
Fırsat buldukça birlikte kahvaltı ediyoruz. Kahvaltı sözcüğü aklınıza çok çeşit getirmesin. Köyden getirdiğimiz çökelek (ekşimik), biraz yağ, alabilmişsek zeytin... Bilenler bilir, gül reçeli vardı eskiden; tenekeyle satılırdı. Beş kiloluk gül reçeli alıyoruz paramız olduğu zaman. Somun ekmeğe katık niyetine... Bizim köylü bir abi var, köyden gelince çarşıya değil Batı Varto'ya geliyor. Soluğu bizde alıyor, ona çay koyuyoruz, yemek sinimize gül reçeli ve somun ekmek koyuyoruz. Abi bir yumuluyor, reçeli yarıladı, yarılayacak... Namet ve halamın oğlu Hasan'ın gözleri yuvalarında daha çok dönüyor. Sonunda abi, bir somun ekmeği götürüyor kaşla göz arasında. Hatır isteyip çarşıya gidiyor. Namet’le Hasan, arkasında veryansın ediyorlar: “Ya arkadaş köyden geliyor, hâl hatır soruyor, eyvallah. Bari elinde bir şey getir. Bunlar öğrencidir de. Ama nerede!.. Bundan böyle o gelince reçeli saklayalım valla.” Gerçekten başka bir gelişinde reçeli saklamıştık. Yokluk işte, neylersin. Biz kaderi yoksunluğa kesilenler ya da yolu yoksullukla kesişenler yaşayarak öğreniyorduk hayatı.
Günlerimiz birbirinin benzeriydi. Yoksulluk başat olsa da tat alıyorduk hayattan, düşe kalka yol alıyorduk hep. Kahvaltıda Namet somunu paylaştırırdı. Kesmezdi, elle koparıp dağıtırdı. Sol elini somunun üzerine kor, sağ eliyle koparırdı. Biz onu konuşturur, yemeyi sürdürürdük. Yediğimiz zeytinleri de Namet'in çay bardağına korduk. Farkında olmazdı, ta çayı bitince görürdü zeytinleri. Başlardı gülmeye. Ekmeğimiz bitince de sol eline vurur, o elini kaldırınca biz de ekmeği kapardık. Kimi zaman da çarşıya çıkardık. Çarşı ne büyük bir yerdi bizim için o zamanlar! Git git bitmiyordu. Çekirdek çitlemek vazgeçilmezimizdi. Gazete kâğıdından yapılma külahlara çekirdek doldururdu bakkal. Avare avare dolanır, çekirdek çitlerdik. Yorulunca da eve doğru yol alırdık. Hafta sonunu dört gözle beklerdik. Köye gidilecek, kirli elbiseler götürülecek; biz de yıkanacaktık. Daha da önemlisi kardeşlerimizi görecektik. Kirli elbise dedim, bir ara ketenden beyaz bir pantolonum var, çok kirlenmiş olacak ki yaşlı bir amca bana: “Badanacı mısın?” diye sormuştu.
Cuma günü okuldan çıkmış, köye gidecektik. Bizim köyün yönüne giden bir abi var, Çaylar nahiyesiyle Varto arasında gidip gelen bir minibüsün şoförü. Minibüsün üzerinde UÇAN TURİZM yazısı sırıtıyor. Gerçekten uçuyor muydu? Lakabı mıydı, bilemiyorum. Ben, Namet ve kız kardeşim, minibüsün yanındaydık. Orta boylu, koç burunlu, esmer, kilolu bir abi Uçan Turizm’in sahibi. “Abi yer var mı?” diye sorduk. “Olmaz olur mu yeğenim. Geç geç!” dedi. Bizi içeri doğru itti sanki. Neyse kız kardeşime oturacak yer bulduk. Biz de yanında, ayakta bekliyoruz. “Yer var mı?” diyen herkese “Var!” diyor Uçan Turizm’in şoförü. Minibüs tıka basa doldu. Şişmanca bir amca da geldi, önümüzde durdu, eliyle ön koltuğu tuttu, öne doğru eğildi, kıçı bizden yana. Ne kadar gittik, bilmiyorum. Adam dönüp Namet'e tükürdü. Namet büyük bir şaşkınlık içerisinde: “Ne oldu bey amca?” dedi. “Seni gidi terbiyesiz seni!” dedi amca. Namet’in yüzü, domates kırmızısına kesti, sadece: “Ne terbiyesizliğimi gördün?” diyebildi. Sonradan öğrendim ki minibüs sallandığında adam öne arkaya kaykılınca kıçı, kız kardeşimin yüzüne doğru gelmiş. Kız kardeşim de uzaklaşsın diye adamın kıçına çimdik atmış. Anlaşılan adamın canı yanmış, ondan böyle köpürmesi.
Uçan Turizm’in sahibinin bir özelliği vardı: Gelirim dediği zaman mutlaka gelir, yolcusunu alırdı. Minibüs, şose yolda sallanarak ilerlerdi. İnsanlar büyük bir endişe içindeydiler ama seslerini çıkarmadan yolculuk ederlerdi. Niye sessiz kalıyorlardı? Bilmem, belki de başka seçenekleri yoktu. Herkes bu durumu kanıksamıştı anlaşılan. Mevsim yaz olunca toz, kışın kar girerdi minibüsün içine. Minibüsün kapılarını kendirle bağlardı çoğunlukla. Ön tarafına da çok insan bindirirdi. “Yanaş, yanaş, debriyaja basacak kadar mesafe bırakın, yeter!” derdi. Kısaca “Allaha emanet” yolculuktu Uçan Turizm’le köye gitmek o günlerde. Bir de anlayamadığım bir sözü vardı: “Allah, kimsenin evini yolun alt tarafında komasın!” Neden öyle derdi, valla bilemiyorum.
Her yaşanmışlık aslında bir hikâyedir ve hikâyesi olanın mutlaka anlatacakları vardır.
Okumak vazgeçilmeziniz olsun.
AKMAN GEDİK