TEK KİŞİLİK HÜCREDE YAZILAN BİR ÖYKÜ: DELİ KEMAL

Görülmüştür kullanıcısının resmi
Annesi hep iki düğüm atardı, Kemal’in belindeki çözülmez gibi duran ipe. Kim bilir belki akşamdan akşama yapıyordur çişini. İpin uzun parçası bacakları arasına sarkan şalvarıyla sallanır dururdu, Kemal yürümeye çalıştıkça. Bir tek onda şalvar vardı, hep de siyah ve tozlu bir şalvardı. Biz diğer çocuklarda ise ya pantolon ya da etek olurdu. Bu farklılığımızı çizmişti sanki. Sadece bu değildi farkı tabi; elleri büyük, kolları uzundu hepimizden.

 
             Mahallenin kimi çocukları ondan hem korkar hem de onunla uğraşmaktan vazgeçmezdi kargalar misali. Okula da gittiğini hiç görmedim. Bir gün Kemal’in annesine “Kemal neden bizimle okula gelmiyor” diye sorduğumuzda annesi “onun aklı yetmez ki” demişti. Okul yok, ders de yok, oh! Ne güzel! Ödev de yoktu. Onun için de öyle miydi, ne düşünür ne isterdi acaba? Ağzını kapalı tutamadığından dışarıdan bakan biri nefes borusu kadar ağzının içini görürdü. Sanki demin su içmiş gibi ağzı hep ıslaktı. Caddeyi genişçe gören sokağın bir köşesinde tekerlekli sandalyesinde oturur, gün boyu gelip geçenlere bakardı. Caddeden tek tük geçen arabaları gördüğünde daha fazla heyecanlanır, bir şeyler sayar gibi el kol hareketi yapar, etrafa bakıp bir şeyler anlatır gibi söylenirdi. Saymasını biliyor muydu, ne anlatırdı bilemezdim. Babası öleli epey olmuş, adam yaşlı ve hastaymış zaten. Annesi ise bir yandan ev için didinirken bir yandan Kemal’in peşinden koştururdu. Çiçekli fistanın üzerine çektiği siyah şalvarıyla Kemal ile kader birliği etmiş gibi bir şeylerin yasını tutuyorlardı sanki. Kemal’in kardeşleri vardı ama onlar da kendisini pek sevmezdi, hatta “Babamız onun yüzünden öldü” diye Kemal’i suçlarlardı. Kemal de çenesini tutamazdı, ama çok konuşmaktan birilerine söylenmekten değil, sarkık çenesi nedeniyle. Annesi bebeklerinki gibi bir önlük bağlardı boynuna bazen, elbiseleri çok kirlenmesin diye. Beşiğiymiş gibi eski kırık tekerlekli sandalyesinde sallanıp duran, hiç büyümeyen, ama kocaman bir bebekti o. Allah var, ağzı var, dili yoktu kimseye de bir zararını görmedim. Ama mahallenin çocukları ona dalaşmadan etmezlerdi. Mahallede birinin burnu mu kanamış, kedi-köpeğin kuyruğuna teneke mi bağlanmış, birilerinin camı mı kırılmış, arabanın lastiği mi patlamış, bunların baş sorumlusu Kemaldi! Bir gün yaşlı komşumuzun bahçesine dadanmıştık çocuklarla. Bahçede bir anda köpeği görünce hepimiz korkuyla kaçtık. Çocuklardan biri duvardan atlarken hem pantolonu yırtıldı hem de bacağı kanadı. Çocuk eve gidip annesine “Deli Kemal beni itti” demiş. O gün sokakta kıyamet kopmuştu. Kemal ise olup bitenden habersiz yine gelip geçenlere bakıyor, kendi köşesinde arabaların yolunu gözlüyordu. Çocuk aklımızla “Deli Kemal” derdik ona, oysa ne bir deliliğini görmüştük ne de birine zarar verdiğini, ama o gün birçoğumuz ne olup bittiğini görmüştük. Bütün çocuklar gizlice anlaşmış gibi susmuştu, ben de öyle!
