SANATSAL YARATICILIĞIN GÜCÜ

Muzaffer Oruçoğlu kullanıcısının resmi
Arkadaşlar, tümünüzü sevgiyle selamlıyor, bana burada konuşma fırsatı veren Karaburun Bilim Kongresi Düzenleme Kuruluna teşekkür ediyorum.

 
Konuşmamı, Kongrenizin belirlediği konuyu dikkate alarak, biçimlendirmeye çalışacağım; yani, kendi yaşamımdan, sanat pratiğimden ve deneyimlerimden yola çıkarak, “sanat aracılığıyla sistem karşıtı bir dil üretmenin olanaklarına ve biçimlerine, elimden geldiğince değinmeye çalışacağım.
Sanata veya sanatsal yaratıcılığın gücüne dair anlayışım, 1967’den bu yana değişimler geçirdi. 1966’da Rize Öğretmen Okulu’ndan İstanbul Çapa Yüksek öğretmen okuluna geldim. İstanbul’un sanat iklimini tanıyıncaya kadar, yani 1970’e kadar, sanatın, özneyi değişime uğratan bir araç olduğunu düşünüyordum. İlk romanımı, kitle hareketlerinin yükselişe geçtiği ve okuma arzusunun hararetlendiği, 1967- 69 yılları arasında yazdım. O zamanlar Türkiye İşçi Partisinin ve Fikir Kulüpleri Federasyonu’nun bir üyesiydim ve şöyle düşünüyordum: Eğer diyordum, yaşadığım köyün can alıcı gerçeğini, yani ağalar ile nökerler arasındaki çelişkiyi olduğu gibi anlatırsam, bu, okurların değişimine, tüm melanetlerin kaynağı olan bu sisteme karşı diklenişine hizmet eder. Estetik bilincim doğalcıydı. Gerçeğin sınırlarını aşma diye bir niyetim yoktu. Sanatın zengin iç dünyasına, çok işlevli, değişken doğasına henüz nüfuz edememiştim. Algılamam ve düşünmem imgesel değildi. Hayal dünyama, somut ve mantıki düşünme tarzının iklimi hâkimdi. Biçimlendirmede teşbihi, eğretilemeyi, mübalağa sanatını kullanmıyor, düz, doğaçlama bir anlatıma yaslanıyordum. Tek avantajım, beni yazmaya mecbur eden, yaşadığım köy şartlarının zengin ve uzlaşmaz çelişkileriydi; Ekim Devriminden kaçıp gelen ve Ermenilerden boşalan evlere yerleşen, irili ufaklı Terekeme ağalarının çoğunlukta olduğu ve Kürtlerle iç içe yaşadıkları bir köyde doğup büyümüş olmamdı. Köyün estetiğini, Ekim Devrimi’ne, Kafkas Tarihine, Ermenilere, Kürtlere ve Malakanlara dair, sonu gelmez hikâyeler, efsaneler, deyimler ve rengârenk yalanlar oluşturuyordu.
1970’den sonra, İstanbul’da, sanatsal yaratıcı etkinliğin alanına giren insanların, daha doğrusu, iki ayaklı nesnelerin, “kendinde şeyler” olarak kalmadıklarını, dönüştüklerini, incelip özneleştiklerini, daha bir insanileştiklerini görünce, sanatın, geniş bir sanat tüketen kitleyle birlikte sanatçıları da yaratmakta olduğunu fark ettim ve bu anlamda sanatın sıradan bir araç, hatta bir nesne olmadığını, etkin, yaratıcı bir özne olduğunu düşünmeye başladım. Arkadaşlarım, Nazım Hikmet’in, kitaplarından çıkıp, insan sıfatında hayata karışan şiirleri gibi görünür oldu. Bu benim, sanatsal yaratıcılığa olan ilgimi derinleştirdi. Gelgelelim ki ortam, oturup sanat üretmeye pek elverişli değildi.
