunda, bu fazlalığın kölelerin perişanların perişanı yaşantıları için artık mutlak gerekli olmadığı ve köle sahipleri sınıfının varlığı pekiştiğinde ve kendisini sağlamlaş– –ak amacıyla devletin oluşması bir zorunluluk haline geldi.” (Lenin, Devlet Üzerine, Akt. SSCB Ekonomi Enstitüsü Bilimler Akademisi Politik Ekonomi Ders Kitabı, I. Cilt, İnter Yay, Sf: 45)

Kölecilik zemininde var olan toplumun üretim ilişkilerinin temeli hem üretim araç-gnna hem de o araç\ar\ kullananlara sahip sunmasıyla özelliklidir. Kanlı canlı bir varlık olmasının ötesinde sahiplerinin gözünde : “eşya ya da hayvandan farkları yoktu kö-elerin. Bir hayvanı üzerinde sahibinin ne denli tasarruf hakkı varsa köle sahibinin de köle üzerinde o ölçüde hakkı vardı. “Bir öküz işgücünü köylüye ne kadar satıyorsa, köle de işgücünü köle sahibine o denli sattı. Köle işgücüyle birlikte, sahibine temelli satılmıştı.” (Marks, Ücretli Emek ve Sermaye, Akt. Age. Sf: 46) Üretim tarzının gelişmesiyle köleye olan talep arttı. Böylece köle sahibi olmanın en kolay yolu olan savaşlar için ciddi bir neden daha çıktı ortaya. Elbette köleler sadece savaş tutsaklarından oluşturulmuyordu; zaptedilen ülke halklarından bu yönlü istifade edildi. İş bu noktaya geldikten sonra “canlı meta” olan kölelerin ticareti ekonomik faaliyetin en kârlı, dolayısıyla en gelişmiş dallarından biri halini aldı. Artık diğer metalar için kurulan pazarlar gibi köle pazarları da yaygınlaştı.

Köleliğe dayanan üretim tarzı, üretici güçlerin büyümesi için geçmiş toplum düzeninden çok daha fazla olanak sunuyordu. Tabi diğer yandan toplumsal işbölümü de gelişmeye devam ediyordu. Emek üretkenliğinin artması ziraat ve zanaat üretiminde uzmanlaşmasında ifadesini buldu.

Baş çelişki, devlet aygıtını elinde bulunduranlara pek çok bakımdan üstünlük sağladığı için bir tehlike olarak görülmez. Ama köleci üretim ilişkileri bir kez üretici güçlerin gelişmesinin başlangıcı olduktan sonra köstek haline gelirler.

Kölelerin üretim tarzı farklı ülkelerde farklı özellikler gösterdi. Örneğin Mezo-potamya’daki gibi doğu devletlerinde doğal iktisat, Antik Yunan, Roma’da olduğundan daha fazla egemendi. Daha önce tapınakların büyük üretim merkezleri olduğunu belirtmiştik. Buradan da anlaşılacağı üzere köleler Yunan ve Roma’da olduğundan farklı olarak tapınak ve devlet işletmelerinde çalıştırılırdı. Bu ülkelerde “komünal mülkiyet biçimi ve toprak ve arazi üzerinde devlet biçimi çok yaygındı.” (Politik Ekonomi Ders Kitabı, I. Cilt, İnter Yay, Sf: 49)

 

Mülkiyetin bu biçimdeki varlığı, temelli sulama olan tarıma dayalıydı ki, su kanalları, bentler, toplama havuzları ve bataklıkların kurutulması için hayli fazla emek gerekiyordu. Bütün bu işlerin becerilmesi ancak büyük arazi parçalarının merkezileştirilmesiyle mümkündü. “Yapaysulama, burada ziraatın ilk koşuludur, ve bu, ya komünlerin, eyaletlerin ya da merkezi hükümetin koşuludur.” (F. Engels, Akt. Age, Sf: 49) İşte Mezopotamya’da toprağın merkezileşip tek elde toplanmasının ve köleciliğin çıkışı temel olarak böyle gerçekleşti.

Konuyu burada noktalayalım. “İnsanlar, taş aletler yerine, şimdi artık madeni aletlerden yararlanabilmektedirler; ilkel ve yoksul bir avlanmadan ibaret olan, hayvan yetiştirmeyi ve tarımı bilmeyen bir ekonomi yerine, hayvan yetiştiriciliğinin, tarımın, zanaatların, üretimin çeşitli dallar arasındaki işbölümünün ortaya çıktığı görülür; bireyler ve gruplar arasında ürünleri değiş tokuş etmek olanağının, zenginliğin birkaç kişinin elinde birikmesi, üretim araçlarının bir azınlığın elinde gerçekten birikmesi olanağının, çoğunluğun azınlığa boyun eğmesi ve insanların çoğunluğunun köle haline gelmesi olanağının belirdiği görülür.” (Stalin, Leninizm’in Sorunları, Akt, Felsefenin Temel İlkeleri, George Politzer, Sol Yay. Sf: 346)

“O halde ilkel çağı ülküleştirmek doğru olmaz. Sınıfların ortaya çıkışı kaçınılmazdı, çünkü üretimin artmasını olanaklı kılıyordu, bununla birlikte Engels’in deyişiyle, toplumun bir kesiminin üretiminde, refahında, uygarlığında her artış sömürünün artması, büyük çoğunluğun yoksulluğu ve alıklaşması koşuluna bağlı olduğuna göre, sınıfların ortaya çıkışının, her ileri adımın koşulunun bir geri adım olduğu şu insanlık çağını başlattığını da akıldan çıkarmamak gerekir.” (Felsefenin Temel İlkeleri, &. Politzer, Sol Yay. Sf: 348)

Böylece bu bölümü burada bitiriyoruz. Sanatın tarihinin Anadolu Mezopotamya döneminin hangi ekonomik temelle üzerinde yükseldiğinin daha iyi anlaşılacağı düşüncesiyle bir bölümün uzun tutulması ve bolca alıntılardan yararlanılması bir zorunluluk olmasa da faydalı olacaktır. Bunun bir diğer nedeni de kölecilik çağının sadece Anadolu, Mezopotamya’yla sınırlı olmayıp, Mısır, Yunan ve Roma antik dönemlerinde de karşımıza çıkacağı için şimdiden geniş bir açıklamayla bahsi geçen ülkelerin sanatına değinirken yinelemeler ve parçalı anlatımdan kurtulmaktı.

Devam edecek...

Kategori: 

Yorumlar

Necmettin Yalçınkaya kullanıcısının resmi

Asur, İÖ 2. bin yılın ortalarında, bugünkü Irak’ın kuzeyindeki Musul çevresindeki topraklarda tarih sahnesine adım atar atmaz, Anadolu’yla gümüş, Babil ile tekstil, kalay için Afganistan istikametinde ticaret yaptı. Başlarda farklı devletlere bağlı olmalarına karşın ticaret sayesinde bulundukları yeri bir ticaret merkezine dönüştürdüler ve kısa zamanda refaha kavuştular. Güçleri artınca bağımsızlıklarını ilan edip, giderek bölgenin en büyük imparatorluklarından birini kurdular.

1. İrisum zamanında etkin ticarete erişmelerinde önemli faktör ticaret kolonileri kurmalarıydı. Suriye’nin kuzeyinde ve Anadolu’nun bazı şehirlerinde kendi mahallelerini kurup buraları ticaret merkezlerine dönüştürdüler. Bu merkezlerden biri de Kültepe-Kaniş’tir. Anadolu ticaret kolonilerine ait arkeolojik kalıntıları arasında fiyat, kazanç, borçlar, kredi düzenlemeleri ve sermaye devir işlemleri gibi zengin kayıtlar vardı.

Kültepe-Kaniş karumu Anadolu ticaret merkezlerini yöneten bir koloni merkeziydi. Bütün kurumlar buraya, burası da Asur’a bağlıydı. Karum Evi (Bet Alum) en yüksek karar mercii merkezin denetimindeydi. Onun başındaki otorite de Waklum adı verilen kraldı. Anadolu’daki kolonileri Asur’dan gönderilen “şehrin elçileri” tarafından denetlenirdi.

Asur’da idari, hukuki kararlar vermeye yetkili diğer iki organdan biri yaşlılar meclisi, diğeri yıllık seçilen ve yönetim süresine adını veren limmu denilen yetkiliydi. Bunlar aynı zamanda Asur’daki büyük aile gruplarının temsilcileriydi. Üyelerinin mali ne değerlendirildikleri bildirilen meclis de yetkili bir karar organıydı.

Asur’la tüccarlar Afganistan’dan getirdikleri kalayı ve Babılin dokumalarını Anadolu’da satıyor Anadolu’dan da bakır, yün ve degerli taşları satın alıyorlardı. Taşıma aracı olarak eşek kervanlarını kullanıyorlardi.-

Hititlerin Anadolu’da ortaya çıkıp Asur ticaret kolonilerini dağıttığında Asurlular bir müddet zor durumda kaldı. Fakat Hititlerin yıkılması ve Mısır gibi bir gücün zayiflamasıyla Asur imparatorluk olma yolunda ciddi bir fırsat yakaladı.

Kendilerine ait topraklara hapsolup 200 yıl boyunca, özellikle göçebe saldırılarına karşı kendilerini savunmak zorunda kaldıklarından askeri olarak hayli gelişmişler, sevaş taktikleriyle güçlenmişlerdi. Yılın 12 ayı boyunca görevde kalabilen bir düzenli orduya sahiptiler ki, bu düşmanlara karşı önemli bir avantaj sağlıyordu. İmparatorluk kurma fırsatını iyi kullanan Asur krali harekete geçtiler: II. Adad-Nirari, II. Asımasırpoller, Asur devletinin tanrısı oicn Asura, yeryüzündeki temsilcisi olan krala devletin sınırlarını dilediğince genişletme “hakkını” veriyordu. Asur’un savaşçı kralları da bu “haklarını” kullandılar. Nemrut, Ninive ve Horsabad’daki saraylarının duvarlarındaki kabartmalarda atlı asker, savaş arabasi kullanan, mızraklı kılıçlı süvarilerinin düşmana nasıl boyun eğdirdiklerini acımasız bir rahatlıkla anlattılar. kabartmalarda kentlerin nasıl yağmalandığı da detaylıca anlatılır. Kraliyet yıllıklarındeki şöyle bir anlatım acımasızlığın boyutunu ele verir:

‘Onların kılıçla dövüşen 3.000 askerini ezip geçtim. Esirlerini, mallarını, öküz ve sığırlarını kapıp götürdüm. Esir düşenlerin çoğunu yaktım. Birçok askeri canlı esir aldım, bazılarının ellerini ve kollarını kestim: burunlarını, kulaklarını ve uzuvlarını kestim. Çoğu askerin gözlerini oydum, yaşayanlardan ve kesik başlardan bir yığın yaptım. Başlarını şehrin etrafındaki ağaçlarda sallandırdım. Ergenlik çağındaki oğullarını ve kızlarını yaktım. Şehri yerle bir ettim, yaktım, yıktım ve tükettim.” (Akt: Antik Akdeniz Uygarlıkları, Charles Freeman, Dost Yay, Sf: 84)

Asur İmparatorluğunun sınırları o kadar genişlemişti ki, Kıbrıs, Anadolu’nun güneyi, Filistin, Suriye Mezopotamya’dan İran platosuna kadar uzanan hatta hatta kısa bir dönem için bile olsa Mısır’a kadar geniş bir coğrafyada hüküm sürdü. En geniş sınırlarına eriştiği bu dönem en parlak dönem olsa da, bununla beraber bu sınırları korumakta hayli zorlanmış, ayrıca içerde de taht kavgalarından dolayı da inişli çıkışlı dönemleri az olmamıştır.

