Şiir Koktu Oya Uslu

Necmettin Yalçınkaya kullanıcısının resmi
Hatice Hanım sardunyaları suluyordu. Su sürahiden değil, yüreğinin derinliğinden akıyordu adeta.

Hatice Hanım sardunyaları suluyordu. Su sürahiden değil, yüreğinin derinliğinden akıyordu adeta. Kutsal bir emanetmişler gibi çiçeklere değer veriyor, onları okşuyordu. Gözlerini kapatıp kokularını derin derin içine çekiyor, sonra nefesini salıp bir sihri keşfetmiş gibi gururla:
“Gül kokuyorlar.” diyordu.
İrem alaysı kıkırdadı:
“Babaanne nerden çıkarıyorsun gül koktuklarını? Bal gibi de sardunya kokuyorlar işte!”
Hatice Hanım gözlüğünün üstünden bilgiç bilgiç baktı:
“Onların içinde gül kokusu gizlidir.” dedi aynı sihirli edayla.
“Madem gül seviyorsun, niye yetiştirmiyorsun?”
“Böylesi daha güzel... Bunun içinde ikisi de var. Hem gel, bak şuna. Gördün mü, dalı kırılmış.”
“E ne olmuş?”
“Görmüyor musun hâlâ yeşil.”
“……”
“Çiçeklerin en dirençlisidir bu, kırılsa da yeni sürgünlerle yaşar.”
Babaannesine laf yetiştiremeyeceğini anlayıp sustu. Hatice Hanım ondan bir kahve yapmasını istedi:
“Beraber içelim.”
“Olur. Fal bakacaksın ama.”
İrem az sonra döndü. Babaannesinin karşısına oturdu. Kahvelerini keyifle yudumlarken sokağı seyrettiler. İki katlı, bahçeli evlerin güzelliğinde huzur buldular. Çiçek kokularını içlerine çektiler. Bu kez İrem:
“Gül kokuyor.” dedi.
“Evet. Tüm bahçeler gül dolu…”
“Babaanne bitirdim kahvemi. Hadi bak bakalım.”
Hatice Hanım fincanı eline aldı, evirip çevirdi. Altmış iki yıllık hayatında henüz birkaç aydır fal bakıyordu. Torunuyla kolay iletişim kurmanın yolu olduğunu fark ettiğinden beri şekilleri benzetmek için özel bir çaba göstermiş, biraz da uydurarak ona ulaşmaya çalışmıştı:
“İçinde küçük bir sıkıntı var ama yakında kenara atacaksın.” dedi ilkin. Sonra şaşırmış gibi kaşlarını kaldırıp, “Ooo! Büyük bir başarı görünüyor. Bak bak, nasıl da yükseklere çıkmışsın. Burada da sarışın bir delikanlı seni bekliyor.”
“Beklemesin.” diyerek omuz silkti genç kız.
Babaannesi anlamlı anlamlı gözlerini süzdü:
“Niye?”
“İstemiyorum onu artık.”
“Ne oldu ki?”
“Hiç işte…”
“Aaa! Anlatsana kızım.”
“Boş ver babaanne. Hadi devam et.”
Meraktan çatladığı halde üstelemedi:
“İyi... Bak burada da kalabalığa giriyorsun. Uzun saçlıyla karşılaşıyorsun.”
“Off! Onu da istemem.”
“Ama kızım sen de kimseyi istemiyorsun ki.”
“O beni aldattı babaanne. Şimdi yeniden barışmak istiyor ama hayatta olmaz.”
“Öyle mi? Barışma kızım, haklısın. Ya sarışın?”
“O da hiç romantik değil.”
Sustular. Hatice Hanım gözlerini kapatıp çiçek kokusuna karışan deniz kokusunu içine çekti. Denizin dalgaları balkona ulaşmış gibi ferahladı. İrem kuş seslerini dinledi, hüzünlendi:
“Sanırım kendime göre birini bulamayacağım.”
Hatice Hanım kendi kendine konuştu:
“Yalıçapkınının da nesli tükendi.”
Genç kız ilgilendi:
“Antalya’da görülmüş en son.”
Hatice Hanımın birden gözleri parladı:
“Öyle mi?”
“Evet.”
