Önemli biri yakalanmış. Başka bir ilin DEV-YOL sorumlusu! Misafir ağır. Molada oluşumuz bu nedenle. "Adın ne?", "Vakkas!"... "Soyadın ne?", "Demir!"... "Biz de seni arıyorduk Vakkas Demir!"... Ve çığlıklar! Çığlıklar! Çığlıklar! İnsan sesinin hiçbir yerde ve hiçbir şekilde duyamayacağınız halleri. Tüyler ürpertici ve geçmek bilmeyen anlar... O çığlıkları duymamak için kulaklarımın sağır olmasını ne çok istediğimi, ama ne çok istediğimi nasıl anlatabilirim ki şimdi! Bize yapılanların, ona yapılanların yanında devede kulak kaldığını söylemek doğru mu olur, bilmiyorum açıkçası. Annemin, "insanoğlunun dayandığına manda derisi dayanmaz," sözü hep aklımdaydı. Bu sözü işkencecilere karşı bir silah gibi kullanmaktan başka çarem kalmamıştı. Bir de iyi ki daha güzel, daha yaşanası bir dünyaya olan özlemim o dönemde bile hiç bırakmadı beni. Sonradan öğrendiğime göre, bize bitmek bilmeyen o mola anları yaşatan Vakkas Demir, 12 Eylülcülerin aradığı Vakkas Demir değil, aklı dengesi yerinde olmadığı için ailesi tarafından aranan Vakkas Demir'miş. Basit bir isim benzerliği! Hafızamdan hiç ama hiç silinmeyen bu olay yüzünden olsa gerek, 12 Eylül'ün anlatılamayacağını, onun asıl görünmesi, bilinmesi gereken yanlarının görüntüye getirilemeyeceğini, görüneninse görmeye yetmeyeceğini düşünmüşümdür hep. 12 Eylül'de binlerce, on binlerce, yüz binlerce insana uygulanan vahşeti anlatmaya çalışan yazılar, filimler, videolar bana hep yavan gelmiştir bu yüzden. Bir şey daha: 12 Eylül'den kaç on yıl sonra Kenan Evren'in bir üniversitemiz tarafından konuk edilmesinin ve öğrencilerle saatler süren ballı börekli şekilde söyleştirilmesinin ardından, bu toplumun 12 Eylül travmasını kolay kolay üzerinden atamayacağını ve onunla hesaplaşamayacağını da düşündürmüştür bana. İşin gerçeği gözaltına alınan, işkencelere tabi tutulan, cezaevlerine tıkılan,hücrelerde en insanlık dışı uygulamalarla tanıştırılan, idam edilen, ortadan kaldırılan insanların dramı, ve/veya insan akılının anlam veremeyeceği haksızlıklarla bütün bir toplumun hayatını ve geleceğini karartan 12 Eylül'ü anlatmak kolay değil. Aslını soracak olursanız toplum olarak İçine düşürüldüğümüz çöküntü, ütopyasızlığımız, düşsüzlüğümüz, mümkün bir dünyaya ve mümkün insan ilişkilerine olan uzaklığımız hala 12 Eylül demektir. O deli gömleğini üzerimizden bir türlü çıkarıp atamamış olmamızdır 12 Eylül. En azından bu psikolojik olarak bu böyledir. Bütün bu olup bitenler bir yana, konuyu başka bir yere getirmek istiyorum: "Bazı şiirler, bazı şairleri bekler" hesabı, benim önyargımı kıran, 12 Eylül'ü bütün çıplaklığıyla gün yüzünü seren Nazım Sılacı'ya... Onun, Penta Yayıncılık'tan bizlere ulaşan ve duyarlıklarımıza seslenen "Asılı Kalan Hayatlar" kitabına... Açıkçası şaşkınım. Kitabı bir solukta okuduğumu ve etkisiyle üç gün evden çıkamadığımı söylememin hiçbir mahsuru yok. Tanışalı bir hafta olmasına rağmen, kendisine "dostum" diye hitap edip şu notu ilettiğimi de herkesle paylaşmak istiyorum: Nazım, seni çok sevdim be! Eğer seni assalardı, inan seninle bir daha asla konuşmazdım. Kitabın sonunda hastalığını öğrendim. Bu mereti yeneceğine inanıyor, isteğin üzerine Hayati'yi canı gönülden selamlıyorum... Kitap salt, 12 Eylül'de idam cezasına çarptırılan, fakat cezaları infaz edilmeyen Nazım Sılacı ve Hayati Özkan'ın çeşitli ceza evlerinde yıllar süren ölümden beter hayatlarını anlatmıyor. Attila İlhan'ın dizelerinin örgütlediği, "boynuna o yeşil fuları / sarma çocuk / gece trenlerine / binme kaybolursun / sokaklarda mızıka / çalma çocuk/ vurulursun" şeklindeki bir muhaliflik de değil yalnızca. 