Fakat imparatorluk bu parlak dönemleri sadece acımasız yağmalamalar, cinayetler, sürgünler, talanlarla elde etmedi. Çünkü tarih, sadece bu gibi zalimane yöntemleri kullananları uzun yaşatmamıştır. Asurluların fetih siyaseti alınan toprakları köylülere dağıtması ve pulluk sağlamalarına yardımcı olması ve tarımsal genişlemeye önem vermeleri olmuştur. Bu tarım alanlarında kölelerin kullanıldığı kuvvetle muhtemeldir. İmparatorluğun bütünlüğünü korumaları soyluların yaygın değerleri sayesinde sağlandığı anlaşılıyor. Böylece farklı kültürlerin parçalanan unsurları, yerel halklarla kaynaşmasına neden olduğunda Asur’un gücü de artmıştır. (Bkz age, Sf: 84)

Asur halkı Sami kökenli bir halktı. Entrikalar, taht kavgaları ve bölge siyasi ha-reketliliğiyle yaşadıkları inişli çıkışlı süreçleri içinde pek çok büyük krallara sahip oldular ama bu krallar arasında öne çıkanı ve sanatsal çalışmalara önem vereni son büyük kral Asurbanipal (İÖ. 668-627) olmuştur.

Asurbanipal dindar bir kraldı. Bu yapısı Asur ve Babil’deki pek çok kutsal yapıyı inşa etmesine, eskimiş olanları da yeniden canlandırmasına neden oldu. Ninive’deki “Hanedan Evi” ve “İştar Tapınağı” bu yapılardan öne çıkanlarındandır.

Kabartmalarda kendisini ve eşi Kraliçe Asur-Saharrat ile birlikte bahçede akşam yemeği yerken gösterilmesinden hoşnut olabilecek kadar rahattı.

Asurbanipal sanata olduğu kadar bilime de önem vermeye çalıştı. Ortadoğu’nun sistemli biçimde toplanıp kataloglanmış ilk kitaplığını Ninive’de kurduran da o olmuştur. Bu kitaplıktan günümüze 20.720 tablet kalmıştır. Asurbanipal, tapınak kitaplarında bulunan bütün kitapların ve her türden yazının aslının ya da kopyasının çıkarılması emrini vermiştir, yazıcılara. Pek çok farklı bölgeden metinlerin de biraraya getirilmesiyle zengin bir arşiv oluşturulmuştur. Bu metinlerin özellikleri de çeşitlidir. Bunlar, insan ve hayvan davranışlarına, bitkilerin özelliklerine, güneş, ay, gezegenler ve yıldızların hareketlerine dair gözlemleri içerir. Bu gözlemlere dayanan fal metinleri de bulunmaktadır. Ayrıca Sümerce, Akadça ve başka dillerde sözlükler de bulunmaktaydı ki, bunlar da yazıcıların eğitimi için hazırlanmışlardı. Ayin, dua, büyü, masal, atasözleri gibi dinsel ve din dışı metinler de vardı. Yaradılış, Gılgamış Irra, Ekona ve Anzu gibi Mezopotamya kaynaklı destanların günümüze ulaşmasını da bu kitaplara borçluyuz. Binbir Gece Masalları’ndan birinin ilk kopyalarından birinin ilk örneği olan “Nippur’la Yoksul Adam” gibi halk öyküleri de bulunmaktadır aralarında. Buradan da anlıyoruz ki, kitaplık oldukça geniş bir içeriğe sahipti ve geniş kesimlere açıktı.

Asurbanipal güzel sanatlara da oldukça ilgi duyardı. Saraylarında hükümdarlığının tarihsel olaylarını kabartmalarla işlemiştir, ki daha önceki dönemlerle karşılaştırıldığında üslupta belli bir gelişme gözlenebilmektedir.

7. yüzyılın sonlarında Medlerin ve Babillilerin ortak saldırısıyla o büyük Asur devleti birkaç yıl içinde tarihten silinmiştir. Fakat bu çok ani bir yıkım olmuştur. Bunun sadece dıştan gelen saldırılarla olmuş olması pek mümkün görünmemekle birlikte bu olasılığa taht kavgalarının da varlığı eklenince ortaya ciddi nedenler çıkmaktadır. Ama bunlar bile bu ani yok oluşu açıklamaya yeter mi?

Necmettin Yalçınkaya kullanıcısının resmi

Her bakımdan Asur sanatı Eski Asur (İO. 1900-1350), Orta Asur (İÖ 1350-1000), Yeni Asur (İÖ 1000-610) evrelerine ayrılır. Özellikle son evrede mimari bağlam içinde (heykel ve resimde) imparatorluk sanatı harikulade örnekler vermiştir.

Mimaride bilinen Mezopotamya yapıları bu imparatorluk için de geçerlidir: Taştan atılan temeller üzerine kerpiç duvarlar biçimindedir. Halkın kullandığı sıradan evler de bu esasa göredir. Bu bakımlardan fazla özellikle olduğu söylenemez. Fakat diğer Mezopotamya uygarlıklarına göre evlerin diziliş biçimi ve sokaklar daha özenliydi. Asur’un Anadolu’daki ticari merkezi olan Kültepe-Kaniş sokakları meydanlara açılan, düzenli evlerden meydana gelen mahalleri buna örnektir. Ticari merkez olması bakımından sokakları arabaların geçebileceği kadar genişti ve yer yer taş döşeliydi. Ayrıca üzerleri taşlarla örtülü atık su kanallarını gayet işlevsel kullanıyorlardı. Evler taş temel üzerine kerpiçti. Tek katlı veya iki katlıydılar. Yapı içlerinde mutfak ve kiler bölümleri de mevcuttu. Evlerde maltiz, tandır ve mazgallar da gayet kullanışlı oiarak yer alıyordu.

İlginç bir özellik olarak ölüler genellikle mutfak tabanlarının altına gömülüyordu.

Tüccarların evlerinin zemin katlarında arşivler için ayrılmış özel odalar bulunuyordu: Buralarda, raflar üzerine dizilmiş çanak, çömlek içinde hasır ya da torbalar içinde tablet, mühür, kil zarf, etiket gibi arşivler saklanıyordu.

Asur İmparatorluğu oldukça geniş bir coğrafyaya yayılmış (Mısır’dan Hazar’a, Babil’den Çukurova’nın Toroslarına kadar) güçlü bir imparatorluktu. Geleneksel bir siyaset olarak, krallar bir ülkeyi ele geçirdikleri zaman o ülkenin adını ve kültürünü reddetmeyip egemenliklerine girmiş diğer kültürlerle kaynaştırıp tek bir Asur kültürü yaratmaya çalışmışlardır. Örneğin Asur kralı aynı zamanda kendisine unvan olarak egemenliği altındaki “Sümer kralı”, “Babil kralı”, “Mısır kralı” gibi unvanlar da verirdi çok farklı yerel kültürü bir arada barındırabilmek şeklinde izlenen bu siyaset imparatorluk sanatında da yer yer -farklılaşmalara neden oluyordu ki, bu da kaçinılmazdı. Örneğin III. Tukulti-Apil-Eşarra (İÖ. 745-727) krallığı zamanında Kalhu’da yaptırılan sarayın girişi Suriye (bit-hilani) tipinde sütunludur. Bu bir farktir.yine özellikle saraylar için tasarlanan açık avlu etrafına sıralanan odalar planından farklı olarak kapalı avlulara da rastlanir.Bu da bir farktır. Dolayısıyla pek çok kültürü bünyesinde taşımaya çalışmış bir jygarlığın sanatı için buraya yazılanlardan seha fazlasına ihtiyaç duyulmalıdır.

Merkezi şehirler, özellikle de başkent-er (Asur’da birden çok başkent bulunuyordu) iki ayrı surla korunuyordu. Şehri çevreleyen dış surların haricinde, kralın sarayı ve askeri kışlanın bulunduğu iç kaleyi oluşturan başka bir sur daha…

Kalha (Nimrud) Musul’un 30 km güneyinde kurulduğunda gerçek anlamda görkemli bir krallığın ihtişamını gösterir ve sena da önemlisi böylesi bir imparatorluğun ihtiyacına cevap verebilecek biçimde tasarlanmıştı. Kenti çevreleyen surun kalınlığı 21 metre, uzunluğu ise 8 km’yi buluyordu. 60 bin kişilik kentin su ihtiyacını gidermek için de Yukarı Zap’tan bir kanal açılmıştı. (Bereket Kanalı) Böylece kentte tarım yapılabilmesi daha da olanaklı hale geliyordu. Öyle ki kentte meyve bahçelerinin yanı sıra hayvanat bahçesi bile vardı.

Etrafını ayrıca bir sur çevreleyen iç kalede saray bulunuyordu. Saray üzeri açık avlular etrafına dizilen oda ve salonlardan oluşuyordu. Duvarları ise kabartmalarla ve renkli resimlerle bezeliydi.

Kalhu’nun kuruluşunda ihtiyaç duyulan işgücü savaş esirlerinin kullanımıyla karşılanmıştı. İç kalede tanrılar için tapınaklar ve şapeller, ordunun ikamet ve eğitimi için tasarlanan Kışlasaray Kompleksi (300×200) de mevcuttu.

Saraylar ekonomi ve yönetim merkezleriyle çok odalı ve genelde odaların zemini taş döşeliydi. Bazı salonlar iki kattan oluşuyordu. Odalar avluya açılan koridorlara acılabiliyordu. Mutfaklar büyük ocaklarla ısıtılıyordu. Depolarında ise küplerin muhafaza ettiği erzaklar bulunuyordu.

Yeni Asur Döneminde Ninive, Kalhu ve Dur-Sarrukin kentlerinde (başkentler) yapılar, kapalı avlular çevresinde oluşturulan çok sayıda oda ve daireden oluşuyordu.

Tapınaklara gelince; bu konuda öncelikle inanışlara dair birkaç şey söylemekte fayda var. Mezopotamya’da pek çok tanrıdan söz edilir. Fakat yazılı olanlardan Gök Tanrısı An (Anu), Su Tanrısı Enki ve hepsinin üstünde yer alan Bel (Enlil) öne çıkan tanrılardır.

Tanrılar genellikle şehirlerle özdeş görülürlerdi. Bu durum kent devletleri döneminde daha barizdir. Bir kentin gelişip güçlenmesi sonucunda o kentle özdeş olan tanrı da önem kazanıyordu. Fakat bir tanrı var ki pek çok tanrı arasında Mezopotamya’nın en önemli tanrısıydı: Marduk diğer bütün tanrıların özelliklerini kendinde barındırıyordu.

Tanrılar insan özellikleriyle betimleniyordu. Başlarında nöbet tutuluyordu ve tıpkı krala duyulan saygının aynısı duyuluyordu. Çünkü tanrı da kral gibi temel olarak bereket ve güvenlikten sorumluydu.

Dinsel ritüeller tanrıların tapınaklarda doyurulması çerçevesinde yoğunlaşırdı. Tapınaklar dinsel merkezler olmanın yanında krallığın denetiminde yiyecek dağıtımının da yapıldığı yerlerdi.

Dinsel uygulamalar genellikle kral ve maiyetindekilerle sınırlı olup halka kapalı olurdu ama bazı özel günlerde tanrı tasviri sokaklarda dolaştırılırdı. Tapınaklarda gerçekleştirilen günlük ayinleri ise rahipler yürütürdü. Özel ayinlere ise tanrının başrahibi sıfatıyla kral öncülük ederdi.

Tapınaklarda mimari biçim geleneksel mimariden farklılık göstermez: Taş zemin üzerine kerpiç duvarlarla oluşturulurdu. Genellikle müstakil yapılardı buralar, planları saraylara oranla daha basitti. Avlu etrafına dizilmiş odalardan meydana gelen bu yapılar süslemeler bakımından da saraylarla asla boy ölçüşemeyecek kadar sadeydi.

