Yazar Adil Okay cezaevi yollarında büyüyen çocukları anlattı: ‘Bir yanları hep eksik büyüyorlar…’
Yazar Adil Okay’ın “Ben Çıkana Kadar Büyüme e mi…” adlı kitabı, “Görüş Günlerinde Büyüyen Çocuklar”ın hikâyelerini anlatıyor. Her ne kadar on bir yıl önce yayımlanmış olsa da her dem güncelliğini koruyor.
Kitaba adını veren, Turan Demir’in hikâyesi. Okay, geçen yıl cezaevinde 30. yılını doldurup tahliye olan Turan Demir ile 11 yıl önce söyleşi yapmış. Yani Demir 19 yıldır cezaevinde iken. Demir söyleşide şunları söylemiş: “Kızım şu anda 21 yaşında, üniversite öğrencisi ama ben onu toplam 21 defa görmüşüm ya da görmemişim, toplam 21 defa dokunamamış, sarılamamış, kucağıma alamamışım… Kızım büyüdü, Dicle Üniversitesine başladı bu sene. Oysa ben onun çocuk kalmasını isterdim: Ben çıkacaktım birlikte büyüyecektik ama olmadı…”
Sonra kızı Eylem büyümüş ve o da hapse düşmüş. Babasına, “Dışarıda olsaydım bu pazartesi seni görmeye gelecektim…” diye mektup yazmış. Okay burada duygulanıp bir not düşüyor. “Turan’ın kızı kitap yayınlandıktan sonra imza günüme geldi. Baba Turan Demir de tahliye olunca ziyaretime gelip teşekkür etti. Böyle de vefalı insanlar.”
Hayatının bir bölümünü cezaevlerinde bir bölümünü de sürgünde geçiren Adil Okay, hem içerideyken hem de dışarıdayken üretkenliğini sürdüren bir yazar; yaşamını hak ihlalleriyle mücadeleye ayıran bir aydın. En son, farklı cezaevlerinde tutulan otuz sekiz tutuklu yazarla söyleşilerden oluşan Dr. Ayhan Kavak ile birlikte hazırladığı “Firari Yazılar” adlı kitabıyla gündeme gelen Okay, yine de “Dışarının içeriden farkı yok,” diyenlere kulak asmıyor. Bir söyleşisinde bu durum hakkındaki görüşünü, “Bu doğru değil. Evet karanlık bir dönemdeyiz ancak bizler gökyüzüne bakıyoruz, denizi görüyoruz, istediğimiz yere gidebiliyoruz. Ancak hapishanelerde bu imkanlar yok; gökyüzü sınırlı, uzağa bakma şansı yok. Böyle koşullarda insanlar üretmeye çalışıyorlar,” cümleleriyle ifade ediyor.
1980 öncesi politik nedenlerle Adana ve Ankara cezaevlerinde tutulan, 1981 yılında yurt dışına çıkan; bir süre Lübnan’da Filistin kamplarında kalan Okay 1983’te Fransa’ya yerleşti. Sürgün yıllarında iki arkadaşıyla beraber Fransa Postası adlı aylık dergiyi yayımladı. Mülteci derneklerinde uzun yıllar aktif görev aldı. Yirmi yıl sürgünden sonra Türkiye’ye dönebildi. Çalışmalarıyla 15. Ömer Seyfettin Öykü Yarışması ve 6. Hasan Bayrı Şiir Yarışmasında ödüle lâyık görüldü. 2012 yılında da Mersin 68’liler Derneğinin Onur Ödülü’nü aldı. İstanbul’dan Mersin’e, Antakya’dan Köln’e, “Konuşan Fotoğraflar” ile “Şair Kapıları” adını verdiği sergilerde fotoğraf çalışmalarını sergiledi. Bu yıl da Özcan Yaman ile birlikte “Sözlerin İzleri” adlı kitabı hazırlayan Okay’ın bu güne kadar yayınlanmış 21 kitabı var.
Bu görüşmemizi de yine bir insan hakları aktivitesi için geldiği Köln’de yaptık. Biraz “gecikmeli” de olsa, her zaman can yakan ve yürek burkan cezaevi kapısında büyüyen çocuklar gerçeğini bir de ondan dinlemek istedik.
