"La bise" rüzgârı gibiyim.
Oysa acıyı kim bizim kadar tanıyor ki, acı gölgemiz ve nefesimiz olsa da, acıyı tanımak ve bilmek yetmiyormuş, yaşamak yaşamak gerekiyormuş. Sırlarla yüklü doğa! Big-bang! Kauntum, Aristo mekaniği, Newton'un beşiği, Darwin, Tanrılar ve Tanrıçalar... Mitik ve yitik sesler… Fosiller kitabeler, firavunlar, lahitler… Davut, Musa, İsa, Muhammed ve Mezopotamya... Kentler, ilçeler ve köyler...
Ah o unutulmuş, uzak, suskun ve Kawa'nın mendiliyle terini silen köyler... Köyleri ve doğayı hep sevdi annem; çünkü Türkçe bilmeyen bir köylü kızı olarak köyün ilk üniversiteli genciyle evlenip Ankara'ya gidişini, ömrünün sürgünlerde geçişinin ayrıcalığını bir apolet gibi hep taşıdı.
Paulo Freire: "Sürgün: Kişinin seçmediği ve oraya öfke, korkular, ıstırap, erken hasret, aşk, kırılmış umut ve ayrıca geriye dönüşe işaret eden utangaç bir umutla vardığı bir zaman- mekan boyutludur. Aynı zamanda kendini yeniden yapmanın, kırılan düşlerini yeniden yapmanın dilek ve ihtiyacı vardır" der.
"Radyodaki Ankara" öyküsü, onun anlattıklarından doğdu. Pencerenin önünde kendi kendine Türkçe mırıldanırken, Yozgatlı Döndü'nün damda çifte telli oynayarak "Aysel Kürt Aysel Kürt!" deyişine, "Ez xwe nakim hevalê wê dinê!" (Ben bu deliye uymayacağım) diyen, sonra "Perili Kent"teki kaç göçlü ev gezmelerinde, erişte ve yufka kesme gecelerinde "Essahtan Kürt müsünüz?" sözlerine, o kırık Türkçesiyle bir pantere dönüşen... "Herkesin dili kendine göre kıymetlidir; birbirimizin kıymetini bilelim diye, Allah çok diller yaratmış!"
Karadeniz'deki yıllar... Evi basan polislere karşı direnci... Kimin keki daha iyi kabarıyor, görümce, kayınvalide ve çocuk pişiklerinde uzayıp giden ev gezmelerinden hüzünle döndüğünde, “Hela hinek radyoya Yêriwanê vekin bêhna min pirr teng biye!" (Biraz Erivan radyosunu açın, içim çok daraldı) deyişi...
Yaz tatillerinde köye gitmek bir şölendi bizim için. O yıllarda, kadınlara biçilen rollerin suskunluk olduğu coğrafyada şekillense de hayatı, eril sesleri takmayan bir özgüvene sahipti annem. Kendi öneminin optik büyüsünde, daha az güçlü ya da güçsüz kadınları anlayamamanın ciddi şımarıklığı, babamın ona verdiği değer ve hayranlığıydı. Özel terzisinde diktirdiği kıyafetlerle, biçimli küçük ayaklarına giydiği renkli şık takunyalarla gezinirken, köydekilerin Yeşilçam artistlerine bakar gibi, gösterdikleri bu özel ilgiden oldukça hoşlanırdı. Gelişmeye açık, sorumluğunun bilincinde ve sezgileri kuvvetliydi, ama bir kadın ne denli güçlü olursa olsun, onu darmadağın edecek çirkin erkek zihniyetini birebir yaşamadığı için, babamın ona olan yaklaşımındaki gerçeği bilse de, kabullenmek istemezdi. Her seferinde, "Hoca kızı dediler, ayıp dediler, bizi okutmadılar!" diye hayıflanırken, "İki satır okumak insanı adam etmiyor!" diye avunmaya çalışırdı.
Bir akşam yürüyüşünde, "Neden şanslı olduğunu kabullenmiyorsun, sabah kahvaltı hazırla diye emreden bir eşin yok! Yardımcın olduğu halde, evin ütüsünü yapan bir eşin var" dediğimde, yüzüne hafif narsistik bir gülümseme yayılmıştı. Bizi görmeyen, duymayan Tanrı'ya beş vakit el açarken, şeyhlere, hacılara ve hocalara giden kız kardeşlerine öfkelenirdi, "O sahtekâr yiyiciler mi bana Allah'ımı öğretecekler!" derdi. Gittiği yerde duruşu ve hareketleriyle tüm dikkatleri üstüne çekerdi, öyle ki kız kardeşlerine, "Babam en çok beni severdi, beni bağ ve bahçe işlerine göndermezdi" diye farklılığını hissettirirdi.
Annemin günlerinde, benim için "Kız kardeşiniz ya da görümceniz mi?" dediklerinde rahatsızlık duyar, "İnsan erken evlenince, işte!" derdi. Ne yaparsam yapayım hiçbir şeyi beğendiremezdim. Ergenliğe girişimden niçin rahatsızlık duyduğunu, babam ile olan diyaloğumuzu kabullenmeyişini ve bunun nedenlerini henüz o yaşlarda Simone De Beauvoir'ın kitaplarını okuduktan sonra çözmüştüm. Aşırı titizliğine ve ev düzenine karşı çıkar, kitap okumaya gömüldüğümde, "Profesör de olsanız ev işi yapacaksınız!" diye sitem ediş nedenini de.