“Sen nereden biliyorsun?”
“İnternette okudum.”
“Ah! Biliyordum yok olmayacağını. Sadece uzaklarda şimdi…”
İrem, ‘Ne bu gereksiz coşku?’ der gibi baktı. Babaannesi açıkladı:
“Deden, yalıçapkınıdır.“
Genç kız kahkahayı bastı:
“Ah babaaanneeee, sen neymişsin sen!”
“Ya… Niye olmasın? Siz gençler de kendinizi milat sanıyorsunuz. Bilsen, ne afilli delikanlıydı deden!”
İrem iyice havaya girdi:
“Öyle mi?”
Babaannesi edalandı:
“Öyle. Bana şiirler yazardı.”
Torunu yine kahkahayı bastı:
“E neden yalıçapkını; yoksa yalıda mı oturuyordunuz?”
“Yok.”
“Eeee?”
“Buralardaydık yine. Her yer tarlaydı o zamanlar. Domates, biber, patlıcan, salata yetiştirirdik. Meyve ağaçları doluydu. İşte biz tarlada çalışırken o bir ağacın arkasına gizlenir, beni seyrederdi. Teyzem o yüzden ona yalıçapkını adını takmıştı.”
“Çapkın mıydı?”
“O zamanlar çapkınlık sevdiğini buluncaya dek sürerdi. Sonrası tam bir sadakatti.”
İrem iç çekti:
“İnsanın sevdiğine güvenmesi ne güzel…”
“Evet. Tüketilmezdi hemen aşklar.”
“Şimdi neden ki böyle?”
“Sen kullandıklarını hemen tüketmiyor musun?”
İrem suçlu gibi gözlerini yere eğdi. İçini burukluk sardı. Babaanne umut dağıttı:
“Üzülme. Bak, yalıçapkını hâlâ yaşıyormuş.”
“Evet; ama uzaklarda...”
“Olsun. Emin ol bir gün avuçlarında şiirle sana da gelecektir.”
“Ah babaanne, sen ne hoşsun!”
Hatice Hanım geçmişe daldı:
“Dedenle kimse bizi görmesin diye deniz kenarında buluşurduk. Orada bazen flamingoları, karabatakları, pelikanları da görür, seyrine doyamazdık.”
“Bataklık değil miydi?”
“Bazı yerler bataklıktı. Sonra dolduruldu, yerine koca binalar yapıldı. Bu apartmanlara da yaşam alanları ellerinden alınan kuşların adı verildi. Çelişkiye bakar mısın?”
“Haklısın. Başka canlılara yaşam hakkı tanınmıyor.”
“Ne yazık ki...”
Akşama doğru kendini hiç iyi hissetmedi Hatice Hanım. Birkaç gündür nedense ağır halsizlik ve yorgunluk duyuyor, göğsü ağrıyordu. Erkenden yatağına yattı. Durmadan eşini düşündü, gönlüne hasret aktı. ‘Yalıçapkını, avuçlarında şiirle gel.’ diye tekrarladı içinden. İyice hüzünlendi. Penceresini açtı, gökyüzündeki yıldızları seyretti. Sonra yıldızları bir bir söndürüp gözlerini kapadı.
Sabahleyin torunu odasında neşeyle şakradı:
“Babaanne uyan hadi!”
Gözlerini güçlükle açtı:
“Hiç iyi değilim kızım.”
“Neyin var?”
“Akşam fenalaştım.”
“Niye bana söylemedin? Doktora götürürdüm. Hadi, kahvaltını yap da gidelim.”
Hemen telefon edip doktordan randevu aldı.
Hatice Hanım kahvaltıdan sonra balkona çıktı. Yine kutsal tören edasında sardunyaları sularken rüzgârın tanıdık bir dost gibi tenine dokunmasından, saçlarını dağıtmasından çok hoşlandı. Bir davet almış gibi heyecanlandı. Kendini daha iyi hissetti ve yerinde duramadı. Evden bir an önce çıkmak istedi. İrem, “Doktor saat on dörtte bekliyor.” dediyse de onu dinlemedi:
“Son zamanlarda bulutlu ve rüzgârlı havaları çok seviyorum. Böyle havalarda sanki deniz beni çağırıyor. Biri bana yeniden mazimi sunacak gibi coşuyorum.”