Necmettin Yalçınkaya kullanıcısının resmi

Saraylar her zaman için Asur’un en gözalıcı mimari yapılarıdır. Buralar mimari özelliklerin dışında kelimenin gerçek anlamıyla gözalıcı bezemeleriyle öne çıkarlar. “Saray duvarlarındaki büyük taş kabartmalarla ortaya çıkan bu mimari bezeme anlayışında esin kaynağı orta Asur saraylarının duvar resimleri ile Geç/Syro-Hitim, Aramı dünyasının taş ortostatlarıdır (dadojf’ (Arkeo. Atlas/Sayı: 4, Sf: 56)

Kuzey Mezopotamya’da zengin su mermeri (Musul mermeri) yatakları vardı ve bu taş kolay işlenmekte ve ortaya çıkan eserler de göze hoş görünmekteydi.

Örneğin II. Asur-Nasir-Apli, Korhu’daki sarayının tören ve şölen için kullanılan salonlarının kerpiç duvarlarını, bu mermerden yapılmış ve üzeri kabartmalarla işlenmiş levhalarla kaplatmıştı. Bu levhalarda anlatılanlar daha çok kralın ve onun devletinin başarılarıdır. O kadar başarılı ve sistematik işlenmiştir ki konu, bunlara dair “resimli tarih kitabı” benzetmesi yapılabilmektedir. ” Tamamen siyasal propagandaya yönelik bu görkemli levhalar kralın ve devletin başarılarını anlatan bir tür reklam panosu görünümündedir. Bu panolarda yalnızca hükümdarların anlatmak istedikleri konular gösterilirdi.” (Arkeo. Atlas, Sayı: 4) Taht salonu ve bazı başka mekanların girişleri insan başlı boğa ve aslan yontu kabartmalarıyla imgesel olarak koruma altına alınmıştır. Lamassu denen bu koruyuculardan 6 metre boyunda olanlar vardır.

Kral dairesinin cephesinde ise krala armağan sunan elçiler, iç duvarlarda ise kutsal palmiye ağacı, koruyucu cinler ve kral yardımcılarıyla birlikte işlenmiştir.

Öyküsel karakterli başka kabartmalarda bazı önemli olaylar ayrı bandlar halinde frizlerle verilir. Arabası içindeki kralın ordusunun başında düşman ülkelere düzenlediği seferler konu edilir. Yakılıp yıkılan kaleler, kazığa oturtulan, kafası kesilen düşmanlar arasında ilerleyen savaş arabaları sık sık yinelenir ve başından sonuna değin olaylar film şeridi gibi düzenlice anlatılır.

Teknik olarak daima çizgisel hatları güçlü fakat alçak kabartma anlayışı hakimdi. Bunların üzerleri fırça ile boyanırdı.

Daha sonraki dönemlerde, II. Sarrukin çağı Dur-Sarrukin kabartmaları yenilikler içerir. Yüksek kabartma anlayışı ve plastik bir görünüm dikkat çeker.

Taş levhalar frizlerle ayrılmadan yüzey bir pano gibi kullanılmaya başlanmıştır. Sin-ahhe-rıba döneminde figürler tüm yüzeye yayılır.

Bu son iki dönemde saray yapımı için gerekli malzemenin taşınması, sarayın inşası gibi konular genişçe işlenir. Burada kralın sadece savaşçı değil aynı zamanda inşaat projelerindeki mahareti de sergilenmiş.

Ancak yine de görkemli savaş ve av sahnelerinden vazgeçilmez.

Kral Asur-ban-apli Sarayı’nın duvarlarında kralın başarılarını anlatan kilometrelerce uzunluğunda su mermerinden kabartmalar vardı. Bu dönem sanatın da noruk noktasını oluşturur (İÖ. 650 civarı).

Kralın Sin-ahhe-riba Sarayı’nın duvarında yaptırdığı iki metrelik savaş panosunda ayrıca düşman kral Teumman’ın kafasinin kesilişini gösteren sahnenin üzerinde şöyle bir açıklama yer alır. “Elam kralı Teumman savaşta yaralandı. Büyük oğ u Tammaritu onu elleriyle tuttu ve or–ena kaçtılar. Assur ve İştar’ın yardımıyla criarı öldürdüm ve herkesin gözü önünde kafalarını kestim.”

Asur kabartmalarında çizgi mükemmel-ğ yakalanmıştır. Hayvan ve insanın fiziksel yapısının ve davranışının gayet iyi gözlendiği kabartmalardan anlaşılır. Av sahnelerinde yaralanmış hayvanın çektiği acı çok açık biçimde gayet gerçekçi bir şe-k zz yansıtılabilmektedir. Fakat Mısır’da oiduğunun aksine çıplak insan vücuduna dair örneklere rastlamıyoruz.”Asurlular savaşçı ve avcı bir millet olduğu için, bu hayat tarzı, kadını ve insan vücudunu değerlendirmelerine imkan bırakmıyordu… Asur kazıtmalarında hayvana insandan daha çok önem verildiği, hayvan vücudunun insandan daha kuvvetli ve ifadeli gösterildiği muhakkaktır.” (Zahir Süvemli, Sanat Tarihi, Varlık Yay, Sf: 33-34) Nubyalı gence saldıran aslan kabartması buna iyi bir örnektir. Gence saldıran aslanın avını kavrarken gösterdiği duruş mükemmeldir. Aslanın altından kurtulmaya çalışan gencin pozisyonu da gayet gerçekçi verilmiştir. Ama yüzünde acı ifadesine rastlayamıyoruz.

Asurlu Mona Lisa’nın yüz ifadesi ise gayet başarılı biçimde verilmiştir. Bu aurum dönemine göre bir yenilik, bir başarı oiarak görülmelidir.

Kabartmalarda (ve heykellerde) Asurlu Mona Lisa gibi ender örneklerin dışında yüzde bir ifade yoktur. Kabartmalarda baş yandan görülürken göz yine Mısır’da olduğu gibi yandan verilmiştir. Vücudun hem üst hem de alt kısmı gayet güzel olarak yandan verilebilmiştir. Mısır’da olduğu gibi elin de hareketinin tam olarak verilme kaygısı ortadan kalkmıştır. Hareket doğallığında yakalanmıştır.

Kabartmalarda bir başka özellik de bazı örneklerde boyamalar yapılarak etki güçlendirilmiştir.

Asur’dan günümüze fazla, bütün olarak ulaşan heykel olmamıştır. Ulaşanlardan az sayıda olanları ise gayet özelliklidir. Bunlardan Kral II. Aşşur-nasir-apli’nin heykeli iyi korunmuştur.

RESiM

Bunda da dönem özelliğine uygun olarak dalgalı iaramar üçgen ve kare gibi geometrik motifler görülür. Bu tarz boyamalar Hitit ürünleriyle benzerlikler gösterir.

Necmettin Yalçınkaya kullanıcısının resmi

Asya’yla Avrupa arasındaki coğrafi konumu ve komşularının zamanının önemli etkilerinden dolayı Anadolu, pek çok defa tarihinin her döneminde farklı toplulukların saldırılarına maruz kalmış, buna bağlı olarak da sık sık yönetimler el değiştirmiş, yeni devletler kurulmuş, yıkılmış, kimileri de daha bunu başaramadan tarihten silinmiştir. Fakat bu denli büyük savaşların olduğu bir coğrafya sadece coğrafi konumundan dolayı cazibeye sahip olduğu gibi bir açıklama tatmin edici olmaz. Bunun için daha fazla tatmin edici nedene ihtiyaç vardır. Ki bunun için, o zamanlar Anadolu’nun hangi maddi zenginliklere sahip olduğunu bilmek gerekir.

Yaklaşık 4000 yıl öncesine dönüyoruz. O zamanlar Anadolu’nun görünümü, şu anki geniş kırsal ve çorak görünümünün aksine en çok ihtiyaç duyulan kereste ve tarım ürünleri açısından zengin bir merkez olduğu şeklindedir. Ekonominin bel kemiğini oluşturduğu tarımın ve en çok kullanımı gerçekleşen kerestenin yakıcı ihtiyacını hesaba katınca daha net sonuçlara ulaşıyoruz. Ancak Anadolu’da bundan daha fazlası vardı T o plumsal gelişimle birlikte önemi çok daha fazla hissedilen mineral ve maden açısından da zengin yataklara sahip olduğu bilinen bir şeydir.

İşte bütün bunların toplamından da Anadolu’nun gerçek çekiciliğinin, verimli alanlar, zengin maddi olanaklar ve de ihtiyaç duyulan hammadde kaynaklarına sahiplik yapmasından anlaşılıyor.

Hititlerin de bu çekiciliğe kapıldıkları olasıdır. Hititlerin Anadolu’ya nereden geldikleri bilinmiyor. Fakat bazı çıkarımlarla Asya steplerinden buraya göç etmiş oldukları sanılıyor. Bu çıkarımlardan birine Hititlerin antik Hint-Avrupa halkı olmalarından ulaşılmaktadır. Hitit dili Hint-Avrupa dil ailesine üyedir. Fakat bu Anadolu’da bir konumu göstermeye yetmez. Buradan da Hint-Avrupa kavimlerinin Anadolu’ya dışarıdan geldiklerini gösterir. Araştırmalar Tuna’dan Karadeniz’in kuzey kıyı boyunca Kafkasya’nın kuzey eteklerine kadar uzanan yöreyi işaret eder. (Bkz: Hititler ve Hitit Çağında Anadolu, J.& Macqueen, Arkadaş Yay, Sf: 27) Gerçekten de ulus olmanın (etnisite) en önemli göstergelerinden biri olan dil’e göre Hititler Hint-Avrupalı bir topluluktu. Hititçe Hint-Avrupa dil ailesine bağlı en eski Anadolu dillerinden biridir. Boğazköy’de (Hat-tuşa) yapılan kazılardan 25 binden fazla çiviyazılı tablet bulunması dilin ne kadar etkin kullanıldığını da gösterir. Hititlerin kökenlerine dair net bir şey söyleyeme-mekle birlikte araştırmalardan çıkan ortak kanı bu şekildedir. İÖ. 2000 başlarında Kafkasya’dan gelip sürekli gelişip güçlenmişler ve bu tarihlerde pek çok etkenle birlikte Asurlularca ortadan kaldırılmışlardır.

Anadolu’ya ilk geldiklerinde Kültepe-Kaniş’e yerleştiler. O zamanlar bu bölge Asur ticaret kolonilerinin bulunduğu ticaret bakımından etkin bir yerdi. Hititler de bu etkin hareketlilikten yararlanıp yerel beyliklerin gözetiminde ve onlarla anlaşmalı olarak ticaretle uğraştılar. Sonra da belli bir toprağa egemen olacak kadar güçlenip cendi beyliklerini kurdular: Beylikler arası oorak kavgaları sonucu I. Hattuşili Hat-uşa’yı ele geçirip orayı başkent yaptı (İÖ .650). Anadolu’nun kuzeyine düşen Hattuşa ısimda fazla verimli olmayan nispeten kıraç jir bölgeydi. Fakat kayalık bir bölge olması eri savunma bakımından doğal olanaklar onuyordu. Hititlerin devam eden tarihine : e : aktığımızda Hititler Anadolu’da var olmanın temelinin askeri güce dayandığını bi-iyorlardı. İlk kuruluş anlayışlarının da :skeri savunmaya dayalı olduğundan da bunu fark ettiklerini görüyoruz. Politik as-Keri yönelimleri daha bu aşamada belirlenmişti.

Hattuşili, bölgenin ticaret ve askeri hareketliliğinden gayet akıllıca yararlanıp genişletmeye başlamış ve genişlediği oranda politik birliği sağlama çabası gütmüştür. Ülkesini kurarken Asur ticaret kolonilerini yıkıp bölgeyi ele geçirdiğinden en büyük hasmı Asur devletiydi. Bu yüzden Asur ile bağı kopunca oradan gelen kalay (en çok ihtiyaç duyulan tunç yapımı kalay ve bakırın karışımıyla elde edilir ve tunç yapımında % 5ten daha fazla bir oranda kalay kullanılır) yakıcı yokluğunu hissettirdi. Asur güçlü bir devletti ve Hattuşili’nin Asur üzerine askeri sefer yapması akıllıca olmazdı. Bu yüzden Hattuşili (ve onu takip eden diğer Hitit kralları) Fırat vadisi boyunca Akdeniz kıyılarına uzanan bölgeyi denetim altına alma politikası güttüler. Hattuşili ilk olarak Kilikya kapıları (Sülek Boğazı) ile başkent arasındaki kentleri denetim altına aldı. Belli merkezlerde bugünkü Mersin’deki kale gibi kaleler yapıp ticaret yollarına saldırı için avantaj yakalayacaktı.