Buyurun, söz Adil Okay’ın…
‘POLİTİK MAHPUSLARIN AİLELERİ DE CEZALANDIRILIYOR’
Cezaevi kapısında büyüyen çocukların hikâyelerini gündeme getirdiğiniz kitabınız on bir yıl önce yayımlandı. Fakat bu “gerçek”, her geçen gün dramatik bir şekilde büyüyor. Neden yeterli bir duyarlılık oluşmuyor?
Bu durum fazla bir etki yaratmıyor kamuoyunda. Hapishane kapılarında büyüyen çocukları anlatan “Ben Çıkana Kadar Büyüme e mi…” adlı bir kitap yayınladık. Bu kitapta on yıldır, yirmi yıldır, yirmi beş yıldır annelerini babalarını göremeyen çocukların hapishane kapılarında nasıl büyüdüklerini anlattık. Nasıl bir dönemi, ne travmalarla yaşadık anlatmaya çalıştık. Bu kitap yaklaşık on sene önce bayağı bir etki yarattı Türkiye kamuoyunda. Hazırladığımız hapishane temalı ilk kitabımız buydu. İnsanların neden kendi ailelerinden uzaklara, kendi memleketinden uzaklara sürüldüğünü sorgulamaya başladı insanlar. Yani düşünün bir kadın çocuğunu alarak eşini, çocuğunu ya da babasını görmeye ziyarete gidiyor. Bin – ikibin kilometre yol gidiyor, geliyor iki yaşındaki, üç yaşındaki çocuklar yollarda perişan, dolayısıyla zamanla gitmek istemez oluyor.
Değişmeyen gerçeklerden biri de bu sanırım, infazların ailelerinden uzak yerlerde gerçekleşmesi…
Evet, öyle bir sıkıntı var. Bu insanların ailelerinin yakındaki bir hapishaneye sevk talepleri reddediliyor. Bu, yasaya aykırı. Şöyle aykırı, bir insan aynı suçtan bir ceza almışsa ikinci bir ceza alamaz. Zaten hapsedilmesi bir ceza, tecrit içinde tecrit edilmesi ayrı bir ceza. Böylelikle şunu anladık ki, politik mahpuslar tek başlarına cezalandırılmıyor, aileleri de cezalandırılıyor. Birçok ailenin bin kilometre yolu, iki bin beş yüz kilometre yolu uçakla gitme imkânı yok. Otobüsle yollarda perişan oluyorlar ve bu çocuklar o travmayla büyüyorlar. Dolayısıyla bizim ilk çalışmamız buydu, “Hapishane Kapılarında Büyüyen Çocuklar”. Ondan sonra da çalışmalarımız oldu. Sergiler açtık, ilki “Mahpus Mektupları – Resimleri Sergisi” oldu, bundan on iki yıl kadar önce. Ondan sonra farklı konularda sergiler açmaya başladık. RED Fotoğraf grubu vardır bilirsiniz. İstanbul merkezli, Özcan Yaman’ın kurduğu. RED Fotoğraf grubuyla ortak çalışmalar yaptık. Bir projemiz çok ilgi çekti. Şöyle ki, seçtiğimiz elli politik mahpusa bir soru yönelttik. Hepsi siyasi mahpustu, gerçekten bir ayrım yapmadan seçtik ve onlara mektup yolladık. Dedik ki, “Dışarıda olsaydınız neyin fotoğrafını çekmek isterdiniz? Bize betimleyin, biz sizin yerinize çekelim.”
DUVARLARI AŞAN FOTOĞRAFLAR, SINIRI GEÇEN ÇİZGİLER
Bu da alanında önemli çalışmalardan biri. Duvarların arkasındaki insanların sesi oldunuz. Bu süreci anlatır mısınız?
