Mozart'ın 40. Senfonisini Bölen Ses

Hilal Üçer kullanıcısının resmi
Kapıda eşini uğurluyordu Sevda Hanım. Eşi yurtdışından bir iş almıştı ve bir süre uzaklarda olacaktı. Uzun olacak bir ayrılığın hüznüyle sarıldılar birbirlerine. Evin kapısının usulca kapatılmasının ardından, mutfak penceresinin önünde buluştu gözleri. Bir el sallandı, matemli bir hüzünle. Kasım ayının keskin soğuğu dolmuştu evin koridorlarına, biraz evvelki uzun süren sarılma anından arda kalan. Ellerini kollarında gezdirirken, bedeninde kalan soğuğu taşımıştı oturma odasının sıcak temasına

Kapıda eşini uğurluyordu Sevda Hanım. Eşi yurtdışından bir iş almıştı ve bir süre uzaklarda olacaktı. Uzun olacak bir ayrılığın hüznüyle sarıldılar birbirlerine. Evin kapısının usulca kapatılmasının ardından, mutfak penceresinin önünde buluştu gözleri. Bir el sallandı, matemli bir hüzünle. Kasım ayının keskin soğuğu dolmuştu evin koridorlarına, biraz evvelki uzun süren sarılma anından arda kalan. Ellerini kollarında gezdirirken, bedeninde kalan soğuğu taşımıştı oturma odasının sıcak temasına. Duvardaki simetrisini kaybetmiş saat, dokuzu gösteriyordu. Gece, gündüzüne kavuştuğunda,  kreşin yolunu tutacak kızını, uyutmak için almıştı kucağına. Beş yaşını henüz doldurmamış kız çocuğunun  ufalmış pijamasından sallanan çelimsiz bacakları görünüyordu. Bir masalın sıcaklığı dolmuştu odaya Sevda Hanım’ın dilinden yayılan ve bu sıcak havayı bozan bir ses yumağı çınladı kulaklarında.

“Ben anneannemin yoğurdunu özledim anne.”

Bu cümle, Sevda Hanım’ın beyninde  yankı bulmuştu, bitmek bilmeyen.  Hıçkıra hıçkıra ağlamasına engel olamamıştı kızının karşısında. O kadar sesli, o kadar haykırırcasına ağlıyordu ki hıçkırıklarına kızının hıçkırıkları da katılmıştı artık.  Kulağında bir ses yumağı daha duyuluyordu;

“Annecim lütfen ağlama, sen ağlarsan ben mutlu olamam, özür dilerim anne, gözlerini aç anne, yüzünü kaldır anne…”

 

Küçücük yüreği anlamlandıramamıştı olanları. Böyle bir cümlenin, bir anneyi nasıl sarsabileceğini kestirebilecek yaşta değildi henüz. Tüm masumiyetiyle, sorgusuz, hesapsız, içinden geleni söylemişti oysaki. Yaşanılan hiçbir trajediden haberi yoktu küçük kızın. Zira ne Sevda Hanım ne de eşi Onur Bey, yaşanılanlardan bir hava estirmişlerdi ona.

Daha birkaç gün önceydi. Eşinin bitmeyen  mesaisini, kızıyla yapboz yaparak doldurduğu bir akşamdı. Televizyonun sükunetini, plaktan odaya yayılan Mozart’ın 40. Senfonisi dolduruyordu.  Bir an, sokaktan geçen bir köpeğin havlama sesi yankılandı odanın duvarlarında…

“Annecim Rıfkı’nın sesi.”

Kız çocuğu boncuk boncuk kahverengi gözlerini yapbozdan kurtarıp sesin geldiği yöne dikmişti. Köpeğin sesi  uzaklaşmaya başladığı vakit duygular yine beden bulmuştu kız çocuğunun dilinde.

“Ben Rıfkı’yı özledim. Ben anneannemi özledim.”

“Kızım bak, aradığımız yapboz parçası buradaymış.” Sevda Hanım, çocuğun dağılan ilgisini tekrar yapboza yönlendirmeyi kızına hissettirmeden başarmıştı.