1969’un sonbaharında, Çorlu’da topraksız köylülerin bir çiftliği işgallerine katılınca, bir arkadaşımla birlikte tutuklanıp Silivri Cezaevine konuldum. İç dünyam, birbirlerini tamamlayan, yutan, inkâr eden envaiçeşit seslerle dolmuştu. Oturup yazmaya karar vermişken, tahliye edildim. Bir yandan sanat, diğer yandan ise profesyonel devrimci yaşam bana göz kırpıyordu. İkincisini tercih ettim. Zaten kalacak yerim de yoktu. 1967’de, 6.filonun İstanbul’a gelişini kınayan bir bildiriden dolayı, Ahmet Kabaklı ile Nihat Sami Banarlı’nın içinde yer aldığı disiplin kurulu, bizi Çapa Yüksek Öğretmen Okulu’ndan ihraç etmişti. 12 Mart darbesine kadar Trakya köylerinde siyasi faaliyet yürüttüm. Çeltik tarlalarında çalışan Romanların içler acısı durumu bana nökerlerin durumunu anımsattı. Roman işçilerin yaşamlarında alışılmadık tarzda gülümseyen ve estetik değer taşıyan her kıpırtıyla ilintili bir ruh baharına girince, kalemimin o ana kadar, kurallar, kalıplar, klasik tarzlar tarafından prangalanmış olduğunu sezinledim. Sanatsal algımın katı, sembolik doğası değişir gibi oldu ve o ana kadar benimsemediğim İkinci Yeni Akımı, çeltik tarlarında zahmete ve zillete meydan okuyan, çamurlu, şen şakrak Romanlar gibi sempatikleşti. Küllenmiş ama ateşini yitirmemiş vicdani hassasiyetlerimin açığa çıktığı, dil bilincimin filizlendiği bir anda yakalanıp, cezaevine konuldum. Bir baktım, Uzunköprülü ve Keşanlı köylülerle Romanların arasındayım. İnsanın içini gösteren gülümseyişler, bakışlar, arasında; gizemli, şeffaf ve şeytani davranışlar arasında üç buçuk ay kaldıktan sonra tahliye oldum ve İstanbul’a geldim.
İstanbul bu sefer kendini, bir kaos yumağı gibi hissettirdi bana. Görünmeyen ve hayatı kendi meşrebine göre kurmaya çalışan milyarlarca çelişkinin, inkâr çıngısının delirttiği bir boşluğa düşmüş gibi oldum. Bu Kaosun ya da boşluğun özündeki asli ve asil çabayı anlamak ve onu bir romana dönüştürmek isteği uyandı içimde. Ne var ki, 12 Mart darbesi bu isteğimi dağıttı; kendimi Siverek’te ve daha sonra da Dersim mağaralarında buldum. Geniş bir alanda köyleri tek tek gezmeye başladım. Zengin bir kök-geçmişe sahip olan ve kömür gibi içten yanan, aksakallıların, kocakarıların insana ve insanın mezalimlerine, kırımlarına dair anlattıklarını dinledim. İnsanın sahip olduğu yalın enginliği ve acısı karşısında suskunlaştım. Özlerini berrak bir şekilde gösteren ya da gizleyen sözcükler, güvensizlikler, korkular, kuşkular, acıma ve bağlanma duyguları, sahiplenmeler, özveriler, övgüler, beddualar ve ihbarlar âleminin işgaline uğramış gibi oldum. Onlara benzedim biraz, Dersimlilerin deyimiyle dağların anahtarını kaybetme kuşkusu içine girdim. Sonlu ile sonsuz, duyum ile duyum ötesi arasında, belirsiz bir yere yerleştiğim sanısına kapılıyor ve oradan bakıp düşündüğümde, özgürlüğü acının bilinci olarak algılıyordum. Hiç mübalağa etmeden diyebilirim ki, sanatsal yaratıcılıkta şiirin, resmin, felsefenin, metaforik ve lirik anlatım dilinin önemini ben o bölgede daha iyi duyumsadım.
Sanatsal yaratıcılık alanına, tüm varlığımla girdiğim dönem, 1973’de başladı. Edebiyata hasredilmiş 13 yıllık cezaevi yaşamım, biçimlenmemde tayin edici bir rol oynadı. Daha önceki kısa cezaevi yaşamlarım, adapte olma çabaları ve tahliye beklentileriyle geçmişti. Müebbet hapislik bana, kendimle baş başa kalma olanağını sağladı. Bu, sanatsal yaratıcılığın vazgeçilmez ilk şartıydı. Çünkü yaratıcılığın asıl alanı, insanın iç dünyasıdır. İnsan en güzel, en anlamlı yolculuğunu burada yapar. Kendi iç dünyasını ne kadar tanırsa, sanata da o kadar yaklaşır. Bu bakımdan, insanın sanatsal yaratıcılık alanına girmesi ve orada bir kazıcı, bir yaratıcı olarak çile çekmesi sorunu, onun kendisini müebbet hapse mahkûm edip etmemesine bağlı bir sorun olarak ortaya çıkar. Cezaevinde sanatsal yaratıcılığın, yaratıcıyı özgürleştirdiğini duyumsadım. Kendi iç dünyama doğru yola çıkınca, dışarı ile içeri arasındaki fark silinir gibi oldu.