İlk başta askeri gücü fazla olan Halep’i nedef aldığı görülse de güneybatıya yönelik Halep’in Anadolu’daki en güçlü müttefiki olan Arzava ülkesine saldırdı. Yine saldırılara maruz kalan Vilusa ise Avrupa’ya giden ticaret yolu üzerinde bulunmaktadır. Bu yolun ele geçirilmesi pek çok ihtiyaç duyulan yaygın ticaret malları arasında bulunan ve Balkanlar’dan da elde edilen zengin kalay kaynaklarına da uzandığı düşünülünce bu askeri seferlerin önemi daha anlaşılır olur.

Hattuşili’nin bu yöneliminden fazlasını Murşili yaptı. Halep’in müttefiklerini yanına çektikten sonra Halep’i almakla yetinmeyip Babil’i de ele geçirip bölgedeki tüm ticaret yollarına hakim oldu.

Murşili eniştesi tarafından öldürüldükten sonra artan Hurri baskısı, Anzava’nın yeniden bağımsızlık ilan etmesi kuzeydeki dağlı halkları kutsal kent Nerik’i ele geçirmesi ve daha pek çok kargaşayla yüz yüze kalan Hitit ülkesi 1500′lerde sadece İç Anadolu’ya sıkışıp kaldı. Mısır, Hurri, Suriye, Asur gibi doğudan gelen baskılar batıda her an ayaklanan “Deniz Kavimleri”nin baskısıyla nihayet 250 yıldır hiçbir devlet tarafından yıkılamayan Hitit devleti ticaret yollarını kaybetmesi, ayaklanmalar, kıtlıklar vs. nedenlerden dolayı iyiden iyiye zayıfladı ve kuzeybatıdan gelen göç dalgasıyla tarihteki etkinliğini hepten yitirdi.

Hititlerin Anadolu’daki varlıklarının kaba anlatımı bu şekildedir. İmparatorluk dağıldıktan sonra prenslik biçiminde Suriye’de varlığını devam ettirse de Hititler bir daha ayağa kalkmadı ve Hattuşa ıssızlığa mahkum oldu. Fakat bu anlatımın ötesinde sosyal yapıya dair de birkaç şey söylemek gerekiyor.

Eski Krallık döneminde Anadolu’daki siyasi yapı beylikler biçimindeydi ve Hattu-şa’nın kurulup yükselişiyle bu yapıda özel bir değişim olmadı. Yönetim aristokrasiyi oluşturan aile veya klandaydı. Elbette bunların en önemlisi “Büyük Aile” diye adlandırılan kral ve sarayın en yüksek mevkilerinde yer alan görevlilerdi. Bu yöneticiler aynı zamanda savaş konusunda da beceri sahibiydiler. Soylular Meclisi de denilen “poncu”yu bunların bileşimi oluştururdu. Bu meclis aynı zamanda bir yargı organı işlevini de görürdü. Meclis üyeleri de kendi mevkiindekiler tarafından yargı-lanabilmekteydi. Hatta kral bile… I. Hut-tuşili, veliaht seçtirmek için bu meclisi toplamıştı. (Bkz: age, Sf: 84)

Kralın ölümü halinde kraliçe (Tavananna) kralın yetkilerini devralabiliyordu.

Devletin en tepesinde bulunan kral, askeri önder ve yüksek yargıçtı. Ayrıca kral Fırtına Tanrısı’nın yeryüzündeki temsilcisi konumundaydı. Öldüklerindeyse tanrı katına yükseleceklerine inanılırdı.

Aristokrasinin üyeleri krala sadakat yeminiyle bağlıydılar ve tahmin edileceği üzere bu bağlılıkları karşılığında kendilerine toprak bağışlanırdı. İlk başlarda fethedilen topraklar krala aitti. Fakat sınırlar genişledikçe topraklar soylu ailelerin üyeleri olan komutanlara dağıtılmaya başlandı. Bunlardan istenen ise yerel Yaşlılar Meclisiyle birlikte yargıyı oluşturup, gayet ciddiye alınan bayram törenlerini düzenleme ve bölgenin istikrarını sağlamaktı.

İlk başlarda özellikle köylülükte topraklar ortaktı. Fakat zanaatçı olarak topluma hizmetlerinden dolayı bir kısım toprak kiralanabilmekteydi. Köylerde önemli sayılan kişilerden -bunlar ailelerin kıdemli üyeleriydi- oluşan bir yönetici heyeti vardı. Ataerkil toplumsal yapıya sahip olduğundan baba, otoriteydi. Bu yüzden kızını istediği adama eş olarak verebilirdi ama kadın mülk olarak görülmeyip bazı kişisel haklara sahipti. Örneğin, bir özgür kadın, köleyle evlenmesi halinde özgür olma statüsünü * devam ettirebiliyordu. Bunun yanında kadının kocasından boşanma hakkı da vardı.

“Krallığın sosyal yapısı, soylular, hür insanlar ve kölelerden oluşur. Hür insanlar borçlarını ödeyemediklerinde rehin tutuldukları, tüccarların para karşılığı genç kızları satın aldığı ya da borç karşılığı verildiği de olmaktadır. Bunlar belgelenmiştir.” (Arkeo. Atlas, Sayı: 3) Eski Krallık döneminde “Yasa Kitabı”na göre kölelerin bazı hakları vardı ve köleler genelde zenginlerin hizmetini görürdü. İmparatorluk Döne-mi’nde ise bu durum değişip kölelerin bütün hakları silinmiştir. Köleler her bakımdan sahibinin malı olmuş, yaşaması ya da ölmesi sahibinin tasarrufuna kalmıştı. Ayrıca fet-

hedilen yerlerden getirilip Hitit köylerine yerleştirilen yabancılar ise bireylerin değil devletin malı sayılmaktaydı. (Bkz. Hititler ve Hitit Çağında Anadolu, J.& Mac-queen. Arkadaş Yay, Sf: 83) İmparatorluk döneminde toplumsal alanın her yanında bir değişimin olduğu açıkça görülür. Kral mutlak güç olmuş, poncu dağıtılmıştı. Bu değişikliğin nedenleri arasında olasılık olarak artan savaş masraflarını karşılamak veya “artan Hurri etkisiyle Mezopotamya krallık anlayışının Anadolu’ya yayılmasına bağlı olabileceği gibi Mısır’la daha yakın bağlantılar”\n (Age, Sf: 85) etkisi olabilir. Fakat üretim ilişkilerindeki değişim her an dikkate alınmalıdır.

İmparatorluk Dönemi öncesi görsel sanat yapıları oldukça azdır. Fakat imparatorluk dönemine ait hayli fazla taş kabartma bulunmuştur. Bu kabartmalar döneminin Hurri etkisini yansıtır. Bu örneklerde sağlam ama incelikten yoksun bir üslup görülür. Geç Hitit sanatı ise Hitit, Suriye ve Asur öğelerinin karışımına dayanan üslup içerir ki bu belirgin bir farklılıktır. Ayrıca yer yer Fenike ve Mısır izlerine de rastlanır. Siyasi egemenliğinin oldukça geniş bir alanda sürmesi, ticari ilişkilerinin ise sınırlardan daha geniş bir alanda faaliyet göstermesi gibi faktörler düşünüldüğünde bunun nedenleri anlaşılır olmaktadır.

Gövdesinin şişkin yerinde bir ‘kaburga’ bulunan gaga ağızlı toprak kaylar tipik Hitit çömlekçilik ürünüdür. Ayrıca yüksek dairesel surlarla çevrili Hitit kentlerinde görkemli saray yapıları da özgünlükler içerir. Hitit başkenti Hattuşa’daki ilginç diyebileceğimiz sur ve tapınak kalıntıları dönemin mimarisini ele verir. Kentin dışındaki Açık Hava Tapınağı, Yazılı Kaya’daki kaya kabartmaları Hitit heykelciliğinde önemli yer tutar.

Bütün bunların dışında Gavurkale ve Fraktin Anıtları’ndaki kabartmalar İvriz Kaya Kabartması, Zincirli Höyük ve Karkamış Kalıntıları Hititlerin Anadolu’daki varlıklarına dair önemli sanatsal veriler sunar.

Necmettin Yalçınkaya kullanıcısının resmi

Hitit mimarisinin öne çıkan örneklerini ıpınaklar, saraylar ve şehri çevreleyen jrlar oluşturur. Evler ise pek özellikli ol-ayıp genellikle kerpiçten oluştuğu için gü-ümüze ulaşan örnekleri yok gibidir. Yine e Anadolu’da Hitit başkenti Hattuşa, Ala-chöyük, Maşathöyük, Zincirli, Karatepe ve crkamış’ta yapılan kazılar dönem yaşamına air her bakımdan ipuçları verir.

Kuruluş dönemlerinde (MÖ. 2000 yılı aşları) şehir kurulurken görüş alanı geniş ıir ovada yüksek bir yer (kayalık ya da eoe) (platform) üzerine kurulur. Bu hem arım açısından hem de güvenlik açısından nemli görülmüştür. Bütün yapılarda olduğu n’bi şehrin güvenliğini sağlayan surların te–ellerinde de taş kullanılmıştır; üzeri ise ;erpiçtendir. Surların güvenliğini artırmak çin kulelerle destek verilmiştir. Surlar n tsal niteliktedir. Özellikle şehre girişe mkan veren kapılara, hem saldırılarda en lassas yer olması hem de şehrin güç ve lörkemini göstermesi açısından ayrıca inem gösterilirdi. Kapılar her iki yandan culelerle desteklenir, iki kapı geçidi bulu-wn bir ortak mekanla güvenlik artırılmış >lurdu. Hattuşa bu özelliktedir. Yine Hat-•uşa’da anıtsal özellik taşıyan Aslanlı Kapı, Sfenks Kapısı, Kral Kapı dönemin taş işçi-iğindeki mahareti ortaya koyar biçimde

Surların altında “potern” diye adlandıran geçit-tüneller bulunmuştur ki, bunla-■ın ne maksatla yapıldığı tam olarak Dİlinemese de savunma amaçlı olduğu düşünülmektedir.

Saray ise şehre hâkim bir tepeye kuru-ardu. Buranın güvenliği de yine ayrı bir suria sağlanırdı ve yine bu surlar kulelerle desteklenmişti. Saray tek bir yapıdan oluş-mayıp ana avlunun etrafına asimetrik olarak sıralanmış odalardan oluşmaktaydı. Kazılarda bulunan merdivenlerden hareketle saray kompleksinin genellikle iki ya da belki üç katlı olarak inşa edilmiş olduğu düşünülmektedir. Direkli galerilerle çevre-

lenmiş avlu etrafındaki irili ufaklı odaların her birinin işlevi farklıdır: Devlet arşivi, kabul salonu gibi resmi özellikler taşır. Ayrıca yaşamsal ihtiyaçlar için kullanılan odalar da çokçadır. Kompleks kral ailesinin yanı sıra saray memurları ve kralın özel askerleri (Hattuşa’da “Altın Mızraklılar” olarak adlandırılan nöbetçi askerleri gibi) barındırırdı.

Belirttiğimiz üzere yapıların temellerinde (belki su basmanı diyebileceğimiz kısmında) taş kullanılmıştır. Bunun üzerine kerpiç tuğla örülerek yapı inşa edilmiştir. Kerpiç duvarların içine hatıllar (ahşap direk) yerleştirilerek bir çeşit güçlendirme sağlanmıştır. Yapılan çatısız ve tavanları düzdür. Genellikle iki katlı inşa edilen yapılar dönem mimarisine özgü avlu etrafına dizilmiş 8-9 odalı olarak yapılmışlardır. Yine bir özellik olarak odalardan birinde ocak bulunurdu. Evlerin şehir içindeki dizilişleri bir planlama dahilinde değil gelişigüzel olarak bulunur.