Bir önceki günün akşamında,  eşiyle sıcak bir kış gecesine eşlik eden ıhlamur çayını yudumluyordu. Günün bitirilmiş gazetelerine, şöyle son kez göz atarken eşinin yüzünde tariflendiremediği bir mananın saklı olduğunu fark ettiği an, göz göze geldiler.

“Hayatım hiç gerilme, üzülme ama bilmen gereken bir şey var.” diyordu Onur Bey.

“Hayır” der gibi bakıyordu eşinin yüzüne. Çünkü hiçbir şey bilmek istemiyordu -ki bunu önceden belirtmişti eşine- ancak konuşmasına devam etmesine de izin vermekten alıkoyamıyordu kendini. Onur Bey, oturduğu koltukta yer açmıştı. Sevda Hanım, elindeki  gazeteleri orta sehpanın üzerine bırakıp ona ayrılan yeri doldurdu usulca. Sımsıkı sarıldılar önce, bedenleri ayrıldığında elleri ayrılmamaya direniyordu.  Ve yarım kalan cümleler, tamamlanmak için can çekişiyordu.

“Annen, anneme uğramış bugün. Ece’yi çok özlediğini, iki yılı aşkındır göremediğini, gerekirse kreşine gidip görmek istediğini söylemiş.”

Sevda Hanım’ın yüzü şaşkınlığını gizleyememişti.

“Ben, kızımın kokusunu kokladığım her gün, içimden nasıl özlemez diye iç geçirdim. Kızımın her gelişiminde, bu anları görememeyi nasıl göze aldı diye hayıflandım. En çok da hasta mı değil mi diye merak etmeyişine şaşakaldım. Beni sevmeyen bir annenin, kızımı sevmesini beklediğim için kendime kızdım.” Sevda Hanım’ın yüreğinden dökülen bu cümleler, kabarıp kabarıp son anda fark edilip de altı kapatılan ocaktaki süt misali, yüreğinde kalmıştı. Eşinin duyabildikleri daha başkaydı.

“Çok mutluyum. Daha iki gün önce bir köpek sesi duyup da Rıfkı’yı özlediğini söyleyen kızım adına mutluyum. Yoğurt yemekten bıkmış olmasına rağmen, o yoğurdu özlediğini söyleyecek kadar hasret içinde olan kızım adına mutluyum. Sevginin farklı tenlerini, kokularını bilmesi adına mutluyum.” Gözlerinde yaşla ayrıldı odadan Sevda Hanım, yine hıçkırıklar dolmuştu odaya, uzaktan az biraz duyulan.

Elinde tuttuğu sigaranın zayıf ateşi, zifiri karanlık balkonu aydınlatıyordu. Serin bir rüzgâr dağıtmıştı saçlarını. Üzerinde gri tonlarının hâkim olduğu hırkasının düğmelerini ilikledi hızlıca. Oturduğu sandalyede, bir geri bir ileri sallanıyordu artık. Unutmak için çırpındığı anılar, bu birkaç günde peşi sıra onu geçmişin karanlık, rutubetli odalarına çekiyordu. Oturma odasından Onur Bey’in gramofon koyduğu Mozart’ın keman konçertosu duyuldu. İki yıl  öncesine yolculuk zamanıydı. Defalarca kez yapılmış muhasebelerin uzun bir aradan sonraki susuzluğuna, çatlamış dudaklarına, gözyaşlarıyla su verme günüydü.

Bir eylül ayıydı. Yoğun geçmiş bir iş gününü geride bırakmış, kızını görmek için annesinin evine doğru yola koyulmuştu. Bir saatlik otobüs yolculuğunun ardından, iki gündür göremediği kızının kokusunu duymaya başlamıştı, otobüs Urla terminaline giriş yaptığında. Uzun bir yazı annesinde geçirmişti kızı. Üç yaşına kadar bir geceyi bile kızından ayrı geçirmemiş olan Sevda Hanım, annesinin emekliliğiyle birlikte yazı, torunuyla geçirme dileğini kıramamış, günaşırı Urla yollarını arşınlamayı göze almıştı. Kendi yaşadığı metropol hayatı, kızının sokakta doyasıya oynamasına olanak tanımıyordu. Bu durum da bu yolu arşınlamasında önemli bir gerekçeydi.