                Sokakta maç yapacağımız gün kaleleri kurmayı severdim. Erkenden top oynayacağımız yere gidip iki büyük taşın arasını ayak sayımlarıyla kaleleri kurarken Kemal’i gördüm. Duvarlara tutuna tutuna bacakları birbirine dolana dolana yavaşça geliyordu. Kara lastikleri, şalvarı gibi yine toz içindeydi, buraya gelinceye kadar kim bilir kaç defa düşmüştü veya bir yerlere oturup çevreyi izlemiştir, ama onun özel yeri cadde köşesiydi. Tekerlekli sandalyesinde oturup caddeyi, arabaları izlemek ayrı bir şey olmalıydı onun için. Ama şimdi tekerlekli sandalyesi orada değildi. Annesi, günler öncesi çıkan hengamede kavgadan sonra Kemal’in evden çıkmasını engellemek için tekerlekli sandalyeyi kömürlüğe kilitlemişti. Kardeşleri öyle söylemişti, ama Kemal yine böyle ağır aksak köşesine gelip oturuyordu. Mahallenin kadınlarının toplaşıp kapılarına gidip bağırıp çağırmalarından dolayı; Kemal’in bana da kızgın, küskün olduğunu düşünürdüm. Kemal beni gördüğünde, peşimden koşup beni dövecek diyordum. Halbuki ne bizim gibi düşünüyordu ne de kimseyi kovalamıştı. Bana bakıp yine ağır ağır köşesine gidip oturdu. Sokaktan geçen Mustafa amcanın sesini duyduğumda eve koşup iki patlamış plastik toplarımızı alıp iki şekerli horoz karşılığında eskici Mustafa amcaya verdim. Şekerlerden birini götürüp Kemal’e uzattığımda gözleri parladı, sarkık olan çenesi biraz daha açıldı. Bu onun gülüşüydü. İlk defa böyle yakından yüzüne, ağzına bakıyordum. Koca ağzında diş yok gibiydi. Kel başı, dişsiz hali dedemi hatırlatmıştı bana. Aradan geçen aylarda sokak yine eski haline döndü. Komşular arası dargınlıklar da unutuldu. Kemal de tekerlekli sandalyesine ve köşesine kavuşmuştu. Birkaç ay böyle geçti, gitti.
                Bir gün okuldan döndüğümde Kemal’i köşesinde göremedim. Annesi belki çalışmaya gittiği yere beraberinde götürmüştür diye düşündüm. Herkes ya sınavlar için ya da tarla işleri için yoğun çalışıyordu. Aradan bir hafta geçti Kemal yoktu. Tekerlekli sandalyesini de manavın kenarında görünce meraklandım. Yaklaşıp baktım kırık dökük sandalye Kemal'siz daha bir harap görünüyordu. Kevser teyzenin tahtalardan, kasalardan derme çatma oluşturduğu manavın önünde mahalle kadınları bazen toplanırdı hem bir şeyler alır hem de sohbet ederlerdi. Sandalyeye yaklaştığımda yine kendi aralarında birkaç kadın konuşuyordu. Kadınlardan biri “Öyle bacım öyle! Bu arka mahallenin büyük çocukları Kemal’i dövmüşler, zavallının gözünü çıkarmışlar. Annesi de çocuğu hastaneye götürememiş, evde dağlamışlar yara yerini” dediğini duydum. “Nasıl yani, olur mu öyle! Kemal’in mi… gözü… ateşle bildiğin ateşle mi…” gibi birçok soru kafamda dolanıp durdu. Hiçbirini soramadım, ama birkaç adım yaklaşıp “Kemal iyi mi” diye sordum. Nasıl bir yüz ifadesiyle sorduğumu bilmiyorum ama kadınlar bana ters ters bakıp yine konuşmalarına devam ettiler.
                Yaz tatili sonlarında Kemal yine sokakta göründü. Sanki daha uzamış ve incelmiş gibiydi. Koca kafasının bir yanı sarılıydı. Annesi olmayan gözünün üstüne bir bez bağlamıştı. Kemal’in o haline rağmen mahallenin kimi çocukları ona bela olmaktan vazgeçmiyordu. Ona, bu sargısından dolayı “Haydut Kemal”, “Korsan Kemal” demeye başlamışlardı. Bazıları da göz bağını kaldırıp yara yerine bakmışlardı. “Çukur gibi” demişlerdi bakanlar. “İnsanın gözü nasıl çukur olur?” Toprağa açılan bir delik, kuyu gibi mi yani”. Çok merak ediyordum ama yine de cesaret edip bakamamıştım sargının altına. Görmekten mi korkuyordum, görememekten mi bilmiyorum. 