Hitit mimarisinde tapınaklara değinmeden önce “Geç Hitit Dönemi”ne dair de bir şeyler söylemek lazım. “Kral II. Şuppilu-liuma (MÖ 1210-1200) döneminde Ege adaları üzerinden gelen ‘beniz Kavimleri’ diye adlandırılanlar tarafından Hitit imparatorluğu son bulur. Hitit halkları devletlerinin yıkılmasından sonra güneye doğru çekilirler ve Güneydoğu Anadolu ve Kuzey Suriye’de kurdukları küçük devletçiklerle yaşamlarını sürdürürler. Bu dönem tarihte ‘Geç Hitit Dönemi’ olarak adlandırılmaktadır.” (Anadolu Uygarlıkları ve Antik Şehirler, Selçuk Gür, Alfa Yay.)

İmparatorluk ortadan kalktıktan 500 yıl sonra uygarlıklarının güçlü mirasını sürdürdüler.

Bunlardan Sam’al Krallığı kalıntıları (Gaziantep’te bulunmuştur) arasında Geç Hitit Dönemi mimarisine dair önemli bulgular çıktı ortaya. Aşağı şehir olarak adlandırılan bölüm dairesel bir alana yayılmış ve iç içe geçen çifte surlarla çevrilidir. Şehre giriş üç kapıyla mümkündü. Şehrin ortasında ise yine surlarla çevrelenmiş iç kale bulunurdu. Bu kalede avluların etrafına yerleştirilmiş bir dizi anıtsal yapı bulunur. Bu yapı türü Anadolu’da özgündür ve diğer Mezopotamya uygarlıklarından bu özelliğiyle ayrılır.

Ortak bir özellik olarak ise İÖ 2000′lerden tanıdığımız birkaç basamak ile çıkılan ve sütunlar arasından geçilen girişe sahip, ana mekanın ise hemen bu girişin arkasında çapraz olarak kurulduğu bir yapıdır. Benzeri yapılar Asur saraylarında da bulunur. Asur kaynaklarında bu tür yapılara “Hilani” denir. Hititlerde bu yapıların adlandırmasına dair bir ad belirtilmediği için benzeri yapıların hepsine “Hilani Tipi” denir. Bu yapılardan saray olarak bahse-dilse de tapınak olarak kullanıldıkları düşünülür. Fakat tapınaklara özgü kült heykeller bulunmaz bu yapılarda.

Bazı hilanilerin girişlerinde, kapının ve bazı iç kalenin dış kapısında kabartmalı taş levhalar vardır. Bunların dışında çift aslanlı kaide üstünde bulunan bir devasa kral heykeli bazı hilanilerin sütunlarını taşıyan kaideler ile tek başına duran steller (dikili taş) mevcuttur. Ayrıca her kapı girişinde kapı aslanları ve sfenks bulunur. Bunlar, doğu halklarına özgü bir inanış olarak şehrin bekçiliğini yaparlardı. Kabartmalarda da bir Asur etkisi görülür. Yüz, kıyafet ve nesne detaylarının kusursuz işlenmesiyle veriliş biçimi bir üslup birlikteliğini yansıtır.

Geç Hitit’e ait bir başka örnek de Çukurova’da (Kartaltepe-Aslantaş) bulunmaktadır. İÖ. 8-7. yy’a tarihlenen 195×375 bir alanı kaplayan Geç Hitit kalesi özelliklidir. Masif burçlar ile desteklenen yine bir çifte sur sistemlidir. İçeriye giriş iki anıtsal kapıyla gerçekleşir. Girişlerde, daha önceki kalelere özgü çifte odalar bulunur. Kapı yapısının iç duvarları bazalttan yapılma kaideler üzerine yerleştirilmiş dik duran taş levhalar (orthostat) ile kaplıdır. Levhaların büyük kısmı kabartmalar ve kapı

heykelleriyle kaplıdır.

Kalenin içindeki en büyük yapı kaleye yaptıran hükümdarın kullanımı için hazırlanan iç avlulu anıtsal yapıdır. Binanın yanında üç odadan oluşan bir yapı daha vardır. Ayrıca depo işlevi gören başka yapılar da bulunur.

Geç Hitit Dönemi’ne dair yazacaklarımız özetle böyledir. Şimdi imparatorluk dönemine geçip tapınakların yapımına değinelim.

Hitit devleti, çok geniş bir coğrafyada hüküm sürmesi ve egemenlik altına aldığı farklı topluluklar nedeniyle de çok çeşitli din ve tanrıyı bünyesinde taşıdı. Oraya, yazılı kaynaklardan “bin tanrılı ülke” dendiğini öğreniyoruz. Bunun açıklaması şöyledir: Hititliler savaşta mağlup ettikleri komşularının tanrılarını kızdırmaktansa o tanrıyı kendi tanrılarıyla bir tutuyorlardı. n Alaca-höyük’te Alişarhöyük’te ve Tunç Çağı’nın diğer yerleşmelerinde görülen tanrılar ile Hitit tanrıları en azından heykelcik olarak benzerlik göstermektedir. Ayrıca Suriye şehirlerindeki yerel panteonlar Hitit panteonuna taşınmıştır. Hitit dini böylece tüm Anadolu, Suriye ve Mezopotamya’nın tanrı ve tanrıçalarını dağıldıkları geniş coğrafyadaki kökenlerine bakmaksızın bünyesinde toplamış politeist bir dindir. Bu nedenledir ki bazı tanrıların isimleri Hattice, bazılarınınki Hurruce, bazılarınınki ise Luwice veya Sümerce’dir.” (Selçuk Gür, Anadolu Uygarlıkları ve Antik Şehirler, Alfa Yay, Sf: 20)

Hititlerde her şehrin kendi tanrısı vardı. Tabi böylece her şehrin bir tapınağı vardı. Tapınakların mimari yapıları handiyse saraylarınkiyle aynıdır. Girişten sonra taş zeminli avlu etrafına sıralanan direkli galeri ve bunun da ardında kült odaları. Bu tapınaklardan en öne çıkanları Hattuşa’da ortaya çıkarılmıştır; toplam tapınak sayısı 31′dir. Hattuşa’da neden bu kadar çok tapınak olduğunun açıklaması, buranın sadece başkent olmakla değil bununla birlikte dinin de merkezi olmasında yatar.

 

Tapınaklar arazinin yapısına göre dizi-ip herhangi bir yön birliği gözetilmemiştir. Bütün tapınaklar ortak bir plan prensibine göre inşa edilmiştir. Yine de bazı tapınaklara daha bir özen gösterildiği belli olmaktadır. Bunlar anıtsal özellikler Taşımaktadır. Taş temellerinin üzerinde bir nevi su başmanında ortostatlar yerleştirilmiştir.

Hattuşa’daki Büyük Tapınak, art arda sıralanan kapılar ve yan girişlere imkan sağlayan üç ayrı kapısı daha bulunması ayrıca tapınağı çevreleyen dinsel amaçlı olmayan ama tapınak kompleksine dahil olan mekanlarıyla diğerlerinden farklılaşır.

Büyük Tapınak kompleksinin asıl ana ya-disi yani kutsal sayılan mekanı çevreleyen ekonomik faaliyetlere ayrılmış 80′den fazla dar ve uzun odalar halinde atölye, depo, işlik vb. vardır. Kazılarda bulunan erzak küpleri maden ve başkaca verilerden, buralarda farklı meslek gruplarının faaliyet gösterdiği anlaşılır. Böylece de ayrıca ekonomik merkez olduğu da düşünülmelidir.

Hititlerde mimari plan oldukça basit görülebilir. Ancak onlar yapı tekniklerinde yeni ve özgün çözümler üretmişlerdir. Örneğin toprakaltı tünelleri ve bindirme tekniği ile yapılan yan duvarları tek kilit taşı ile tutturan bir uygulamayı bulmuşlardır. Ayrıca yapılarda Ege ve Ön Asya uygulamalarının aksine günışığı sağlayan pencereler yerleştirilmiştir.

Tapınaklar konusunda Eski Hitit Dönemine ışık tutan bir başka merkez de Ankara Çankırı yolu üzerindeki Inandıktepe’dir. Sırt sırta konumlandırılmış odalardan oluşan kompleks yapıda malzeme olarak; duvarlarda yontulmuş kalker taşı çatıda ise ahşap kullanılmıştır. Odalar badanalıdır. Odaların tabanları genellikle sıkıştırılmış topraktır ancak az sayıdaki odanın zemini taş döşelidir. Yangın dolayısıyla terk edildiği anlaşılan tapınak deposunda erzak küpleri ayrıca bir başka odada kerpiçle çevrili bir küpün içinde Akadça tabletler de bulunmuştur. Odalardan bi-

rinde bulunan boya bezemeli vazo, parlak astarlı gaga ağızlı testi ve kırmızı renkte bir sunağın bulunduğu kutsal bir oda olduğuna işaret eder.

Hititlerde tapınaklar çok odalıdır. (Ku-şaklı-Sarissa’da Fırtına Tanrısı’na adanan tapınak 110 odalıdır.) Bu odalardan biri sadece krala özel işlevi yüzünden halka kapalıdır.

“Dinsel törenlerin nasıl yapılacağı, kimlerin törenlere-katılacağı, törenlerin finansmanı, törene katılanların neler yapacağı, kurbanın nasıl kesileceği, tören yemeğinde neler verileceği kurallarıyla yazıya dökülmüştür. Yazılı metinlerden edinilen bilgilere göre kutlamalar bereketli bir yıl için, bol yağış almak, av hayvanlarının üretimlerini artırmak için düzenlenir. Bu törenlere katılanlar tanrılar ile bağlantı kurmuş sayılırlar, bu törenlere katılan kral hem töreni kutlayan hem de töreni yöneten başrahip olup kendisine ‘Tabama veya tabama’ denir. Törene katılan eşi kraliçeye de ‘Tavananna’ unvanı verilirdi. Dinsel törene katılanlar ise rahip ve rahibeler, kültlerin erkek ve kadın bekçileri, demirciler, çobanlar ve avcıların temsilcileri şarkıcılar, müzisyenler, dansçılar ve sakilerdir.” (Selçuk Gür, Anadolu Uygarlıkları, Alfa Yay, Sf: 20) Halka açık olmayan tapınağın odasında tanrıyı simgeleyen bir heykel bulunurdu. Buraya rahipler, kral ve kraliçenin dışında kimse giremezdi. Tanrıyı simgeleyen bu heykelin önünde o tanrıya adanan kurbanlar sunulurdu.

Tapınak yapıları olarak kapalı mekanların dışında açık hava tapınakları da yapılmıştır. Bu mekanlar çoğunluk yeni yıl kutlamaları için kullanılırdı. Buralarda en önemli tanrı ve tanrıçalar alay halinde kabartma olarak işlenirdi.

Tapınaklar sadece tanrının evi değil aynı zamanda kendi toprak ve işlikleri olan ve bunları kendi personeliyle işleten kurumlardı. Tıpkı Hattuşa’da olduğu gibi. Büyük Tapınak ve çevresindeki depo odalarından oluşan büyük komplekse girişten geçtikten sonra 8 metre genişliğinde büyük taşlarla döşeli bir yol üstünden ana tapınağa ulaşılırdı. Depolarında hacimleri 2 bin litreyi bulan çok büyük “taşınamaz” küplerden yüzlercesi bulundu. Daha önce de söylediğimiz gibi tapınaklar aynı zamanda ekonomik merkezlerdi. Bu halleriyle de eski uygarlıkların tamamında olduğu gibi ülkenin geleceklerini de şekillendiren güç merkezleridir.

