“Ben de Biliyorum Suçsuz Olduğumu ama İspatlayamıyorum”
Sokak lambaları bir yanıyor, bir sönüyor. Yağmur! Bir yağıyor, bir duruyor. Karanlık bir aydınlanıyor, bir kararıyor. Sokak bir uzuyor, bir kısalıyor. Ayaklarım bir yürüyor, bir duruyor. Ezginur’un silueti bir görünüyor, bir kayboluyor. Gecenin girdabına kapılıp gidiyorum.
Yağmur yeniden yağmaya başladı. Sokak lambaları yanıp sönüyor. Ezginur’un silueti görünüyor. Ezginur yürüdükçe ben de yürüyorum. Ne de uzun bir sokak burası; git! git! bitmiyor. Yağmur yetmiyormuş gibi bir de rüzgar çıktı. Rüzgar Ezginur’un saçlarını savurdukça ben de savruluyorum. Sanki saçlarından tutunmuşun da yukarı aşağıya savruluyorum. Tanrım! Nasıl bir girdabın içindeyim böyle.
Ansızın Ezginur koşmaya başladı! O koşuyor, ben koşuyorum. Uçsuz bucaksız bir bilinmeze doğru koşuyoruz. Yağmur da hızlandı. Yağmurun hızlanmasıyla Ezginur durdu, ben durdum. Ayaklarımız durunca, etrafta sadece yağmurun yere çapmasıyla çıkan ritmik bir ses oluştu. Ezginur saçlarını savurunca ben de savrulup tam önüne düştüm.
Bir an göz göze geldik. Hiç konuşmadık! Sadece göz göze bakakaldık! O baktı! Ben baktım! Bir iki adımdan sonra birbirimize o kadar yaklaştık ki; nefeslerimiz birbirine karışmaya başladı. Dudaklarımız o kadar yakındı ki birbirine, sadece oradan yağmur suları sızıyordu. Tenlerimiz sırılsıklam olmuştu. Arada bir ellerimiz birbirine çarpıyordu. Göz gözeydik. Sokak lambaları bir yanıyor bir sönüyordu. Kulağımızda iki ses: yağmurun sesi ve kalp atışlarımız.
Islak saçları yüzünü kapatmaya başladı. Gözlerini kapatmasın diye ellerimle saçlarını aralamak istediğimde bir anda koşmaya başladı. O koştu! Ben koştum! Yağmur yavaş! yavaş! diniyordu. Gece de yerini sabaha devrediyordu. Biz halen koşuyorduk. Bizle birlikte kuşlar da uçuşuyordu. Sokak da yerini çiçek bahçelerine bırakıyordu. Çiçeklerin kokusu beni benden almıştı. Kuşların sesi orkestra gibiydi. Ezginur koluma girdi. Kuşların sesi eşliğinde dans etmeye başladık. Bir gülüş güldü ki; işte! Ben o gülüşte kaybettim kendimi.
O güldü! Ben güldüm! O kadar dans ettik ki; yorgunluktan ikimiz de yere düştük. Sırt üstü, yan yana; etrafımız çiçeklerle kaplı, üstümüzde kuşlar uçuşuyor. Gökyüzü masmavi, ellerimiz sımsıkı, saçları yüzümü okşuyor. Ağzımızla konuşmuyoruz, ama yüreklerimiz konuşuyor. Tanrım! Sanki ölmüşüm de cennetteyim.
Saatler geçtikçe geçiyor, ama ben bu an hiç bitmesin istiyorum. Yanımdan hiç gitmesin, elimi hiç bırakmasın, saçları yüzümden hiç eksik olmasın istiyorum. Zaman kavramını ortadan kaldırmak istiyorum. Saatleri, dakikaları, saniyeleri ve saliseleri durdurmak istiyorum.
Gökyüzünün mavisi hiç kaybolmasın istiyorum. Kuşlar üstümüzden hiç eksik olmasın istiyorum. İstiyorum “çiçekler” hiç solmasın. Hayat! En çok istediğin şeyleri elinden almıyor mu zaten?
Önce kuşlar gittiler, ardından çiçekler soldu. Gökyüzü mavisini yitirdik. Etraf karanlığa büründü. İlk önce, yüzümdeki saçlar düştü. Avuçlarımdaki eller kayboldu, o kayboldu! Ben kayboldum. Etrafımızı sardı beton duvarlar, aramıza girdi demir parmaklıklar. Parmaklıkların ardında, belirdi bir çift göz.
Yaklaştım! İyice gözlerine… Dışına değildi, ama içine ağlıyordu. Dudaklarını kulaklarıma yaklaştırdı ve şöyle dedi: Ben de biliyorum suçsuz olduğumu ama ispatlayamıyorum!..
Melih GÜRLER
S Tipi Hapishane A-10
IĞDIR