NEWROZ DERGİSİNİN YAPTIĞI SÖYLEŞİ

Muzaffer Oruçoğlu kullanıcısının resmi
Enver Alpşar: Sn. Oruçoğlu, 2011 de Grizu 4 adlı romanınız yayınlandı ve yine aynı dönemde kendi sesinizden Işık Prelüdleri adlı şiir çalışmanız da olmuştu. Ayrıca resim ve heykel sanatı üzerine de ciddi çalışma ve ürünleriniz olduğu biliniyor. Şu sıralar yeni bir roman üzerinde çalıştığınız konuşuluyor. Yeni çalışmalarınız hakkında okurlarımızı bilgilendirir misiniz?

M. Oruçoğlu: Yeni çalışmam, 1915 tarihini esas alarak, benim tarihin bazı dönemlerine yaptığım gezilerden ibarettir. İnsanla ve onun tarihiyle hesaplaşma iklimine sahip bir roman da diyebilirim buna. Bu romanın dil, estetik, mitolojik ve felsefi doku bakımından önceki romanlardan farklı bir yerde durduğu kanısındayım. Bunun dışında, arada bir kısa öykü yazıyorum ve 1988'den bu yana yapıp biriktirdiğim resimleri günbegün twitter, facebook ve sitemde yayınlıyorum.

-

E. Alpşar: 1986’dan bu yana zorunlu olarak yurtdışında yaşamaktasınız, bugün 2014 deyiz. Yani tam 28 yıl oldu. Kuşkusuz ülkedeki gelişmeleri de takip ediyorsunuz, öncelikle, dışarıdan bir gözle baktığınızda ülkedeki siyasal gelişmelere ilişkin neler söylemek istersiniz?

M. Oruçoğlu: Dışardan bakışta ilk gördüğüm şey, egemen sınıflar arasındaki derin yarılmadır. Tabi bununla birlikte, Kürtlerin, diğer milliyetlerin ve Alevilerin haklı taleplerinin askıya alınması ve özellikle Kürtlerin oyalanmasıdır. Halkın, İslamla cilalanmış, otoriter, rüşvetçi hükümete karşı ciddi bir dikleniş içinde olmadığı açık. Hükümet, güç kaybettikçe daha çok bağırıyor ve uzun zamandan beri, Kürt ulusuyla yeni bir savaşın zemin taşlarını döşeyip duruyor; bu tavrını sürdürürse ve Kürtler de Eyüp sabrından feragat ederlerse, savaş kaçınılmaz hale gelir. Barış, Kürtleri güçlendirdi. Yeni bir savaş, her iki ulus için de yeni bir felakettir. Ezen ulus egemenlerinin, bu felaketin galibi olamayacakları da gün gibi açıktır.

E. Alpşar : Sn. Oruçoğlu, size göre “Aydın” nedir ve hangi zeminden beslenmelidir?

M. Oruçoğlu: Aydın, adı üzerinde, çok yönlü bilgiyle donanmış , düşünen insan demektir. Türkiyede sanırım, aydının künyesini sola ya da kızıla boyayan insan çok. Her şeyin olduğu gibi aydının da çeşnisi, sağcısı, solcusu, sosyalisti, liberali, muhafazakarı, dincisi vb. vardır. Nazım Hikmet aydındır. Peyami Sefa da bir aydındır. Dünya görüşleri, pratikleri, duruşları birbirine zıt iki aydın. Balzac'a ve Fransız edebiyatında romantizmin kurucusu Chateaubriand'a sağcı ve kralcı oldukları için aydın değiller diyebilir miyiz? Friedrich Nietzsche, demokrasiye, sosyalizme ve kadına karşı. Mülkiyete sahip olma, egemenlik ve cinsel güdü temeline dayanan, pederşahi evliliğe değil; evliliği dağıtacağından korktuğu için aşk evliliğine karşı. Ama aykırı, derin, entellektüel cinnetin bilinci. Tanrıya, tarihe, devlete, ahlaka ve Hiristiyanlığa karşı; Yarattığı değerleri ve algıları temel gerçekler gibi gören insana karşı. Özgürlüğün dışında hiçbir otorite kabul etmeyen, bilim ve sanatın incelttiği otokrat bir ruh. Aydın değil diyebilir miyiz?