Çoğu kez ev işlerinden kaçmak için, kavga çıkarır, yiyecek ve içeceğimi alır, odaya kapanırdım; odadan çıkmayışım onu tedirgin ettiğinde, odanın üst camından başını uzatıp baktığında ikimiz de gülmeye başlardık. "Ne bileyim nasıl olacak, aklın fikrin artistlerde, kitaplarda!" Eşleriyle anlaşamayan düzensiz ailelere gitmeme izin vermediği gibi, yetmişli yıllarda lisedeyken eve gelen Eğitim Enstitülü devrimci ablalarla gece yarılarına kadar gezişimden de rahatsız olmuş, balkonda bekler bulmuştum onu, o kendine güvenli mesafeli sesiyle, "Kızım olur mu böyle! Bu gece yarılarına kadar, ne hakkınız var!" diye çıkışmıştı.
Aşırı düzeninden, mesafesinden, yönlendirme ve egemenlik duygusundan rahatsızlık duysak da, ona karşı çıkamıyorduk; bazen ufacık direnişlerle yaptığının doğru olmadığını dile getirdiğimizde, "Ne olursanız olun, ben sizin annenizim!" diye ünler, anneliğini ve ev içi emeğini anımsatırken, babam gülümser, "Anneni de feminist yaptın!" dediğinde, bunu da kabullenmez, "Kimse kimseyi bir şey yapamaz!" derdi. Dürüstlüğü, o ölçülü ve sahiplenici fedakârlığı karşısında kendimizi yenik hissederdik.
Çok şeyleri biriktirirdi, susardı çoğu kez. Yalnızlığının da ustasıydı. Düzenli, mutlu bir ev onun için her şeydi. Ayrılığımı, aklımın ve fikrimin kitaplarda olmasını hiç kabullenemedi. Mahkemeden eve döndüğümde, başını ellerinin arasına almış, "Te dilê xwe rehet kirr, de icar runê ciyê xwe de!" (İçin rahatladı mı, şimdi git otur oturduğun yerde!) demişti.
2012’de ısrarlarıma dayanamamış babam ile Cenevre'ye gelip üç hafta kalmışlardı. Paris'i sevmiş, ama Cenevre'yi sevmemişti, sevmeyişinin altında başka şeyler yattığını çok iyi biliyordum. Ya tramvaya bindiğimizde siyahi bir çocuğu içtenlikle sevip "Bonjour bonjour!" deyişi...
İnsan tanıma sanatı ise bambaşkaydı, nadiren yanılırdı. Düşündüklerinin çıkması ürkütürdü. Son yıllarda, ölümden sıkça söz eder olmuştu, birilerine muhtaç kalma durumu ve o gururu... Hep "Temiz ölüm!" der dururdu.
Geçen yılın dört Mart’ında, ev sahibinin köpeği acı acı ürüyordu, iki yıldan beri, hiç böyle ürüdüğüne tanık olmamıştım, ev sahibinin doksanlık annesi mi ölecek acaba diye düşünmüştüm. İçimde bir huzursuzluk vardı, ne okumak ne de yazmak istiyordum. Beni arayan doktor arkadaşım, "Seni ilk kez bu denli mutsuz ve kırık sesli görüyorum" dediğinde, "Ben de bilemiyorum, garip bir sıkıntı var içimde" demiştim.
O gece gördüğüm rüyayla, sabaha karşı sıkıntıyla uyandım, rüyamı sıkça telefonlaştığımız arkadaşa anlattım. Rüyamda, iki sarı greyderin ıslak, kırmızı toprağı kazdığını, aniden deprem olduğunu, şaşkınlıkla çevreme bakıp, tepeye sıçradığımı görmüştüm. Boğulur gibi olma halim yine geçmedi, uykuya sığındım; iki saat sonra ter içinde uyandığım tam o saatler annemin kaza geçirdiği anlarmış.
O gün her zamanki gibi yürüyüşe çıkmış. Yağmurlu günde gecikince, "Aradığınız kişiye şu anda ulaşılmıyor" sesi babamı ürkütmüş. Evinin hemen yanı başında, bir an önce eve ulaşma isteği... Duyulan ambulans sesi... Pencerenin önünde kaygıyla bekleyen babam, "Bu kez, bu kez de eve gelseydi!" derken, "Xweyê mirî her tim kor e!" (Ölü sahipleri hep kördür).
Annemin Mart ayında vefat edişi, pazar günü gömülüşü, sonra Diyarbakır “Yeniköy" mezarlığına gittiğimde, iki sarı greyderin ıslak kırmızı toprağı kazması ne garip! "Suss suss!" diyor içimdeki ses, Taybet Ana'nın kar altında kalan, buz tutan bedeni gözlerimin önüne geldikçe utanıyorum da... Gün geçtikçe acı azalır deniyordu, acı köklü bir tohum gibi sürgün verirken, özel ve nesnel acı bir sarmal gibi... Güzel günler yakın olur mu ki!
http://t24.com.tr/k24/yazi/aci-koklu-bir-tohum-gibi-yuregimde,1092
SUZAN SAMANCI
17 Şubat 2017, Cenevre