                Kemal yine köşesine dönmüştü o olup bitenlerden sonra. Okul dönüşlerinde o köşede Kemal’i gördüğümde garip bir şekilde rahatlardım. Sanki günün bütün yorgunluğu, stresi dağılırdı. Yaşadığı onca kaza belaya rağmen yine çevresine ilgiyle bakıyor, parmaklarıyla bir şeyler sayar gibi edip kendi kendine söyleniyordu. Giydiği kara şalvar, lastik miydi, oyuncağı olmamış mı; bakkaldan bir şey ona almamışlar mı, ya da çocuklar sürekli dalaşıyor mu, hatta dövüp gözünü mü çıkarmışlar, sanki hiçbiri umurunda değildi. Kızmaz mıydı, küsmez miydi, yaşamı nasıl görürdü bilemezdim. Sadece caddede olup bitenleri görmek ve arabaları izlemek için artık başını daha fazla çeviriyordu sağa sola. Bir de sokakta ani yüksek bir ses duyulduğunda başını ve bir elini hızlı hızlı sallıyordu. Bir akşamüzeri yanına gidip köşede oturdum. Bana bakıp elini uzattı. Demek unutmamıştı beni ve verdiğim horozlu şekeri.
                O yaz sonu beni dayımların yanına şehre gönderdiler. Hem dükkanda dayımlara yardım edecek hem de okulumu orada tamamlayacaktım. Eve epey zaman sonra döndüğümde mahalle farklı görünüyordu artık. Çocukların birçoğu okulu bırakıp bir işte çalışıyordu. Kalanlar da başka şehirlere gitmişti iş ve okul için.
                Evde, anneme: “Kemal vardı, hâlâ mahallede mi” diye sorduğumda annem “tek gözlü Kemal mi?” Aaaa! O, birisini öldürmüş adamın kafasında odun kırmış, onu hapse atmışlar tabi…” diye adeta nefes almadan cümleleri sıraladı. Bir ara yüzüme, soran gözlerime bakıp “Zaten içeride de çok kalmamış daha mahkemeye bile çıkmadan haber göndermişler annesine, çocuğun zatürreden öldü gelip alın cenazesini” demişler. Neredeyse patlarcasına “öyle olur mu ya” dedim. Annem “ne bağırıyorsun evladım annene, bana da öyle dediler, ben ne bileyim nasıl olduğunu. Amaan deli mi ne” diye azarladı beni, bir şey diyemedim. Kendimi sokağa zor attım.
Zeynep AVCI
KADIN KAPALI HAPİSHANE C TEK 7
TARSUS MERSİN
 

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Dergisinin 53. Sayısı Yayınla...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan  Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Ekim-Kasım-Aralık 2024 tarihli 53. sayısı...
Düşünsel özgürlüğün Sınırsız Kütüphanesi...
Görülmüştür Kolektifi, Redfotoğraf grubu ve Karşı Sanat, “içerdekilerle dışardakileri buluşturan” ortak bir sergiye daha imza atıyor. Fotoğrafçılar,...
SINIRSIZ KÜTÜPHANE
SINIRSIZ KÜTÜPHANE Tutsakların içeride yazdığı yüzden fazla kitap, resim ve karikatür ile fotoğrafçıların bu temada çektiği / yaptığı fotoğrafları...

Konuk Yazarlar

ZİNE/ Nazir Atila
Zine birden telaşlandı. İçini derin bir üzüntü kapladı. Yüreği korkuyla karışık bir heyecanla atmaya başladı. “Korkma Zine, okulun reviri var,...
"BİZ BAŞKA TÜRLÜ SEVERDİK BİRBİRİMİ...
Derken, Galata Yokuşu'nun oralarda, yeni kurulmuş bir ajansta iş buldum. Burada getir götür işlerine bakacak ve Tünel'den başlayıp, Levent'e...
Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...