Bu çok ilginç bir projeydi. Tabii bu mektuplaşmalar kolay olmadı. Biz elli mahpustan, elli politik tutsaktan mektupları alana kadar aylar geçti. Mektuplar kayboluyor, onların cevabı kayboluyor. Uzun uğraşlardan sonra birbirinden kıymetli betimlemeler geldi. “Dışarıda olsalardı neyin fotoğrafını çekmek isterlerdi?” Biz de bu elli ayrı metni elli ayrı fotoğrafçıya dağıttık. RED Fotoğraf grubundan fotoğrafçılar onların düşlerini kimi zaman kent kent gezerek fotoğrafladılar. Onların imgelerini ânda durdurdular. Onların imgelerine kendi imgelerini kattılar. Sonunda böyle bir sergi hazırladık. Politik mahpusun düşü, imgesi, fotoğrafı, fotoğraf çalışması. Bir başka sergimiz de hapisteki karikatüristler oldu. Şeyi fark ettik biz çalışmalarımız sürecinde, hapishanede çok sayıda karikatürist ve ressam varmış. Onlardan özgürlük temalı karikatür istedik. Yayınlanmamış, yeni, tematik bir çalışma yaptık. “Duvarları Delen Çizgiler” adıyla sergiledik. Akabinde sergiyi kitaplaştırdık. Türkiye’nin birçok yerinde sergilendi. Sonra Fransa’da, Almanya’da, Viyana’da ve başka birçok ülkede sergilendi. İsviçre’de sergilendi.
Böylelikle insanlar, hapishanedeki tutukluların tecrite maruz kalmalarına rağmen karamsar olmadıklarını gördüler. Ayakta kaldıklarını gördüler, umut dolu olduklarını, sevgi dolu olduklarını gördüler. Amacımız buydu zaten. Sonrasında her sergimizi kitaba dönüştürdük. “Fotoğraf Köprüsü” adlı bir sergi açtık. “Düşler Tutsak Edilemez”, “Duvarlar Delen Çizgileri” adlı sergileri açtık. Önceki yıl “Özgürlüğün Sesi” adlı bir sergi açtık. Tutsaklardan özgürlük imgelerini betimlemelerini istedik. Yine fotoğrafçılarla beraber çalıştık. Bu sergi de Türkiye’yi ve dünyayı dolaştı. Bugün de burada olmamın sebebi, “İçeride / Dışarıda” adlı yeni bir sergimizi açtık. “İçeride / Dışarıda” şiddet temalı bir sergi. Yine elli kadar politik mahpus seçtik. Dedik ki, “Bize şiddeti; hayvana, tabiata, sadece kendine değil LGBT +lara, çocuğa, kadına şiddeti betimleyin,” dedik. Onların betimlemelerini bir araya getirerek bu sergiyi açtık.
Peki, cezaevi kapılarında büyüyen çocuklar gerçeği var bir de her geçen gün artarak devam eden. Kitapla neyi anlatmak istemiştiniz?
Hapishane kapılarında büyüyen çocuklar olayı başlı başına bir dram, bir trajedi. Yüzlerce, binlerce trajedi. Çünkü an itibariyle Türkiye hapishanelerinde üç yüz bine yakın insan var. Sadece politik mahpusları saymamak lazım, değil mi? Aynı sıkıntıyı adli mahkûmlar ve onların çocukları da yaşıyor. Annelerini, babalarını ziyarete gitmeleri; her biri başlı başına çocuklarda travmatik bir iz bırakıyor. Örneğin, Turan Demir, biraz önce değinmiştim. Kızı küçük, üç yaşında annesinin kucağında ziyarete geliyor. Sonra kızı büyüyor tabii. O da kızına: “Kızım ben sana büyüme demiştim, sen çıkacaktın, dışarıda birlikte olacaktık seninle. Ben ilk yürümeye başladığını görmek isterdim. Okula gittiğini görmek isterdim. Yanında olmak isterdim. Senden özür diliyorum kızım, yanında olamadım diye.” “Ben çıkana kadar büyüme e mi?” diyor. O kitabın başlığını Turan Demir’in mektubundan aldık.
Sonra bir başka mahpusun oğluyla söyleşi yaptım. O da şöyle diyordu, “Ben babamı yılda bir kere gördüm. Her gördüğümde biraz daha yaşlanmış gördüm. Ama ne acılarla büyüdük biz,” diyor. Bir başka mahpusun çocuğu şöyle diyor: “Babamız yoktu, her Babalar Günü’nde içimizi bir burukluk kaplardı. Her karne günü içimizi bir burukluk kaplardı.” Bir başka mahpus kadının, üç yaşına kadar hapishanede annesiyle kalan kız çocuğu diyor ki, “Üç yaşına kadar annemin yanında kaldım ama sonra kalamaz oldum,” diyor. “Bu benim için büyük bir acıydı, kırılmaydı,” diyor. Yani belli bir yaşa kadar çocuğunun yanında olabiliyorsun. Ondan sonra kalamıyorsun, çünkü yasal değil. Yani sadece babalar değil, anneler de var hapishanede çocuklarından ayrı yaşamak zorunda kalan. Ve o çocuklar o travmayla büyümek zorunda kaldılar ne yazık ki. Bu da tabii Türkiye’de birçok sorun gibi görünmeyen bir sorun. Görünmeyen bir dram yani.