Organik ve inorganik dünyanın bir parçası, onun ruhunun bir parçası olarak, insan, kendi iç dünyasının estetik değer taşıyan ışıltılarını, alametlerini, sırlarını, çiçekten çiçeğe gezinen bir arı gibi devşirir, özümler ve onu kendi yaratıcı dehasının örsünde döver, biçimlendirir, bir üst seviyede yeniden yaratır ve sonra yaratılan bu deccal ateşini, kendine, kendini kuşatan zillete karşı diker. İnsanın, şirin ve derin cinnet halidir bu.
Gerçek yaratıcının ya da büyücünün temel eğilimi, metaforlarını, doğanın derin, insani özüyle, gizemiyle biçimlendirmek, onları tuğla gibi kullanarak, doğal veya iğdiş edilmiş resmi gerçeğin üstünde, insan merkezci anlayışın üstünde, gerçeklikler kurmaktır.
Cezaevinde, yaratıcının, dönüştürmek için yaratmaması, açık veya gizli vaazdan uzak durması gerektiğini anlamaya başladım. Duaların gökten değiştirmek için indiklerini, iner inmez de vaazcı ruhlarını dile dönüştürdüklerini ve dolayısıyla sanatın dua olmadığını düşündüm. Eğer yaratılan, adı üstünde, bir sanat eseriyse; kaliteli, derinlikli, berceste bir eserse; yaratıcı onu yaratırken ve onun tarafından yaratılırken, sadece kendi iç dünyasında değil, her yerde gezinmişse; ama öncelikle de varlığın sızlayan, kanayan vicdanında gezinmişse ve yine yaratıcı onu yaratırken, malzemelerini sadece kendi iç dünyasından değil, varlığın can alıcı, iğfal edici sahalarından toplamışsa; ama öncelikle de varlığın ürkütücü derinliğinden, hassas kuğu çığlığından derip devşirmişse; tüm bunları, kendi vicdanının ateşinde eritip, estetik bir dehayla biçimlendirmişse, o eser değiştirir; istesek de istemesek de, o eser doğduğunda, yani büyük serüvenine başladığında değişim başlar.
Evet, tüm bunları anlamaya başladım ama uygulayabildim mi? Uygulayamadım. Yaşamdan aldığım alışkanlıklarım vardı. Nasihatçi bir ailede yetiştim. Bu yetmiyormuş gibi nasihat eden, öğreten bir insan olmam için yatılı öğretmen okuluna gönderildim. Bu da yetmedi, geniş yığınları eğitmek, bilinçlendirmek, sevk ve idare etmek için siyaset ummanına daldım. Hiç kuşku yok ki bütün bunlar güzel şeylerdi ve beni ve ürünlerimi ruhen zenginleştirdi. Tabi bunun yanında, disiplin ve demokrasi sahasının, örgüt dünyasının, güdümleyici, vaazcı, idealci tarzları, alışkanlıkları, ilk döneme ait eserlerime sindi, onları şu veya bu ölçüde malül, inmeli duruma düşürdü. İyi eserler, derin ve yıkıcı eserler, genellikle, sanatçının varlık âlemiyle ve kendisiyle barışık olmadığı, bağlılık ve sorumluluk duygusunu tamamen yitirdiği zamanlarda ortaya çıkarlar. Bu, özgürlük dediğimiz şeyin gülümsediği, gerçekleştiği andır.
1986’da, cezaevinden çıkar çıkmaz kelepçelenip, askere götürüldüm ve Firar ettim; cezaevi yaşamımın son dönemi firar teşebbüsleriyle geçtiği için alışmıştım. Tabi kendimi Yunanistan’da, Almanya’da ve Fransa’da buldum. Avrupa’da en önemli etkinliklerimden birisi, galerileri ve müzeleri gezmek oldu. Bu geziler bana, resmin görünmeyen edebi dilini, hikâyesini berrak bir şekilde hissettirdi. Avrupa’da dolaşırken, Cezaevindeki 13 yıllık edebi çabanın beni örgüt dışı bir yaratık haline getirdiğini fark ettim. Arkadaşlarım da bunu fark etmiş olmalılar ki bana gayet anlayışlı ve incelikli bir yöntemle mesafenin yararlarını anımsattılar. Kendimi, örgütle özgürlük arasında bir yerde, işsizlerin, göçmenlerin, ilticacıların ve sahipsiz kedilerin kimseye hesap vermeden dolaştıkları hoş bir arafta buldum. İhtiyaç melaneti, sanat duygumu kamçıladı. Zengin semtlerin eşya çöplerinden çerçeveler, bezler, boyalar, fırçalar topladım ve dört ay sonra Köln’de, bir galeride ilk resim sergimi açtım.