12 Eylül'den bir şekilde "nasiplenmiş" olanların, anlatılanların içinde kendisini bulabilmesi de olamaz. Bir yüzleşme veya bir hesaplaşma mı? Belki de bir çıkış ışığı... Emin değilim! Fakat aklıma takılan bir şey var: Şiddetin o korkunç yüzü başka türlü anlatılabilir miydi? Kitap bittikten sonra, ocaktaki kütüğün devrilmesiyle tutuşan ve alevler içinde can veren kardeşimle ilgili annemin, "Allah öyle bir acıyı düşmanıma dahi yaşatmasın" sözleri sardı bedenimi. İşkence sonrası, kocaman bir baş ve kocaman ayaklar arasında kürdan gibi kalan bedenim geçti gözümün önünden. Ve görüşmecimin beni tanıyamayışına içerlenişim tuttu bir kez daha. Alkışlıyorum ama yetmez. Keşke daha çok ellerim, daha çok parmaklarım, daha çok kalbim olsaydı... Daha fazla alkışlamak için seni Nazım! Her şey devrimin gerçekleşmesi değil. Her şeye inat yaşanır kentler, adil - demokratik ülkeler ve barış içinde bir yeryüzü düşü kurabilmek. Öyle bir dünyaya giden yol, yöntem ve olasılıklar üzerine kafa yormak. Ve özlemek, en geniş özetini "Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür / ve bir orman gibi kardeşçesine" diye tarif ettiğimiz hayatı. Biliyor musun Nazım, bunun için koluna girip seninle birlikte Samuel Beckett'in şu sözlerini haykırmak geliyor içimden, avazımız çıktığı kadar susarak: " Hep denedin / hep yanıldın / yine dene / yine yanıl..." Öyle ya başka bir yolu da yok insan olmanın, insan kalmanın. Ve de mücadele etmenin, toplumu ve bedenlerimizi saran kanser hücreleriyle... Hayrettin Geçkin hayrettingeckin@gmail.com
Asılı kalan hayatlar
Bizlere yapılan işkenceler birdenbire kesildi. Ne falaka, ne elektrik, ne üzerimize dökülen buz gibi sular, ne bağrış çağrış... Ve ne de yakası açılmamış bini birarada küfürler... Hücrelerimizdeyiz. Kan ter içinde; bitkin, yaralı ve uykusuz.
Kategori:
Bunları Okudunuz mu?
Hapishane Edebiyatı
Ümüş Eylül Dergisinin 53. Sayısı Yayınla...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan
Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Ekim-Kasım-Aralık 2024 tarihli 53. sayısı...
Düşünsel özgürlüğün Sınırsız Kütüphanesi...
Görülmüştür Kolektifi, Redfotoğraf grubu ve Karşı Sanat, “içerdekilerle dışardakileri buluşturan” ortak bir sergiye daha imza atıyor. Fotoğrafçılar,...
SINIRSIZ KÜTÜPHANE
SINIRSIZ KÜTÜPHANE
Tutsakların içeride yazdığı yüzden fazla kitap, resim ve karikatür ile fotoğrafçıların bu temada çektiği / yaptığı fotoğrafları...
Konuk Yazarlar
ZİNE/ Nazir Atila
Zine birden telaşlandı. İçini derin bir üzüntü kapladı. Yüreği korkuyla karışık bir heyecanla atmaya başladı.
“Korkma Zine, okulun reviri var,...
"BİZ BAŞKA TÜRLÜ SEVERDİK BİRBİRİMİ...
Derken, Galata Yokuşu'nun oralarda, yeni kurulmuş bir ajansta iş buldum. Burada getir götür işlerine bakacak ve Tünel'den başlayıp, Levent'e...
Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...