‘ÇOCUKLAR, BİR YANLARI EKSİK BÜYÜYORLAR’
Bugün babası, annesi cezaevinde olan bir çocuğu ne bekliyor? Yani “özgür” bir yakınıyla hapishanenin kapısına geldi, onu nasıl bir süreç bekliyor?
Bir kere uzun kuyruklar bekliyor. Yani kışın soğukta, yazın sıcakta açıkta bekliyorsun. Tabii önce uzun bir yolculuk bekliyor, sıkıntılı bir yolculuk. Arkasından hapishane kapısına itilip kakılıp aranmak bekliyor. Zira birçok hapishane kapısında sığınacak yer yok. Yağmurun altında, kışın soğuğunda, yazın cehennem sıcağında bekliyorlar. Bakınız ben Pozantı Hapishanesine gittim. Orada çocuklarla ilgili bir taciz, tecavüz davası vardı. İnsan hakları örgütleriyle hapishane kapısına gittik. Pozantı Hapishanesini dağ başına yapmışlar. Soğuk, donuyoruz, ziyaretçiler donuyorlar. Sığınacak yer yok. Ancak isimleri çağrılacak da içeri alınacaklar. Yani düşünün beş yüz kilometre, bin – bin beş yüz kilometre yol yapıyor o çocuk, üstü başı aranıyor. Korkuyor, o korku içerisinde babasına ya da annesine sarılıyor. Toplam yarım saat, bir saat, bir buçuk saat. Bir saat görüşmeden sonra bin kilometre yolu geri dönüyor. Şimdi bu çocuğun yaşadıklarını siz düşünün artık. Yetişkin olarak zor katlanılır buna.
O çocukların sizin kitabınızda da belirttiğiniz gibi suskunluğu var. Yakınları, annesi, babası cezaevinde olan çocukların suskunluğu. Ve bunların kilidini açmak da aslında zor. Başka travmalar da yaşıyorlar. Geçtiğimiz yıllarda intiharlar bile oldu, yani çocuk intiharları. O kapıyı siz nasıl açtınız? O suskunluk kapısının kilidini nasıl açtınız?
Bu çocuklar bu konuları pek konuşmuyorlar, içlerine atıyorlardı. Psikolojik yardıma ihtiyaçları var birçoğunun. Neyse ki birçoğunun çevresinde duyarlı insanlar, duyarlı aydınlar var. Bunlara destek olmaya çalışıyorlar. Ben onlarla sohbet etmeye çalışırken zorlandım. Kimisiyle yüz yüze kimisiyle de telefonda sohbet ettim. Kimisiyle de yazışmaya çalıştım. Birçoğu konuşmak istemedi ama mektupla cevap verenler oldu. Onların mektuplarını “Ben Çıkana Kadar Büyüme e mi…” adlı kitapta yayınladım. Böyle yürek yakan mektuplara konu olan çok söyleşiler oldu tabi. Bu konuda adli mahpusların imkânları daha sınırlı, yani daha dar, bir moral desteği alamıyorlar. Politik mahpusların çevresinde sizin gibi, benim gibi insanlar var. Onları kucaklıyor, o eksik kalan şefkati vermeye çalışıyorlar. Ama yine de o çocuklar bir yanları eksik büyüyorlar, evet bir yanları eksik büyüyorlar. Umarım yırtarlar bu suskunluğu ve tam olarak kurtulurlar diye umut ediyoruz artık.
Siz de belirtiyorsunuz, kimlik ve kişilik aslında çocuklukta oluşuyor. Çocuklukta bu kadar yaralı, her açıdan yaralı çocuklar toplumun bir parçası olacaklar. “Nasıl kazandırılabilir” demek belki kötü bir ifade ama nasıl toplumun içinde var olacaklar?