Az sonra bir taksi çağırıp yola çıktılar. Hatice Hanım şoförün yanına oturdu. Araba ilerlerken apartmanlara, vitrinlere, gördüğü her şeye garip bir ilgiyle baktı. Deniz yolundan ilerlerken birbirine sarılmış yunusları görmenin sevinciyle coştu. Taksinin camını açıp denizin kokusunu içine çekti. Cadde boyunca uzanan apartmanların arasında kalmış yalıları, köşkleri aradı gözleri. O köşkleri gözetleyen yalıçapkınını… Sonra sıralanmış faytonları gördü. ‘Hadi binelim!’ demek geldi içinden; ama torunuyla şoförün saçmaladığını düşünmelerinden korktu. O da kendini faytonda gibi hissetti. Takur tukur ilerlediklerini hayal etti. Yanında eşini düşledi: El eleydiler. Başında çiçeklerden yapılma bir taç... Mutluydular, çok, çok mutlu.
Vapur iskelesinde taksiden indiler. Hatice Hanım deniz kıyısına doğru yönelirken torunu onu çarşıya çekti. Rüzgâr hızla yüzlerine üfürdü o anda. Cennet kokusu almış gibi ferahladı ikisi de.
Bir bayram günü ya da arifesiymiş gibi kalabalıktı burası. Hemen herkes şen şakraktı. Alımlı genç kızlar salına salına yürüyor, bazıları kahkaha atıyorlardı. Onların coşkusundan bir parmak tadıp neşeyle ilerlediler. Vitrinlere baktılar. Bir öğretmen sendikasının üyeleri ellerine bir bildiri tutuşturdu. “Yarın genel grev var. Çocuklarınızı okula göndermeyin.” dediler fısıldar gibi. Sağlı sollu dükkânların arasından ilerlediler. Yerli ve yabancı marka mağazalar, pastaneler, dönerciler, kokoreççiler, bankalar, Milli Piyango satıcıları, resim yapanlar, karakol, PTT binası, hemen her şey sığmıştı bu ince uzun yola.
Az sonra metroya geldiler. Eski istasyonun yerinde yeller esiyordu. Metronun gri metalik çatısı ışıldadı nispet yapar gibi. O ışık, Hatice Hanımın kalbine saplandı. Gençlik kalelerinden biri yıkılmış gibi sarsıldı. Rayları görmek geldi içinden. Mazisinden bir iz bulma umuduyla ilerledi. Sadece çalışan işçileri görüp hüzünlendi. Yine hayale sığındı ve kendisiyle eşini henüz çok gençken, rayların üstünde yürürken canlandırdı.
Döndüler aynı yoldan.
“Şimdi de deniz kıyısına gidelim.” dedi.
İrem çaresiz ardına takıldı.
Vapur iskelesi karşısında bir banka oturdular. Hatice Hanım bir yandan deniz kokusunu içine çekti, diğer yandan göğsünü ovaladı. İrem:
“Ağrıyor mu?” dedi endişeyle. “Hadi kalk babaanne, gidelim.”
“Biraz daha kalalım yavrum. Randevu saatimiz gelmedi ki.”
Birden çarşının girişinden sesler yükseldi. Arkalarına baktılar. Eylemcileri gördüler. İrem heyecanla şakıdı:
“Çevreci bunlar… Kuş Cennetine sahip çıkmak için eylem yapıyorlar.”
“Öyle mi?” dedi babaannesi gülümseyerek.
“Evet. Bak ellerindeki dövizlerde flamingo, karabatak, pelikan resimleri…”
“Yalıçapkını da var mı?”
“Var. Ah, el ele tutuşuyorlar, ne güzel!”
“Sen de git, karış aralarına istersen.”
“Gideyim mi?”
“Git. Ben biraz daha denizi seyredeceğim.”
“İyi öyleyse…”
İrem heyecanla kalktı. Yalıçapkınının resmini taşıyan bir gencin elini tuttu.