Hititler, tapınak, saray ve diğer yerleşim alanlarının haricinde su ihtiyaçlarını karşılamak için büyük kapasiteli göletler ve barajlar da yapmışlardır. Ayrıca şehir halkından çok daha fazlasını besleyebilecek miktarda tahılı onlarca yıl saklayabilecek yer altı ambarları da inşa etmişlerdir.

 

Necmettin Yalçınkaya kullanıcısının resmi

Hititlerde heykel, şehri koruma işlevi gören ve sur kapılarına yerleştirilen sfenks, aslan ve kral heykelleri; sur duvarlarına ve açık hava tapınaklarına işlenen kabartmalarla’ ve az olarak da fildişi ve bronzdan üretilmiş heykellerle gelişmiştir.

Heykel ve kabartmalarda tanrı ve kral, tanrıça ve kraliçe tasvirleri önemli yere sahiptir. Heykel ve kabartmalarda erkek ve kadın figürlerinin duruşları ortak özellikler gösterir. Kabartmalardaki figürlerin yüz ve bacakları yandan, gözler, göğüs ve vücudun üst kısmı cepheden gösterilmiştir.

Kabartmalarda tanrı ve kral figürlerinde bir kol öne doğru öteki kol göğüs hizasında yere paraleldir. Tanrıça ve kraliçelerde ise bir kol tam olarak diğer kol ise biraz öne uzatılmış ve yukarıya kıvrılmış olarak tasvir edilmiştir. Bütün figürlerde eller sürekli olarak yumruk şeklinde kapalıdır: Krallar, tanrılara tapınma sırasında iki elini yumruk şeklinde birleştirerek yüzleri hizasında tutarlar.

Hitit üslubunun kuralları insan şeklinde düşündükleri tanrı ve tanrıçalarının giysileri ve fizyonomilerinde belirgindir.

Tanrıçalar ve kraliçe disk başlık, uzun

etek, uzun kollu giysiler, ucu yukarı doğru sivrilen ayakkabılar giyiyorlardı. Ender olarak tanrıçalarda tepesi mazgallı, silindirik başlıklar da görülür.

Güneş tanrısı ve kralların takke başlıkları vardır. Erkek figürlerinde kıyafetler içe giyilen ve diz kapaklarını örtmeyen kısa etek, bazı hallerde şal ya da manto ifade edilen üstlük ve sivri uçlu ayakkabılar görülür.

Süneş tanrısı tarafından da taşınan ucu kıvrık baston, kral betimlemelerinde vazgeçilmezdi. Birçok erkek figürü omuzda yay, bir elde mızrak, bele sokulmuş, kabzası yarım ay biçiminde hançerle silahlanmış olarak betimlenmiştir. Her iki cinste de saçlar enseden sırta doğru genellikle tek örgü halinde iner. Bu figürlerde dolgun bir yüz, irice burun, etli çene hatları f iz-yonomik özellikleri oluşturur. Bazı figürlerde hafifçe gülümseyen yüz ifadesi ise çok başarılı bir biçimde yansıtılmıştır.

Sanat eserlerinin büyük çoğunluğu dinsel amaçla yapılmışlardır. Figürler tek ya da dinsel kutsamayı anlatan kalabalık sahnelerde betimlenmiştir.

İmparatorluk dönemi heykelciliğinin temel özellikleri böyleyken Geç Hitit Dönemi heykelciliğinde farklılaşmalar görülür. Bazalt levhalar üzerine yontulmuş kabartmalar mimari bağların içinde bulunur. Üslup bakımından yerel özellikler taşıyan tasvirler bölgede çalışan farklı ustaların maharetlerini yansıtır. Genel olarak iki ana üslup barındıran bu eserler henüz başka benzerleri görülmeyen konuların da bulunduğu geniş bir yelpazeyi barındırırlar. Yine de tasvirlerin büyük kısmını dini konu oluşturur. Ayrıca bazı tarihsel olaylardan da söz edilir.

Bu sanatta öne çıkan eserler, anıtsal yapılarda daha çok rastladığımız kabartmalar ve devasa boydaki insan görünümlü heykellerdir. “İÖ. 1. bin yılda sanat, modern sanatçı ile bağdaştırdığımız yaratıcılık ve ifade özgürlüğü gibi kavramlardan uzak, zanaatkarların ve ustaların elinde ıvaş yavaş şekillenen, aynı zamanda yatları ısmarlayan kişi ve kurumların bek-ntileri doğrultusunda gelişen bir olgudur, inat ile zanaatın henüz ayrılmadığı bu dö-ımde günümüzdeki anlayıştan uzak sa-ıtçı kendi kimliğini ele vermez. Bu durum D 2. bin yıl ile karşılaştırıldığında belki de ı büyük değişiklik eskiden ağırlıklı olarak erkezi kurumların denetimindeki sanat ve ınaatın artık hem yerel güçler ve kişiler trafmdan benimsenmesi hem de kurumla-n dışında kişisel amaçlar için de kullanıl-asıdır.” (Prof. Dr. Aslı Özyar, Arkeo. tlas, Sayı: 4)

Böylece ilk defa halktan insanlar, kral-r ve kraliçeler veya rahipler gibi tasvir dilmektedirler. Aile mezarlarında mezar •ellerine rastlıyoruz. Bunlar kadın, erkek » çocuklarıyla birlikte tasvir edilmişler-r. Genellikle tasvirlerde kişiler, ölü ziya-»ti için yiyeceklerin konulduğu masanın ışında çoğu kez bir sandalyede oturarak ‘of ilden tasvir edilmişlerdir Önden gö-Jnüşleri nadirse de örnekleri vardır. Elle-nde içki dolu kase ile dini inançları ve ığlı oldukları tanrıyı tanımlamak için seç-kleri ayna, üzüm, iğ, yazı levhası gibi sim-îler bulunur.

Ağırlıklı olarak şehrin giriş kapılarına eleştirilen aslan ve sfenksler ile başla-p daha sonra gerek kral ve kraliçeyi gös->ren dini törenler olsun, gerek bütün ınnların tanıtıldığı resmi geçitler olsun, imü dini içerikli olmak suretiyle giderek *tar.

Hitit İmparatorluğunun yıkılmasından jnra da bu yapı kabartmaları çeşitlenip eiışerek yaygınlaştı. Çünkü görsel üretim ı bunun etkin alanlarda kullanımı merkezi ipinin kontrolündeydi, tekelindeydi. Ama erkezi yapı dağılınca yeni yeni yerel güç dokları ortaya çıktı ve görse! malzemeler u yeni iktidarların söylemini yansıtmaya aşladı.

ÎÖ. 1. bin yıldan önce kabartmalarla be-ıber Luvice hiyeroglif yazıları kısa tanımlar şeklinde görüyoruz. Fakat 1. bin

yıldan sonra tasvirlerle yazı sıkça yan yana kullanılarak etkisi artırılmaya çalışıldı. Hatta ikisi birbirini tamamlayan öğeler oldular. Mimaride özellikle de kale surlarının duvarlarına yapılan heykel ve kabartmalara sık rastlanır. Anıtsal kapılar ise ayrı bir özenlilik gösterir. Melid Kalesi’nin (Mc-latya-Aslantepe) kapıları buna güzel örnektir. Kapı aslanları dolayısıyla aslanlı kapı olarak bilinen girişteki bu kabartmada elindeki testiden önündeki çanağa bir sıvı (muhtemelen şarap) dökerek güneş tanrısına libosyon sunuyor. Sağ elinde gaga ağızlı testi tutan kral diğer elini havayc kaldırarak tanrıyı selamlıyor. Tanrının ve yöneticinin (yönetici kraldır) aynı boyda yapıldıkları dikkat çeker. Bazı tasvirlerde tanrıya kurban edilecek koç, keçi veya boğa ve onu tutan kişi de yer alır. Ama onlar tanrı veya tanrıça ve kral veya kraliçeden ebatça daha küçük yapılırlar.

ÎÖ. 2. bin yıldan itibaren genellikle kabartmalarda ruhani konular, kral ve kraliçenin katıldığı kutsal törenler ve çeşitli mitolojik öyküler konu edilirken İÖ. 1. bin yıldan sonra bunların yanı sıra dünyevi işler de konu edildi. Savaş sahneleri bunlardan en yaygınıdır. Ayrıca kral ve yüksek bürokratları bir arada gösteren sahneler de işlenmiştir.

Seç Hitit sanatında üslup değişikliklerini açıklamak her zaman tartışmaya açık bir konudur. Çünkü bu değişim, örneğin Yunan sanatından tanıdığımız, giderek tabiatı daha iyi ve ustalıkla taklit etmeye yönelik (mimesis) bir çizgide yorumlanabilecek bir gelişim göstermez. Dolayısıyla giderek gelişen grupların tasnifi zordur. Geç Hitit sanatında üslük ilk önce üretim merkezleri, atölyeler ve ustalar aras\ bir farklılığı sergiler. Tabi farklı geleneklere dayanan yöresel farklılıklar da mevcuttur.

Hitit heykelciliğinde hammadde olarak volkanik bazalt kullanılırdı. Bu, oldukça zor işlenen bir malzemeydi.

Mimari bağlam dışında Geç Hitit Döne-mi’ne ait tek başına duran kabartmalı stel-ler de mevcuttur. Tasvir edilen konular mimari içerisinde kullanılanlardan ayrılmaz. Genellikle tanrı-tanrıça ve hükümdarlardır.

Heykeller arasında dev ebatlı tanrı ve hükümdar heykelleri de vardır. Bu büyük yontular genellikle ayakta ve oturur durumdadır. Tanrılar mutlaka çifte aslan veya çifte boğadan, hatta boğaların çektiği arabadan oluşabilen bir kaidenin üzerinde yer alırlar. İÖ. 2. bin yılda tanrıların tasvirlerinde mutlaka tanrıların özel başlıkları veya boynuzları olurdu. İÖ. 1. bin yılda bu kural yavaş yavaş değişti. Ölümlüler ile tanrıların görüntüleri bir yerde klasik Yunanda olduğu gibi birbirine yaklaştı.

İÖ. 1. bin yılın Çukurova’sından kalma mimari kabartmaları ilginçtir. Bunlarda klasik Yunan sanatından tanıdığımız konulara rastlarız. Kadınların üzerinde bürümcük bez benzeri bir kumaştan yapılma elbiseler vardır. Yarışmadan sonra yarışmayı kazanana iki kadın tarafından sunulmayı bekleyen çelenk gibi örneklere rastlarız.

Kayseri yakınlarında bulunan büyük heykellerin kıyafetlerinde kumaş kıvrımlarının klasik Yunan üslubundan aşina olduğumuz tarzın öncüllerini görüyoruz. Hititlere özgü olan bir ifade biçimi de doğa içindeki kayalara olduğu yerde kabartmaların işlenmesidir.

Heykeller konusunda Yesemek Heykel Atölyesi (Gaziantep) bu konuda bize önemli veriler sunar. Şu anda açık hava müzesi olan atölyede 300 kadar heykel taslağı bulunmaktadır ve bunların hiçbiri tamamlanmamıştır. Bazalt damarlarından kesilen kayalara işlenen figür ve sahnelerin betimlendiğini görüyoruz. 500 kg ile 15 ton arasında değişen bloklardır bunlar.

Tasniflerde en kalabalık grubu aslan tasvirleri oluşturur. Bunlar boyları iki metreye yakın ve onu aşan boyuttadır. Uzunlukları iki-üç metreye yakındır. Genişlikleri ise 0.82-0.66 metredir. Bunlar koruma inancına uygun olarak kentin girişine konmak üzere yapılacaklardı. 100′e yakın aslan

ayakta veya çökmüş vaziyettedir. İkinci büyük grubu ise sfenksler oluşturur. Önasya toplumlarının inancına göre kadın başlı aslan gövdeli yaratığın kent kapılarının girişinde koruyucu özelliği vardı.

Ayrıca alçak kabartma levhalarında kollarını göğüs önünde kavuşturan fes benzeri bir şapka taşıyan eteklikli figürler de görülür.