Elbette bu insanlar için de geçerli olduğu üzere, kişiliğimizin belirlenmesinde çocukluğun büyük önemi var. Yaşadığımız, gördüğümüz, gözlemlediğimiz olaylar ve olgular kişiliğimizin belirlenmesinde önemli bir yer tutuyor. Gerçekten çok zor. Bu koşullar içerisinde de kendini aşmak, yeteneklerini geliştirmek, varolan kapasite ile çalışmak çok zor. Kolay değil. Eee? Bunun için destek gerekiyor. Destek olanlar da var. Biraz seviniyoruz, avunuyoruz.
‘DEVLET BALONLARIMI GERİ VER’ KAMPANYASI VE SADULLAH ERGİN…
Bir de kamuoyunun, devletin bir duyarsızlığı, bazen katılığı, bazen acımasızlığı diyebileceğimiz durumlar ortaya çıkıyor. En son yine kitapta da belirtilen balon hikâyesi var. Dönemin bakanı Sadullah Ergin’in tavrı. O konuyu da anlatabilir misiniz?
Şimdi benim kızım, çocuğum Öykü, beş yaşındaydı. Evde hep masanın üzerinde, sağda solda mektuplar olurdu. “Bunlar ne?” derdi. Bunlar mektup derdik. Anlattık çocuğa. Çocukça bir dille anlattık travma yaşamasın diye. İçerideki insanların mektupları var. “Kim bu içerdeki insanlar?” “Bunlar,” dedik “Şirinler, Gargamel Şirinleri kapatmış,” dedik anlayacağı dilde. Günün birinde doğum gününden arta kalan çok sayıda balonu gösterdi. “Bu balonları,” dedi, “içerideki amcalara, teyzelere yollayalım,” dedi. Biz de iyi fikir dedik. Elli kadar mektup hazırladık. Elli ayrı hapishaneye, elli ayrı mahpusa. Öykü’nün dili ile, “Bugün benim doğum günüm. İzninizle sizleri selamlamak istiyorum sevgili amcalarım, teyzelerim,” diye mektup yazdık. Her mektuba bir balon koyduk. Bakın bir balon. Renklerden dolayı sorun yok. Üç renk olsa belki devlet nezdinde malum üç renk propagandası denilecekti. Tek renk balon koyduk. Bu balonların bir kısmı bazı hapishanelerde verildi. Yasal olarak verildi, sorun yok.
Ve gelen cevaplar çok güzeldi. “Sevgili Öykü, balonunu aldık. Çocuklar gibi eğlendik. Yirmi yıldır ilk defa balon görüyoruz. Balonları şişirdik.” Birisi, “Ben bu balonu çocuğuma yollayacağım,” diye cevap verdi. Arkasından bazı mektuplarda da, “Bize balon yollamışsın ama sakıncalı diye vermediler.” Bir başka hapishaneden cevap geldi, “Bize balon yollamışsın, kurumun güvenliğini tehlikeye düşürür diye vermediler,” diye cevap geldi. Biz de çok kızdık tabii. Niye bir hapishanede serbest de öbürüne yasak? Hepsine yasak olsa anlarım. Mevzuat vardır derim. Ama böyle keyfiyet olur mu? Her hapishane ayrı bir cumhuriyet olmuş bu ülkede maalesef. Çocukların çektikleri çile de ondan. Bir hapishane iyi öbürü kötü. Yani değişiyor koşullar. Bir basın açıklaması yaptık, “Devlet Balonlarımı Geri Ver!” diye. O sırada Sadullah Ergin Adalet Bakanı’ydı. Tabii bu açıklamamız basında çok ses getirdi. Hatta bugün yandaş medya dediğimiz medyada bile yer aldı o zaman. Çünkü çocuğun masum talebi var yani. Bir balonunu paylaşmak istiyor. Niye bir hapishanede var, serbest ve niye öbüründe yasak? Bu bayağı bir yer tuttu, hatta Meclis’e taşındı. Dönemin milletvekili Akın Birdal soru önergesi verdi Sadullah Ergin’e. Sadullah Ergin de bize cevap vermek zorunda kaldı.