Hatice Hanım yeniden göğsünü ovuşturdu. Ağrısının boynuna doğru yayıldığını fark etti. Terlemeye başladı. ‘Neyse, birazdan doktora gideceğiz.’ diye düşünüp üstünde durmadı.
Bir vapur yanaştı iskeleye. Diğer iki vapurun yanında durdu. Üçünün de ismini okudu içinden. Denizin karşısındaki diğer yakaya baktı. Gençliği kadar uzak geldi ona oralar. Sonra gözleri vapurla kıyı arasına dizelenmiş balonlara takıldı. Gülümser gibi oldu. ‘Sanki rengârenk çiçekler açmış denizde.’ dedi içinden. Bir genç kız tüfekle patlattı balonlardan birini o anda. Sevinçle çığlık atıp zıpladı. Kendi zıplamış gibi oldu. Yanındaki bankta çiğdem yiyen adamın ayakları dibine birkaç güvercin geldi. Adam kabuklarını ayıklayıp onlara attı. Onun da canı çekti. Az ötede denizin kirliliğine aldırmadan oltayla balık tutanları gördü. Vapurlardan biri yolcularıyla uzaklaşırken, düdüğünün sesi eylemcilerin sloganlarına karıştı.
Göğsünün ağrısı daha çok arttı. Direncinin azaldığını hissetti. Yanına sardunya saksısı taşıyan bir kadın oturdu o sırada. Kendini tutamayıp sardunyayı okşadı. Öyle sevecenlikle okşadı ki kadın saksıyı ona uzattı.
Genç kıza adını sordu yalıçapkını resmini taşıyan delikanlı.
“İrem.” dedi.
O da adını söyleyecekti ki genç kız eliyle ağzını kapadı:
“Sana yalıçapkını desem... “
Delikanlının yüzüne muzip bir gülümseme yayıldı. Halay çekerken elleri ateşlendi birden, yürekleri bir başka çarptı. Genç kız halayı bırakıp delikanlının avuçlarına baktı. Hayretle gözleri parıldadı.
Heyecanla babaannesine koştu. Coşkuyla:
“Babaanne buldum onu.” dedi. “Ellerinden tanıdım. Avuçlarında şiir vardı.”
Babaannesi hiç yanıt vermedi. Genç kız onu dürttü, sözünü yineledi aynı heyecanla:
“Babaanne onu buldum diyorum. Avuçlarında şiir vardı.”
Birden yıkıldı babaannesi. Genç kız şaşırdı, korktu. Gözleri kocaman açıldı. Aniden donakaldı. Sardunya saksısı düştü sonra. Rüzgâr taşıdı onun kokusunu deniz kokusuna karıştırıp. En uçlara doğru ilerledi. Dağıttı her yere, savurdu kül gibi. Sahil şiir koktu.

Kategori: 

Bunları Okudunuz mu?

03/31/2024 - 21:39
03/21/2024 - 04:53
01/14/2024 - 19:15
12/06/2023 - 15:04

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Hapishane Dergisinin 51. Sayı...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 2024 tarihli 51. sayısı...
TEK KİŞİLİK HÜCREDE YAZILAN BİR ÖYKÜ: DE...
               Mahallenin kimi çocukları ondan hem korkar hem de onunla uğraşmaktan vazgeçmezdi kargalar...
Duvarları delen çizgiler
Balıkesir Burhaniye yakınlarında yaşayan arkadaşlara davet. 10 Aralık'ta Insan hakları haftasında, Burhaniye Yerel Demokrasi ve Insan Hakları Gündemi...

Konuk Yazarlar

Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...
Girit Leblebisi
  Ben vakitlice davranmış, gün batımını da izlemek için kahvelerin gürültüsünden uzakça bir bankı gözüme kestirip oturmuştum. Bir süre sonra,...