Eve varışını, yenen yemekleri, kızının saçları arasında boğulduğu anları, bir film şeridi gibi hızla geçmişti hafızası. O an gelip çatmıştı. Film kareleri renklere küsmüştü artık. Her yer siyah beyazdı.

“Anne, Erdem’e çok yüz veriyorsun…”

“Sen kendi hayatınla ilgilen, her şeye burnunu sokma.” demişti Feride Hanım’ın çatallanan sesi. Evin perdeleri havalanmış, açık olan pencereden Rıfkı’nın havlama sesi duyulmuştu. Bir süre sessizlik dolmuştu odaya, bahçeden arada bir yükselen kızının gülücükleriyle bölünen.

 

“Hayatın boyunca, beni kızın olarak görmedin. Ben ergen kıskançlığı içinde değilim anne, otuz beş yaşındayım. Bu yaşımda bile bu cümleleri kurabiliyorsam bunda senin hiç mi payın yok? Çocukluğumu hatırladığımda ya da gençliğimi, keskin bir mızrak saplanıyor kalbime. Acı çekiyorum. Hayata küsüyorum.”

“Saçmalıyorsun.” demişti Feride Hanım. Umarsız, ilgisiz bir halde, önündeki börülceleri ayıklamaktaydı.

“Hiçbir zaman kız çocuğun var diye gururlandığını görmedim ben. Çocukluğumu, Erdem’in külotlarını bana giydirirken ki andan itibaren, hatırlıyorum. Hep erkek çocuk düşkünü oldun sen. Kardeşimi benden gizli gizli severdin, duyardım, görürdüm. Beni neden gizli gizli sevmedin anne? Sizi fark ettiğim zamanlarda, “Gel bari seni de öpeyim…” diye başlayan cümle sana ait değil miydi anne? Buna bile razı bir çocuk olarak büyüttün beni. Beni öpmemek için mi gizli gizli severdin kardeşimi, bunu hiç anlayamadım. Saçlarımı ördüğünü hiç hatırlamıyorum anne. Dizinde uyumanın sıcaklığını hiç hissetmedim ben. Kızım diye seslendiğin birkaç kare var hafızamda o kadar. Hatalarım ya da başarılarım ise hiç umurunda olmadı senin…”

Feride Hanım oturduğu yerden usulca kalmış, bu feryatları hiç duymamış gibi mutfağa yönelmişti. Elindeki tepsi de terkedilmişti, Sevda Hanım gibi. Bir kapı sesi duyulmuştu, oturma odasının perdelerini havalandıran. Sevda Hanım, yorulmuş bedenine daha fazla hükmedemiyordu, çöküverdi koltuğun köşesine. Birkaç dakika geçmiş miydi geçmemiş miydi bilemedi,  kapı zili temaya hiç de uymayan bir oyun havası ritmiyle çalmaya başladığında. Heyecanla koştu kapıya. Feride Hanım kapıdaydı. Unutmuş olduğu telefonunu almak için geri dönmüştü. Odalarda telefonunu ararken Sevda Hanım, kapıyı usulca kapatmış, sırtını kapıya yaslamıştı. Uzun uğraşlar sonunda elinde telefonla kapıya yöneldiğinde ise ilk kez göz göze geldiler.