Nasıl bir cevaptı?
Şöyle, biz sanıyorduk ki olumlu cevap verilecek, balonlar verilecek. Ama yanıldık. Adalet Bakanı, “Çocuk Öykü’nün balonu tehlikeli değildir ama hukuku gevşetir,” diye resmi bir cevap verdi bize. Çok kızdık, ikinci basın açıklamasını da yaptık. Kampanyalar açtık, “Devlet Balonlarımı Geri Ver!” diye. Bunun üzerine bu kampanyaları duyan mahpuslar balonu olmayan mahpuslara yüzlerce öykü, hediye yolladılar, armağan yağdırdılar. İnanılmaz armağanlar; mektuplar, resimler, el işleri. Bunların hepsini sergiledik. Böylelikle küçük bir balondan yola çıkarak hapishanedeki keyfiyeti ifşa etmiş olduk. Dizboyu keyfiyet. Yani o hapishane kapılarında büyüyen çocukların travması ayrı. Ama ayrıca zaten ceza almış bir mahpusun ikinci bir ceza alması yasal değil. Yasadışı uygulama oluyor, kendi yasalarına uymuyorlar. Bizim balon vakasından sonra kurulun, gönüllülerden oluşan, fonsuz sponsorsuz faaliyet gösteren Görülmüştür Kolektifi’nin (www.gorulmustur.org) bir amacı da budur. Bu keyfiyete son verelim.
Türkiye’de dört yüze yakın hapishane var. Birçok hapishanede atölye var. Resim atölyesi, boyama atölyesi vesaire vesaire. Bu atölyeler siyasi tutsaklara yasak. Birçok hapishanede bu atölyeler kapalı. “Bu haksa kullanılmalıdır,” diyoruz. Kitap yasalsa yasaklanmasın verilsin diyoruz. Mesela benim birçok kitabım bir hapishanede yasak, diğerinde serbest. Bu konuyla ilgili de birçok basın açıklaması yaptım. Doğrusu devletin tutuklu ve hükümlüleri rehabilite etmesi gerekiyor değil mi? Ama hayır. Aksine bu insanların moralini kırmak için ne gerekirse yapıyor siyasi iktidar. İnanılmaz kötülük üretiyorlar. Devlet aklı kötülük üretiyor. Çok üzücü tabii. Biz de onlara moral vermeye çalışıyoruz. Mektupla, balonla kimi zaman; kimi zaman kitapla, bu tür sergilerle. Örneğin, açtığımız her serginin davetiyesini onlara yolluyoruz. “Serginize davetlisiniz,” yazıyoruz. Bu hem onlara hem ailelerine moral oluyor. Çalışmalarımız böyle devam ediyor ve daha da devam edecek ne yazık ki. “Keşke,” diyorum, “bu insanlar artık dışarı çıksalar, özgürlüğüne kavuşsalar da biz de bu çalışmaları bıraksak,” değil mi? Edebiyatla uğraşacak, başka şeylerle uğraşacak, güzelliklerle uğraşsak, değil mi? Ama ne yazık ki Türkiye’de koşullar kötü, hapishane koşulları daha da kötü. Dışarıda hava karardı mı içeride hava zifiri oluyor maalesef.
Bir de cezaevi kapısında büyüyen çocuklarla beraber cezaevinde büyüyen çocuklar var. O konuda neler söylemek istersiniz? Şu anda cezaevinde kaç çocuk var?
Türkiye cezaevlerinde, cezaevi kapılarında olan çocukların yanı sıra cezaevinde büyüyen çocuklar var. O da ayrı bir olay, ayrı bir travma tabi. Yasalar gereği Türkiye’de yaşı on altıdan küçük çocukların isimleri paylaşılmıyor. Tam sayısı verilmiyor ama aşağı yukarı sekiz yüz çocuk 0-3 yaş arası sekiz yüz çocuk annesiyle birlikte büyüyor. Hapishanede büyüyor. Üç yaşından sonra kreşe alınması gerekiyor. Kimi hapishanede var. Kiminde imkan yok. Bu da ayrı bir dram, ayrı bir sorun. Ama bunun dışında suça sürüklenmiş çocuk sayısı çok fazla. Bir de onun dışında yaşı büyük yani yaşı on ikiden büyük olup hırsızlık ve benzeri ekonomik yoksulluktan, şundan bundan suça sürüklenmiş çocuklar var. Bizim alanımızın dışında olan bu konuda insan hakları kuruluşları çalışmalar yapıyor.