Başkaca düz levhalar, insan figürleri, tek atın çektiği araba üzerinde savaşçı gibi figürler de vardır.

Burası İÖ. 950/850 arasında kullanılmıştır. Zengin bir bölge olduğu için bölge kentlerin kapılarını ve yapılarının duvarlarını süslemek için uygun yerlere bu tür atölyeler kurulurdu

Necmettin Yalçınkaya kullanıcısının resmi

Hitit resmi üzerine bize bilgi veren en önemli kaynaklar yine çömlekler olmaktadır. Bu yüzden Hitit çömlekçiliğine, çömlekler üzerine işlenen resimlere bakmak gerek.

Hititlerden önce de Asur Ticaret Kolonileri Çağında çömlekçilik görülür. Bu çok renkli yüksek sanat geleneği Hitit çömlekçiliğini de etkiler. Hititler geleneğe bağlı kalmakla birlikte merkezi yönetimin tercihleri ve dönem koşullarına uygun örnekler yaratabilmişlerdir. Çömlekler genellikle çarkta yapılırdı. Kaplar parlak deve tüyü ile kırmızının tonlarındadır ve çoğunluğu oluşturan tek renkli çanak-çömleğin yanı sıra geometrik ve çizgisel motiflerin uygulandığı boya bezekli örneklere de rastlanır.

Dikkat çekici olanları kırmızı açkılı ürünlerdir. Genelde üzerleri ince astarla kaplıdır. Bunlarla birlikte beyaz astarlı ve astarsız olanlarına da rastlanır. Hititlerde toprak kaplar genellikle az boyalıdır, tek renklidir.

Önde gelen kap çeşitleri, geniş tabaklar, küresel çanaklar fincan ve maşrapalar, çaydanlıklar, gaga ağızlı testiler, mataralar, çömlekler ve kantharoslar sayılabilir (Resim 17).

Bazı çömleklerde kabartma örnekleri örülür. Bu frizler daha önceden kalıplar ardımıyla elde edildikten sonra kap yaş <en kabın yüzeyinde ayrılan yatay alanlara onuya uygun olarak yerleştirilmekteydi. )aha sonra da renklendirme ve ayrıntıla-m işlenmesi yapılıyordu.

Kaplardaki frizlerde konuyu dinsel öğeler belirliyordu. Örneğin tanrıçanın evlenmesini k0nu alan "kutsal evlenme" zengin anlatımla sergilenir. Bu "kutsal evlenme" törenlerinin tüm aşamaları öyküsel bir anlatımla ele alınır.

Bunlar kırmızı üzerine krem rengi ve ;iyah boyalarla ölçülü bir düzen içinde boyanırdı. Daha sonraki dönemlerde genel– e devetüyü ve kahverengi tonlarında ya da portakal rengiyle sınırlanır. Bu dönemde seri üretime geçişle birlikte kalitede düşme ve önemin azaldığı görülür. Çömlekle ooya bezeme k-.rr.z kahve tonlarda geometrik kafes motifi şeklinde oluşturulurdu. Çömlekler günlük kullanımın dışında, dini törenlerde kullanılan özellikli olanlar dc vardır. Bunlar gaga ağızh testifer ve boğa başlı vazolardır. Genellikle libasyonda 'tanrılara sunulan sıvı) kullanılırdı ve tapınak depolarında özenle korunurdu.

Bunlarda kutsal evlenme törenlerine dair: yemeğin hazırlanması, lir ve saz çalanların eşliğinde sunağın iki yanına oturmuş tanrıların yemeği ve iki rahibin dansı betimlenir. İkinci friz, Fırtına Tanrısı'nın kaide üstünde duran kutsal hayvanının boğa heykelinin önünde kurban edilmesiyle başlar. Onu, arkasında lir çalan birinin eşliğinde dua eden kralın tanrıya boğa kanı sunmasıyla ilgili betimleme izler. Üçüncü friz, tanrı ve tanrıçayı temsüen kral ve kraliçenin kutsal evlenme sahnesi ile başlar. Yatakta karşı karşıya oturmaktadırlar. Ve kral kraliçenin duvağını açar. Dördüncü friz evlenme sahnesidir. Erkek başını arkaya çevirmiş, kendisine sırtıni dönmüş çal-para çalan kadın müzisyene bakar. Bunu saz çalan erkek ve gösteri yapan iki akrobat, lir çalanlar izler.

Erken Hitit çömlekçiliğinde genellikle düz ve kalın dalgalı çizgilerle bezeli, dışa doğru yuvarlatılmış ağız kenarlı, yumurta gövdelidir.

Devamla, ince çizgilerle bezenmiştir. Biçim ve bezeme açısından çeşitlilik gösterirler; ince dalgalı çizgiler, düz çizgiler, dikey, birbirine koşut bandlar araşma yapılmış dalgalı çizgilerle bezelidir.

İçi taralı üçgen, eşkenar dörtgen gibi geometrik motiflere de rastlanır. Dikey bandlar arasına dalgaiı çizgiler, içi yine dalga'; çizgilerle doldurulmuş zikzak motifler görülür.

Ayrıca hayvan resimleri de görülür. Su kuşları, kurt, geyik ve dağ keçileri bunlardandır. Genelde bej ve beyaz üzerine kırmızı ve siyah renklerden oluşan motifler işlenir.

Sanatçının marifeti geliştikçe figürlerde bir hareketlilik görülür. Özellikle de hayvan resimlerindeki hareketlilik ile sanatçı sanki hayvanlar arasındaki mücadeleyi canlandırır.

Necmettin Yalçınkaya kullanıcısının resmi

Bir imparatorluk düşünün ki, Ege'den Hindistan'a, Asya steplerinden Nil'e kadar çok geniş bir coğrafi alanda hüküm sürsün ve bünyesinde Sümer, Babil, Akad ve daha bir düzine yerel kültürü barındırsın ama bütün bunlara karşın hakkında pek az şey yazılsın, konuşulsun. Daha önceki sayfalarda da benzer şeyler söylemiştik ama kötü niyetli yaklaşımla, kendi tarihlerinin dışındaki bütün tarihi ve onun yaratımlarını görmezden gelen anlayış bazen insanı deli edecek kadar ayyuka çıkınca yine ve yine yazmak zorunluluk haline geliyor: Pers kültürü de bu kötü niyetli anlayışın ambargosuna en çok maruz kalanlardan biridir. Bunun nedeni "batı medeniyeti"nin dışındaki bütün medeniyetleri "gerici", "barbar" gören kapitalist kültür savunucularının görmezden gelme, hor görme alışkanlıklarıdır.

Açık ki, bu yaklaşım ideolojik bir temel taşıyor ve bu temelin gerektirdiği siyaset

pek çok akademisyen tarafından da yürütülüyor. Perslerle ilgili çalışmaların bu kadar az oluşu, olanların da bu kadar yavaş ilerliyor oluşu egemen sınıfların arkeolojiye ne derece önem verdiğini de gösteriyor. Ve arkeolojinin ne kadar etkin bir bilim olduğunu da. Buna karşın yapılan sınırlı sayıdaki arkeolojik faaliyet pek çok tarihçi tarafından hor görülmüş, sanki artık Helenizm dışındaki hiçbir verinin tarihe katkısı ola-mayacakmış gibi davranılmıştır. Tarihi Yunan ve Latin kökenlilerden başlatan bu zihniyet Persleri "barbar", "demokrasi kurucularının ezeli düşmanı", "Helenizm uygarlaşma projesinin önünü kesenler" olarak saydılar. "Nuh Tufanı", "Sümer, Akad, Babil gibi uygarlıkların mirasına konup onların unutulmasına sebep olmuştur Persler" diyen de oryantalistlerdir. Tabi burada İran İslam Devrimi'nin dayandığı şeriat anlayışını da vurgulamak gerekir ki, tıpkı Ta-liban örgütünün Afganistan'daki Buda heykellerini "şeriata aykırı" diyerek yıkması gibi İran'daki şeriatçılar da Perslere ait pek çok tarihi eseri tahrip etmişlerdir.

Tarihi Yunan kültüründen itibaren başlatan gerici kafaların saldırgan, (bazen önyargılı) yaklaşımına rağmen kısıtlı olanaklarla, az sayıdaki araştırmacı Pers tarihine dair küçümsenmeyecek başarılara ulaşıp bu tarihi günışığına çıkarmaya başlamıştır. Bizim bu çalışmamız açısından da Mezopotamya kültürünü bünyesine alması sebebiyle Perslere yer verilmesi bir gereklilikti.

Pers imparatorluğu tarihin en büyük ve en zorba fatihlerinden biri olan II. Kyros tarafından (İÖ. 560-530) kuruldu. "Büyük Kyros II" bugünkü İran olan Persis'i yöneten Akamenid hanedan kralları soyundan geliyordu. Kyros ortaya çıkana kadar Per-sis Medlerin idaresi altındaydı. Fakat Kyros, ordusunu güçlendirip Medlere karşı ayaklandı ve Med ordularını yenip Medlerin egemenliğine son vermekle kalmayıp bu sefer Medleri kendine bağladı. Kyros'un niyeti sadece bağımsızlık kazanmak değildi,çevresindeki tehditlerden kurtulup kaynaklarından yararlanarak ticaret güzergahını kontrol eden Lydia'yı fethetti. Devamla Ege'nin Anadolu kıyılarındaki kentleri düzenli saldırı altında tutarak ele geçirdi. İÖ. 539'da Babil'i büyük savaşlar sonucunda kendine bağladı. Şimdi hem batının hem doğunun hükümdarıydı. Fakat sayısız farklı kültür, 10 milyonun üzerinde nüfus, altı milyon metrekare'den büyük bir alanı kontrol altında tutmak "Büyük Kyros"un despotluğunu aşan bir hüner gerektirirdi. Kyros bunu biliyordu ve bu yüzden de "Kralların kralı ve Pers tanrısı Ahura-Mazda olarak otoritesi tanındığı sürece yerel kültürler ve dinler rahatça gelişebileceklerdir." (Antik Akdeniz Uygarlıkları, Dost Yay, Charles Free-man, Sf: 91) Koşullar değerlendirildiğinde bu dahice bir yaklaşımdır. Hatta Babil'in egemenliği altında bulunan Yahudiler Kyros'un egemenliğini coşkuyla karşılamış ve "kurtarıcı" ilan etmişlerdi.

İlerleyen süreçte Kyros'tan sonra krallığa ardılı oğlu Kambyses geçti ve Kıbrıs ve Mısır'ı egemenlik altına aldı. Fakat, iç ayaklanmalar sonucu imparatorluk içinde huzursuzluk gitgide artınca 522'de general Rareios bir askeri darbeyle tahtı ele geçirdi. Askeri ve örgütsel becerisiyle ayaklanmaları bastırıp sükuneti sağladıktan sonra geleneksel yayılma siyase.ini devam ettirdi. Doğuda Afganistan, Pakistan'a batıda Trakya'ya seferler yaptı ve başarılı oldu.

Devlet sistemi şöyle özetlenebilir: Yönetim altındaki halkların bütün tanrılarına başkanlık eden Ahura-Mazda inancı hakimdi. İmparatorluk 20 idari bölgeye ayrılmıştı ve buralara imparatorlukça atanan birer yönetici idare ediyordu. Buralardaki zenginliklerin merkeze -Pasargad, Perse-polis ve idari başkent olan Babil'e aktarılmasına olanak veren esnek bir yönetim.