Aydın, insanlığın süzülmüş zengin kültüründen beslenir. Bazıları derin ve esaslı beslenir, bazıları da yüzeysel, zayıf.



E. Alpşar : Yukarıdaki soru ile bağlantılı olarak günümüz aydın profili ve kültürel gıdalarını aldıkları zemin hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?

M. Oruçoğlu: Gerçek aydınları toplumun gözünden gizleyen, medyatik, popüler, bir aydın tipi var Türkiyede. Siyaseti, sanatı bilen, devletle çelişir görünen ama gerçekte çelişmeyen bu aydınlar, hükümetin ve medyanın akıl alma, danışma meclisi gibi davrandılar bir dönem. Osmanlıda ve cumhuriyet döneminde aydınların ezici çoğunluğu devlet memuruydu. Geçim sıkıntısıyla devlet kapısını çalıp, kapıkulu aydınlığına adım atmayan, kendi bağımsız yaşamını kuran, Nazım Hikmet, Sabahattin Ali, Orhan Kemal, Yaşar Kemal, çetin Altan, gibi kendi kalemi ve hüneriyle geçinen aydınlar azınlıktaydı, ve devletin izlediği, kodese tıktığı aydınlar da genellikle bunlardı. Günümüzün aydın profili İle tarihimizin aydın profili hemen hemen aynıdır: Sadrazamı ve vezirleri eleştiren ama devleti aliyeye dokunmayan.

E. Alpşar: Toplumun değişime hazırlanmasında kültür sanatın rolü ve sanat siyaset ilişkisine dair neler söylemek istersiniz?

M. Oruçoğlu: Siyaset değiştirir, sanat ise derinleştirir. Zeminini, ruhunu sanatla güçlendirip zenginleştirmeyen bir siyaset, hayatı tüm yönleriyle, esaslı bir şekilde kavrayıp dönüştüremez. Hayatın bu iki alanı, birbirlerinden kopuk değildir. Sanat, insanın iç dünyasını, onu kuşatan tüm yaşamla birlikte anlatırken, anlattığı bu gerçekliğin içinde ışıldayan siyaseti dıştalamaz, dıştalayamaz. Onu lafzından, güdümleyici, otoriter eğilimlerinden soyar, saf bir ateş olarak, odun atar gibi, sanatı biçimlenlendiren yaratıcılık ocağına atar. 

Toplumu ve sanatı değişime hazırlayacak bir siyasetin, sanatsal donanımının güçlü olması gerekiyor. Sanat yapması değil, ama sanatın değişik alanlarında bir sanat eleştirmeni gibi yaratıcı düşünsel gücünü seferber etmesi gerekiyor. Yaratıcının, yarattığı yapıt hakkında, 'eleştirmenleri dinledim, siyaset ne düşünüyor acaba?' diye merak etmesi, sorması gerekiyor. Ülkemizdeki yaratıcı bu soruyu çok soruyor, ama siyasetin sanat eleştirisini merak ettiği, o eleştiriye ihtiyaç duyduğu için değil, afaroza uğrayıp uğramayacağından dolayı soruyor.

E. Alpşar:Küremizde kültürel, sanatsal ve felsefi olarak bir tıkanmanın yaşandığına katılır mısınız? Katılıyorsanız bu tıkanmanın belli başlı nedenleri hakkında neler söylemek istersiniz?

M. Orçoğlu:İnsanlık, yaşadığı her tarihsel dönemde, nesil bozuldu, ekmekler bozuldu diye başlar sohbetine. Bir kazıda ortaya çıkan Hitit yazıtında da aynı şey var: 'nesil bozuldu.' Bu bir kültür haline gelmiş. Tıkanmanın olduğu dönemler elbetteki vardır. Ama ben bu gün küremizde, kültür, sanat ve felsefede bir tıkanmanın yaşandığını sanmıyorum. Aksine, iletişim teknolojisinin etkisiyle de kültür üretimi ve tüketimi yaygınlaştı, küreselleşti. İstenilen ölçüde derinleşti mi, bunu tartışabiliriz.