‘BİZE YİRMİ SENE GÜN SAYDIRDILAR’
Uzun bir politik mücadeleniz var aslında. O günlerden bugüne ne değişti?
Ben 78 kuşağıyım. 1980 yılında, 12 Eylül darbesinden önce iki defa siyasi nedenlerle hapse girdim. Çıktım. Çukurova Üniversitesi öğrencisiydim. 12 Eylül faşist darbesinden sonra aranıyordum. İllegal yollardan yurt dışına çıktım. Uzun süre yurt dışında sürgün yaşadım. Sürgün yaşamımın kısa bir dilimi Filistin kamplarında geçti. Ben ve benim gibi yüzlerce insan, Filistinlilerle dayanıştık. Sürgün yaşamımın büyük çoğunluğu ise Fransa’da geçti. Siyasi suçlarda zaman aşımı yirmi senedir, adli suçlarda on senedir. Yani on kişiyi öldürün ya da on kamyon uyuşturucu taşıyın, eğer yakalanmazsanız on sene sonra bu ceza düşüyor. Bizde ise yirmi sene. Yirmi sene, gün gün saydım. Bize yirmi sene gün saydırdılar. Zulme bakın, 12 Eylül hukuku bu işte.
Yirmi sene sonra dosya kapandı. Ülkeye döndüm. Aynı zamanda edebiyatçı kimliğim var. Döner dönmez edebi ve siyasi çalışmalarım devam etti. Yani daha güzel, daha adil bir dünya için mücadele eden insanlardan biriyim ben. Bu dünya ve bu ülke iyiye gitmiyor değil mi? Vahşi kapitalizm dünyayı da batırıyor çevreyi de batırıyor, her yeri batırıyor. Dünya gidiyor, kötüye gidiyor. Dolayısıyla özgürlük ve eşitlik ütopyasından hiç vazgeçmedim, kırk yıldır devam ediyor. Türkiye’ye dönünce insan hakları örgütlerinde çalıştım. Görülmüştür Kolektifi de bir insan hakları çalışması aslında. Bu çalışmalarım ve edebiyat çalışmalarım devam ediyor. Kesintisiz mücadeleye inanıyorum ben. Eğer sorun varsa mücadeleye devam etmek gerekiyor. Yoksa rahat edemem. Benim aydın duyarlılığım, benim dünyaya bakışım böyle.
Son çalışmanız cezaevindeki insanlarla mektuplaşmalar. İçlerinden biri otuz yıl yatıp henüz çıkmış. Ona da bir parantez açabilir miyiz?
Evet bir kadın arkadaşımız. Otuz sene sonra hapisten çıktı. Bu çıkanlar hemen beni arıyorlar sağ olsunlar. Çok duygusal anlar yaşıyoruz. Bu kadın arkadaşımız da (İzin almadan adını yazamıyorum. Yeni çıktı. Henüz adli kontrolü var) hapishanede resim çizmeye başlayan bir kadın ressam. Hatta bizim bir arkadaşımız, ressam bir arkadaşımız ona mektupla resim dersi verdi. Böyle çalışmalarımız oluyor yani önlerini açmaya çalışıyoruz. Bunun yanı sıra Aynur Epli var. İçeride çalışarak iyi bir ressam oldu. Sergide resimleri var. Aynur Epli de yirmi sekiz yıldır hapishanede. Geçen yıl ona çizim kalemleri yolladım. Hem ona hem de Iğdır Hapishanesinde Melih Gürler’e yolladım. Melih Gürler’e verdiler. Aynur Epli’ye vermediler. Keyiyete bakar mısınız? Aynı çizim kalemlerini Iğdır hapishanesi sakıncasız diye veriyor, Şakran hapishane idaresi sakıncalı, yasak diye el koyuyor, vermiyor. Hatta Aynur’un koğuşunu basmışlar, kalemtıraşını almışlar, kantinde satılan kalemtıraşa el koymuşlar sakıncalı diye. Bu kadın bırakınız boyalı kalem kullanmayı, kurşun kalemi açabilmek için dilekçe yazmak zorunda. Kurşun kalemi açmak için dilekçe yazıyor. Dilekçe talebi kabul ediliyor. İki gardiyan götürüyor onu. Kalemi açıyor, geri geliyor koğuşuna. İnanılır gibi değil. Yani bu kadar kötülük çok fazla değil mi?