Yokluğu imkâna çeviren bir çabanın sonunda doğan sanat, insanı, kayıtsızlık duygusuna, kibire ve büyüklük gururuna karşı çok daha duyarlı hale getiriyor; onu, sadece, eşyaya verdiği emeğin vicdanıyla değil, aynı zamanda, eşyanın ona verdiği emeğin vicdanıyla da donatıyor; bununla da kalmıyor tabi, insanı, zorunluluğun bilgisine taşıyor, özgürleştiriyor ve bu anlamda özgürlüğü yaratan bir eylem olarak görünüyor.
Avrupa’yı terk edip, Avusturalya’ya yerleştiğimde, okaliptüs ağaçlarının kabuklarına, kayalara, bezlere ve çıplak gövdelere yaygın bir şekilde resim yapan, ressam bir halkla, Aborcinlerle karşılaştım. Her resmin, onların nezdinde, onların yaşamını anlatan birer hikâye olduğunu, kabukların, kayaların, bezlerin ve gövdelerin üzerinde, renklerin diliyle konuşan birer yaşam olduğunu gördüm. Ve kulübemi, resimle dilin, başka bir deyişle, resimle romanın kesiştiği yere kurdum.
Dili, dini, ailesi, devleti ve vatanı yoktur resmin. Kendisine bakan bakmayan her canlıya, her cansıza gülümser, haz verir, düşündürür. Resim, benim roman dilimi etkiledi. Renklerin dil üreten güçlü bir gizeme sahip olduklarına dair düşüncem, biraz da buradan gelir.
Evet sevgili arkadaşlar, sonuç olarak, sanatı, edebiyatı yüceltip, sidre makamına çıkarmanın, ona olağanüstü roller atfetmenin, onu ölümsüzlük payeleriyle taçlandırmanın da bir anlamı yok. Ne kadar güçlü olursa olsun, her canlı gibi her sanat da ölümlüdür. Toplumu sarsacak evrensel bir deprem etkisi yaratsa da, ruhlara derinlemesine işlese de, değişim, dönüşüm kaosunun içinde eskir, ölür, parçalanır, silinip gider. Önemli olan, ortaya çıkan sanat eserinin, dilini iyi kullanması; dilinden, bilincin ve hayalin sınırlarını aşacak, dilini bile şaşırtacak gizli anlamlar, kıvılcımlar çıkarması; eserini bunlarla yaratmasıdır. Sanatçı için dil çok önemlidir; çünkü eserini onunla yaratır. Yaratıcı dehanın vicdanı, sanatçının nasıl bir dil seçtiğine özellikle dikkat eder. Eser var ki, yaralı duygularla fire vermeden ağlayan, derisi kemiğine yapışmış aç bir çocuğun diliyle karşılaşır ve kendimizi o çocuğun yerinde hissederiz. Eser var ki, binlerce kez anlatılmış sıradan bir aşkın veya cinayetin sıradan diliyle karşılaşırız ve kendimizi o dilin, o esrin dışında hissederiz. Eser var ki onda keşfettiğimiz dil, bizi yaşamın pek bilinmeyen derinliğine, anlamına, şirin ve şedit, tutsak ve özgür yanına çeker. Eser de var ki, diline yapışırız, kurtarmak istesek de kurtaramayız kendimizi; o dil, emer özümüzü, tek boyutlu bir biçime dönüştürür bizi.
Haziran-2011 (Karaburun Kongresi vesilesiyle düzenlenen sanat ve edebiyat paneline gönderilen konuşma metni)

Kategori: 

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Hapishane Dergisinin 51. Sayı...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 2024 tarihli 51. sayısı...
TEK KİŞİLİK HÜCREDE YAZILAN BİR ÖYKÜ: DE...
               Mahallenin kimi çocukları ondan hem korkar hem de onunla uğraşmaktan vazgeçmezdi kargalar...
Duvarları delen çizgiler
Balıkesir Burhaniye yakınlarında yaşayan arkadaşlara davet. 10 Aralık'ta Insan hakları haftasında, Burhaniye Yerel Demokrasi ve Insan Hakları Gündemi...

Konuk Yazarlar

Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...
Girit Leblebisi
  Ben vakitlice davranmış, gün batımını da izlemek için kahvelerin gürültüsünden uzakça bir bankı gözüme kestirip oturmuştum. Bir süre sonra,...