Pers ordusu kuşkusuz çok güçlüydü. Daha önce de dediğimiz gibi imparatorluğun genişliği ve oldukça fazla ve farklı dil,din ve kültürü, gelenekleri çok eskiye dayanan halkları görmezden gelerek sadece cskeri tedbirlerle yönetmeye kalkışmak orduların güçlerinin ötesinde maharet.gerektirir. Eğer politik ekonomik istikrar isteniyorsa askeri tedbirlerden fazlası gerekiyordu ki, Pers kralları da bunu yaptı, "hoşgörü" denen "kontrol stratejisi"ni uyguladı. Örneğin Büyük Kyros, bir silindik mührü üzerinde kendini şöyle tanımlar: 'Ben Kyros'um, büyük kral, güçlü kral, Ba-bil'in kralı, Sümer ve Akad'ın kralı, dünyanın dört bucağının kralı, Anşan'ın kralı…" Burado Anadolu Mezopotamya devletlerinden bahsederek onların kralı olduğunu ilan ederken bir bakışla da o kültürleri sahiplendiğini, kültürlerin mirasını devraldığını da ilan eder. Fakat bunu "hoşgörü" siyaseti temelinde yapar. Bunun doğruluğunu şuradan anlıyoruz: Krallar, yerel halklara hitap ederken onların dilleriyle ve onların kültürlerine uygun davranışlarla yasarlardı bunu. İlginç bir örnek olarak I. t)a-reios'u Mısır firavunu olarak betimleyen neykel gösterilebilir. Susa'daki firavun neykeli, Pers kralının aynı zamanda o bölgenin de kral' olduğunu anlatmanın en etkili yolu olmaktadır.

Medler 7. yüzyılda Asur kvüi'uğ.n; ortadan kaldırınca Asur sanatı da Pers sanatıyla kaynaştı. Zaten farklı kültürleri bünyesinde tutma becerisini gösteren Pers kültürü bu koşula elverişliydi. Pek çok bakımdan, Pers sanatına bakarken bunun bir Mezopotamya sanatı olduğu düşünülmelidir.

İmparatorluğun en önemli kentleri Per-sopolis, Ekbatana, Susa, Bisütun, Babil'dir. Büyük kraliyet merkezlerindeki duvar resimlerinde yerel halkların Büyük Krala ülkelerinin en meşhur ürünlerini sunarken resmedilir: "Bütün halklar eğer Kyros'a topraklarının en güzel ürünlerini, en güzel hayvanlarını veya sanat ürünlerini gönder-mezse gözden düşeceklerine inanırlardı." (Arkeo. Atlas Dergisi, Sayı: 6)

Büyük İskender'in ordularınca yıkılan imparatorluğun görkemi, İskender'in kıs-

kançlıktan yağmalatıp yakıp yıktırmasına rağmen hala Persopolis'teki kalıntılarda görülmektedir

Necmettin Yalçınkaya kullanıcısının resmi

Pers mimarisinde öne çıkan yapılar kuşkusuz saraylardır. Burada, o görkemi anlatmayı “inşa kitabesi”ni yazan I. Dareios’a bırakalım:

“…süslemeleri çok uzaktan getirilen bu sarayı Susa’da inşa ettim. Dünyanın kayalıklarına varana kadar toprak aşağı doğru kazıldı. Cubit (dirsekten orta parmağın ucum kadar olan uzunluğa 1 cubit denir) bir diğer kısım 20 cubit derinlikte. Toprağın aşağı doğru kazılması, kalıba dökülmesi ödevlerini Babilliler gerçekleştirdi. Sedir keresteler Lübnan denen bir dağdan getirildi; Asurlular Babilon’a getirdi: Babi-lon’dan Susa’ya Kanalılar ve Yunanlılar (Yunanlılar büyük olasılıkla Anadolu’nun güneyinde yaşayan halk) getirdi. Yaka keresteleri Gandara ve Karmania’dan getirildi. Lydia ve Baktria’dan (Belh) getirilen altın, burada işlendi. Kıymetli taş lap is lazuli ve burada işlenen akik, sogdia’dan getirildi. Khrosmia’dan (Khiva) getirilen değerli taş firuze, burada işlendi. Gümüş ve abanoz Mısır’dan getirildi. Duvarları güzelleştiren süslemeler Yauna’dan getirildi. Burada işlenen fildişi, nubia, Hindistan ve Arocho-sia’dan (günümüzde Pakistan)getirildi. Taş sütunlar burada işlendi ancak Elam’daki Abiradu adlı bir köyden getirildi. Taşı işleyen taş kesiciler Yaunalılar ve Lydialı-lardı. Altını işleyen kuyumcular Medler ve Mısırlılardı. Fırınlanmış tuğlaları işleyenler Babillilerdi. Duvarı süsleyen adamlar ise Medler ve Mısırlılardı.

Kral Dareios der ki; Susa’da çok mükemmel bir iş buyuruldu, çok mükemmel bir iş tamamına erdi. Mazda beni, babam Hystaspes’i ve ülkemi korusun.” (Bkz. Arkeo. Atlas, Sayı: 6, Sf: 40-41)

Yunanlı yazar Ksenophon’a göre Pers kralı kışın yedi ayını Babilon’da, baharda üç ayını Susa’da ve yazın iki ayını Ekbatana’da geçirirmiş. Böylece sürekli baharın canlılığını yaşarmış.

Aristo’nun yazdığına inanılan “Kosmos üzerine” ve “İskender’e retorik” adlı incelemelerde şöyle yazar: “Kral… Susa yahut Ekbatana’da; altın, kehribar ve fildişi ile parlayan duvarlarla çevrili, pirinç kapılar ve yüksek duvarlarda desteklenmiş bir dizi kapı kulesi ve birbirinden uzak mesafelerle ayrılmış ana kapıları olan ve her yerden görülen harikulade bir sarayda yaşar.” (Bkz. Arkeo.Atlas, Sayı 6, Sf 38)

Palybius Ekbatana’daki sarayın çevresi yedi stad (1 stad 1300 metre) sedir ve servi ağaçlarından inşa edilen yapılar da altın kaplıydı der.

Heredot’un araştırmalarında inandırıcı bulunmayan yazılarında ise, kentin etrafını çevreleyen renkli yedi adet duvardan bahseder ve son iki duvarın siperlerinin gümüş ve altınla kapladığını söyler.

Heredot’un yazdıkları gerçek olmayabilir ama bugüne ulaşan pek az arkeolojik veriye dayanarak bile Pers imparatorluğunun oldukça görkemli yapılar inşa ettikleri gerçektir. Pek çok sır saklı duruyor. Belki hiç açıklanma fırsatı bulamayacaklar. Fakat maddi veriler ve dönem yazarlarının anlatımları da ihtişamı ele veriyor.

Araştırmacılar tarafından hemfikir olunan şey Pers imparatorluğunun altı tane merkezi olduğudur. Bunlardan Babilon bin yıllık geçmişiyle kültür başkenti olarak var oldu. İmparatorluğun diğer merkezleri ise Ekbatana Pasargadai, Persepolis ve Su-sa’dır.

Elam Krallığı’nın eski başkenti olan Su-sa’da Dareios’un “çok mükemmel iş buyu-ruldu” dediği saray, denildiği kadar görkemli olmalıydı. Üç avluda olan sarayın iki giriş kapısı vardı. Dışında 36, içinde 36 olmak üzere inşa edilen huzura kabul salonu oldukça büyüktü. Birinci avlunun duvarları kanatlı boğaların resmedildiği sırlı tuğlalarla süslüydü. İkinci avluya giriş ise Perslerin baştanrısı, Ahura Mazda’nın güneş diskinin altına yerleştirilmiş iki adet

taçlı muhafız sfenks bulunur. Kanatlı kırmızı ejder panolarının çevirdiği üçüncü avlu ise en özel alandır. İki iç avludan kabul salonuna küçük odalardan geçilerek gidilebilirdi.

Seniş bir ovaya hakim tepeye kurulan Persepolis’teki saray kompleksi, yönetim meclisi, resmi karşılama ve merasim merkezi olarak planlanmıştı. Yapının boyutları 450×300 metreydi. Birkaç aşamadan geçerek kurulan şehrin Dareios tarafından temelleri atıldı. Zemini 15 metre yükseltilen yapıya ilk önce ganimetler ve dini bir kutlama, aynı zamanda kralın yüceliğini yenileyen Yeni Yıl Festivali’nde gönderilen yıllık vergilerin depolanması için kullanılacak olan hazine odası eklendi. Dareios’dan sonra oğlu I. Kserkses huzura kabul salonunu tamamlayıp ayrıca babasının adını taşıyan bir de saray yaptırdı. Ayrıca kabul salonunu kuzeyine Bütün Ulusların Kapısı’nı yaptırdı. Kapının doğu tarafını sakallı insan şeklindeki boğa, batı tarafını ise bir çift devasa boğa figürü bekler. Kentin görkemini ele veren çift trabzanlı ön kapı merdivenleri mükemmeldir. Sarayın bulunduğu taraçaya çıkmayı mümkün kılan iki merdivenin yan duvarları kralın “rakiplerine gözdağı vermek ve gücünü göstermek için yaptırdığı devasa büyüklükteki kabartma heykellerle doldurulmuştur… Taht salonunda, her biri 20 metre yükseklikte olan ve üzerinde 2 metre yükseklikte başlıkları olan 100 sütundan şimdilerde birkaç tanesi ayakta kalabilmiş sütun başlıklarının çoğu boğa ve at başı şeklinde yapılmış. Sarayın iki büyük sütunla tutturulan kapısının yüksekliği 11 metreyi buluyor.” (Mustafa Andıç, Birgü’n Gazetesi, 10.08.2008) Apadama adı verilen tören salonunun yapımında kullanılan blok taşlar Mısır’ın granit ocaklarından getirilmiş. Apodama o kadar görkemlidir ki aynı anda 10.000 kişinin törene katılmasına imkan verecek kadar mimari harikasıdır.

Ne var ki Persepolis saray kompleksi Büyük İskender tarafından önce yağmalanmiş sonra yakılıp yıkılmıştır. Bunun bir .ıskançhk dürtüsünün ürünü davranış olduğu tarihçilerin genel kanışıdır ki, mükemmel kelimesinin gerçek anlamını bulduğu bir saraydı Persepolis sarayı.

Pasargadai kenti ise dahiyane bir pro-eye sahiptir. Günümüzde de kullanılan etkin bir mühendisliği içerir. Bu “taban yalıtım sistemi”dir. Temelde iki ayrı tabaka oluşturularak elde edilerek oluşturulan bu yöntemle yapı yedi büyüklüğünde bir depreme bile dayanıklı hale gelir.

Saray yine bir komplekstir. Bünyesinde konut bölgesi ve sütunlu kabul salonunu bulundurur. Giriş yapısı bölgenin bütününe resmi olarak girişi sağlayan ancak diğer yapılardan bağımsız dikdörtgen şeklindedir. Merkezi revaklıdır ve dört kenarında da geçiş kapısı vardır. Bu kapıdan şehre girenlerin ilk göreceği 30 sütunlu kabul salonudur.

Perslerin taraçalarda sıkıştırılmış topraktan yararlandıkları ve bunu başkaca yapılarda da kullandıkları biliniyor. Düz ve özelliksiz köşeli sütunların yanı sıra öne çıkan sütun, yapıyı sırtlayan sfenksi taşıyan süsmeli başlığı taşıyan yivli olanlardır.

Yapıların damları düzdür, avlular ise geniştir. Siriş kapılarının özelliğini belirleyen kapının yapı yüksekliğine erişen büyük boyutudur.

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Hapishane Dergisinin 51. Sayı...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 2024 tarihli 51. sayısı...
TEK KİŞİLİK HÜCREDE YAZILAN BİR ÖYKÜ: DE...
               Mahallenin kimi çocukları ondan hem korkar hem de onunla uğraşmaktan vazgeçmezdi kargalar...
Duvarları delen çizgiler
Balıkesir Burhaniye yakınlarında yaşayan arkadaşlara davet. 10 Aralık'ta Insan hakları haftasında, Burhaniye Yerel Demokrasi ve Insan Hakları Gündemi...

Konuk Yazarlar

Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...
Girit Leblebisi
  Ben vakitlice davranmış, gün batımını da izlemek için kahvelerin gürültüsünden uzakça bir bankı gözüme kestirip oturmuştum. Bir süre sonra,...