“Bugün hesaplaşma günü anne. Yıllardır bana yaptıklarının, içimde biriktirdiklerimin hesabının kesilme günü. Ben gidiyorum anne. Beni daha fazla yıpratmana izin veremem çünkü benim bir kızım var. Hamile kaldığımda, Allah’a dualar ettiğim, bir kız çocuk nasip etsin diye yakardığım bir kızım var. Seni görmek, yaralarımı taze tutuyor ve her yaramın yanına yenileri ekleniyor. Kızıma annelik yapabilecek hiçbir yaşam aşkı bırakmıyorsun bende. İkinci çocuğu neden yapmıyorum biliyor musun anne? Hiç sormadın ki nereden bileceksin. Benimkisi de laf. Bir erkek çocuk doğurma ihtimalimden kaçıyorum anne. Hayatım boyunca taşıyacağım bir korku bıraktın bana, miras olarak. Sana benzemekten korkuyorum anne. Kızımın hakkına girmekten korkuyorum ya da gelecek erkek çocuğun. Çünkü sende gördüklerimin tam tersini yapmak için çırpınan bir yüreğim var artık. Sen, sevgini göstermekten utanırken, ben sevgisiz bir tek gün bile geçirmemeye yeminliyim kızımla. Şimdi gidiyorum. Kendim için gitmeliyim. Kızıma sağlıklı bir annelik yapabilmek için geçmişle boğuşmaktan, yaralarımı kaşımaktan, kapanmamaya yeminli hesaplarımızdan kaçmak zorundayım. Hoşçakal anne.”

 

Feride Hanım, hayatı boyunca kızının gözlerine bakamamıştı ve sözler tükendiğinde de yine gözlerini kaçırmakla meşgul,  dudakları yine mühürlüydü.

Sevda Hanım, bütün söylenilmesi gerekenleri söylememişti daha ancak fazlasına da gücü kalmamıştı, ağlıyordu. Kapının kolunu yavaşça aşağı yöne bastırdı, tık diye bir ses, ritim tuttu gözyaşlarına. Merdivenlerden inerken “Durdur beni anne.” diye haykırıyordu iç sesi.  Kapının önünde sıcak havanın ve belki de ateş gibi yakan cümlelerin terler döktürdüğü bedeni, soğumuş, buz kesmişti Feride Hanım’ın. Dudaklarından bir kelime duyuluyordu belli belirsiz, merdiven boşluğunda yankılanan ve gitgide duyulmaz olan topuk sesine karışan. “Gitme.”

Gözlerinden akan yaşları sildi Sevda Hanım. İliklerine kadar üşümüştü. Oturduğu sandalyeden  doğruldu. Balkon kapısının koluna uzandı eli. Onur Bey, kapının diğer tarafında kaç zamandır orda olduğundan habersiz beklemekteydi. Gözleriyle sevdiler birbirlerini. Kararlıydı. Annesinden öğrenemediği, hissedemediği sevgiyi eşinden öğrendiği, gözlemlediği ve içinden geldiği gibi, sınırlamadan, özgürce verecekti kızına. Bir çocuğa verilebilecek en önemli şey sevgiydi. Bunu, çok acı deneyim etmişti zira.

Hilal ÜÇER

http://www.edebiyatkokaneller.com/mozartin-40-senfonisini-bolen-ses/

 

Kategori: 

Bunları Okudunuz mu?

03/31/2024 - 21:39
03/21/2024 - 04:53
01/14/2024 - 19:15
12/06/2023 - 15:04

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Hapishane Dergisinin 51. Sayı...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 2024 tarihli 51. sayısı...
TEK KİŞİLİK HÜCREDE YAZILAN BİR ÖYKÜ: DE...
               Mahallenin kimi çocukları ondan hem korkar hem de onunla uğraşmaktan vazgeçmezdi kargalar...
Duvarları delen çizgiler
Balıkesir Burhaniye yakınlarında yaşayan arkadaşlara davet. 10 Aralık'ta Insan hakları haftasında, Burhaniye Yerel Demokrasi ve Insan Hakları Gündemi...

Konuk Yazarlar

Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...
Girit Leblebisi
  Ben vakitlice davranmış, gün batımını da izlemek için kahvelerin gürültüsünden uzakça bir bankı gözüme kestirip oturmuştum. Bir süre sonra,...