E. Alpşar :Milliyetçi, liberal, komünist, hatta artık siyasal İslam ve karşıt felsefi akımlara varana kadar herkes “modernist” olduğunu söylüyor. 21. Yüzyıl başında modernizm, birbirine taban tabana zıt felsefe ve ideolojileri aynı anda taşıyamaz hale geldi. Bu konudaki düşünceleriniz?

M. Oruçoğlu: Edebiyat başta olmak üzere sanatın değişik alanlarında, yirminci yüzyıl modernizminin öncüleri, kilometre taşları çoğunlukla soldu. Hatta James Joy, Kafka, Robert Musil gibi büyük yazarları bile sistem ve sistem edebiyatı dıştalıyor, görmezlikten geliyordu. Ama galibiyet yeniliğin ve kalitenin oldu. Sanatın eğer yenilenme ve kalite diye bir derdi varsa, biçimde ve özde her yeni atılım, değişik dünya görüşlerinden sanatçıları doğal olarak etkiler. Bunda yadırganacak bir durum yoktur. Benim asıl yadırgadığım şey, modernizmin geçen yüzyıldan devralınmış eski bir akım olmasına rağmen bu denli yaygınlaşmasıdır. Yenilenme açısından eğer bir tıkanmadan söz edeceksek, bu noktada edebiliriz belki.

E. Alpşar: Biliyorsunuz Ekim 1917 devrimi, Batıyı eleştirirken Doğu’yu kutsamadan Doğu-Batı sentezini hedefledi ancak yarı yolda kaldı. Ekim Devriminin yarım bıraktığı büyük ve yeni sentezin günümüzdeki imkan ve dinamikleri hakkında neler söylemek istersiniz?

M. Oruçoğlu: Ekim Devrimi, zengin bir teorik ve pratik miras bıraktı kendinden sonraki yıkıcılara. Emperyalist dünyanın, özellikle de iki emperyalist savaşın yarattığı yıkıcı etkilerden ve bu etkilere oldukça açık bir devlet teorisinden dolayı devrim, çok büyük bir militer, bürokratik aygıt yarattı ve onun tarafından yutuldu. Devlet, ister özel isterse devlet mülkiyeti olsun, mülkiyetin bekçisidir. Kendi içinde görevli olan herkesi bekçileştirir. Hele bu bekçi, yani devlet, mülkiyetin doğrudan sahibiyse, kendi içinde görevli olan her birey, kendini sadece bekçi olarak hissetmez, aynı zamanda mülk sahibi olarak hisseder. Bekçiliğine ve mülk sahipliğine yönelen her muhalefeti amansızca ezer.

Devlet konusunda Marksın Hegel'den, Lenin'in ise Maks'tan tam kopamaması, Paris Komünü deneyinin derinleştirilememesine yol açtı. Bir Sovyet devrimi olarak başlayan devrim, süreç içinde büyüyen merkezi, güçlü bir devlete dönüştü ve sovyet ya da komün ruhunu kaybetti.

Günümüzde bir komün devriminin ve komün sisteminin teorik ve pratik sorunları üzerinde yoğunlaşmak gerekiyor. Merkezi devlet görevlerinin halka devredilmesi, temsili değil, doğrudan demokrasi. Günümüzde bunun dinamikleri var. Mart-2014

Kategori: 

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Hapishane Dergisinin 51. Sayı...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 2024 tarihli 51. sayısı...
TEK KİŞİLİK HÜCREDE YAZILAN BİR ÖYKÜ: DE...
               Mahallenin kimi çocukları ondan hem korkar hem de onunla uğraşmaktan vazgeçmezdi kargalar...
Duvarları delen çizgiler
Balıkesir Burhaniye yakınlarında yaşayan arkadaşlara davet. 10 Aralık'ta Insan hakları haftasında, Burhaniye Yerel Demokrasi ve Insan Hakları Gündemi...

Konuk Yazarlar

Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...
Girit Leblebisi
  Ben vakitlice davranmış, gün batımını da izlemek için kahvelerin gürültüsünden uzakça bir bankı gözüme kestirip oturmuştum. Bir süre sonra,...