‘FİLİSTİN HAKLIDIR; 75 YILDIR HAKLIDIR’
Bugünlerde çok konuşuluyor. İsrail, Filistin, direniş grupları… Sizin Türkiye’den sürgüne giderken ilk durağınız Filistin kamplarıydı? Ne dersiniz bu konuda?
Dünyanın her tarafında sorun var. Şimdi de Filistin sorunu yüreğimizi yakıyor. Yetmiş beş yıldır var olan bir sorun bu. İşgal edilmiş Filistin toprakları. Filistin’de 7 Ekim’den bu yana sürdürülen bir soykırım var. İsrail 20 bini çocuk 33 bin sivili katletti. Kültürel dokuyu, toprağı, tarihi, Gazze’nin belleğini tahrip etti. Dünya bunu geç gördü, geç kabul etmek zorunda kaldı. Ama İsrail BM kararlarına rağmen soykırıma devam ediyor. Ben Filistinlilerin suyunu içtim, tuzlarını ve ekmeklerini yedim. 12 Eylül faşist darbesinden sonra Türkiye’den pasaportsuz kaçak çıktım ve Filistin kamplarında kaldım. Sürgün yaşamına bir anlam kattım, onlarla dayanıştım. Kamplarda kaldım uzun zaman. Yani İsrail sınırına kadar birçok kampta kaldım. Böyle bir deneyimim de oldu. İsrail kuşatmasından sağ çıktım ve Avrupa’ya geçtim. Şimdi birdenbire yetmiş beş yıldır işgal altında olan bu halk aleyhine bir kampanya başladı. Neden? Hamas’ın o eylemleri nedeniyle. Ancak yazdığım bir makalede şunu söyledim, “Savaşı başlatan Hamas değil.” Savaş yetmiş beş yıldır var. Yetmiş beş yıldır bu ülke işgal altında. Dünyada nüfusunun yarısı kadar sürgünde olan, mülteci olan başka bir halk yok. Filistin haklıdır, bu anlamda haklıdır. Hamas haklıdır demiyorum ama Filistin haklıdır. Ve savaşı başlatan Hamas değildir. Yetmiş beş yıldır savaş var. Bu da tabii yüreğimizi yakıyor, dünyanın önemli bir sorunu. Maalesef dünyanın birçok yerinde bu tür haksızlıklar oluyor, işgallerle savaşlar sürüyor.
“Ekmeğini yedim, suyunu içtim,” dediniz. Filistin’de nasıl bir yaşamınız oldu?
Şimdi sadece ben değil, biz. 78 kuşağından olanlar, 12 Eylül faşist darbesi sonrası sürgüne gittik. İki kol vardı dışarı çıkan. Birisi Avrupa’ya birisi Filistin’e gitti. Tek ben değilim. Yüzlerce Türkiyeli, solcu, sosyalist, Kürt yurtsever Filistin kamplarına gittiler. Aranıyorsunuz, kalacak yer yok. “Filistin haklı bir dava,” diyorsunuz. Filistinliler size kucak açıyor, siz onlara kucak açıyorsunuz. Biz arandığımız için sürgüne gidiyoruz. “Sürgün hayatımıza anlam katalım,” diyoruz. Biz Beyrut’ta inşaatlarda çalışmayı değil, Filistin kamplarında kalmayı ve onlarla dayanışmayı tercih ettik. Ben Filistin Halk Kurtuluş Cephesine kaldım. George Habaş’ın lideri olduğu sosyalist bir grupta kaldım. Bazı arkadaşlarımız El-Fetih’te kaldılar. O zaman Filistin’de Filistin Kurtuluş Örgütü laik bir örgüttü. Hamas falan yoktu ama şunun altını çiziyorum, savaşı başlatan Hamas değildir, İsrail’dir. Yetmiş beş yıldır zulüm yapan bir devlettir İsrail.
kaynak: velev.news