
Çığlık atmamak için kendini zor tuttu Limoniye. '' Bunu mutlaka Dehşet’e söylemeliyim!'' deyip yerinden kalktı, yatak odasına doğru ilerlerken bağırmaya başladı:
''Dehşeeet! Dehşet, kalksana ocağı batmayasıca! Konuşan Türkiye geliyor. Siyah beyaz devri bitti. Çok kanallı olacağız. Ev renklenecek Dehşet, duyuyor musun? Hele bir kalk da bak, neler oldu neler! ''
Gözlerini ovuştura ovuştura kalktı Dehşet, bir iki esnedi, gerindi. Tekrar sırt üstü uzandı yatağa. Gözlerini tavana dikti, bir süre bir şeyleri arar gibi bakındı her yana, koca koç burnunun üzerine gözlüğünü oturttu, yırtarcasına ağzını açtı, esnedi, eliyle ağzını kapattı. Halsizlik mi uykusuzluk mu kestiremediği tonlarca ağırlık vardı üzerinde.
Limoniye ise durmadan, '' Kalk'' diye yineliyordu.
İstemeyerek de olsa kalkabildi sonunda.
“Ne diyon lan karı? Ne böğürüyon Fatmaların sarı ineği gibi? Demokrasi mi geldi, kuyruklar mı sona irdi? Nedir sendeki bu anlaşılmaz keyif? Renklenecekmiş hayatımız? Kahvaltı neyin hazır mı, sen ondan haber ver. Yoksa ben senin hayatını renklendirecem, bilesin. Ne çığırıp duruyon kız Limoniye!''
Limoniye keyfini bozmadan, gayet sakin, “Yok bey, televizyona baksana, artık özel kanallar açılıyor, hemi de renkli, bundan böyle akşamları çekersin pijamanı, istediğin kanalı seçersin. Artık öyle tek kanala esir olmak devri bitti. Ama o çizgili pijamanı giymesen iyi olur. Renkli televizyonun hatırına yeni bir pijama alırsın artık. Öyle bön bön bakma, inanmıyorsan kendin seyret televizyonu! “ dedi.
Duyduklarından pek de memnun olmayan Dehşet, ''Tamam tamam, başlatma çok kanallı renkli televizyonuna şimdi!” dedi. ''Ben de sandıydım ki enflasyon düştü, işsizlik sona erdi, hastanelerde kimse esir kalmıyor. Renkli televizyonmuş, başlarına çalsınlar. İlkin insanlara iş bulsunlar bakalım. Çok kanallar karın doyurmuyor. Bak oğlan üniversiteyi kazandı. Nasıl okutacağız? Peh, renkli televizyonmuş. Ay başına az kaldı, Bakkal Mehmet Efendi’nin borcunu nasıl ödeyecem, ben onu düşünüyorum! Sen kalkmış renkli televizyon zırvalıyorsun salak karı! ''
Limoniye sustu, sadece bekledi. Zaman akıp geçiyordu. Konuşan Türkiye etkisini göstermiş, her mahalleye, her semte renkli TV bayilikleri açılmaya başlamış, yapılan kampanyalarla insanların renkli TV almaları teşvik ediliyordu. Taksitler, indirimler, eskiyi getir yeniyi götürler umulanın çok üzerinde bir etki gösteriyordu. Bayilerin önlerinde uzayıp giden kuyruklar yüzlerce metreye ulaşıyordu.
Kimse ne olduğunu pek anlayamadan siyah beyaz devri bitti. Herkes hızla renkli TV sahibi olmaya girişti. Bayiler vatandaşa hizmet adı altında bin bir şaklabanlıkla herkesi renkli TV sahibi yaparlarken kendileri de köşeyi kıl payı dönüverdiler. Televizyonların yanında uzaktan kumanda aletini verirken o aletlerin marifetlerini saymakla bitiremediler.
Renkli TV sahibi olmak, mahallede iyi insan olmakla eşdeğer tutuldu. Hâl böyle olunca kimse bu yarıştan geri kalmak istemedi. Yoksa da bulup buluşturdular ve renkli TV sahibi oldular.
O gün işini erken bitirdi Limoniye. Daha bir edalı yürümeye başladı. Neticede Dehşet’i ikna etmiş, renkli TV sahibi olmuştu. Eh, hakarete uğramış, küfürler yemişti ama olsundu. Neyi eksikti öteki kadınlardan. Sonuçta onun da televizyonu renkliydi işte. Çiçekleri de koydu masaya, gidip çay bardaklarını getirdi, çay doldurdu, kanepeye kurulurken Dehşet’e seslendi:
“Dehşet, azıcık gelsene, ben anlamıyorum bu meretten, komando mu ne, gelip açıversen? ''
Dehşet, hızla çekip aldı uzaktan kumanda aletini Limoniye’nin elinden, “Cahil karı, komando değil o, bu aletin adı kumanda, uzaktan kumanda da diyebilirsin!” dedi.
Limoniye bozulduysa da belli etmedi. ''İyi, iyi,'' dedi. ''Her neyse bir açıver şunu.”
Dehşet açtı televizyonu, Limoniye nefesini tutmuş kalmıştı. Dehşet gerine gerine kuruldu kanepeye, elinde de kumanda aleti, o kanaldan ötekine zaping yapıp durdu. Sonra bir kanalda müzik sanatçıları arasındaki tartışma programında karar kıldılar. Hoşuna gitti Limoniye’nin. Her şey ne kadar hızlı değişiyordu. Çoğu şeyler nasıl da yenik düşüyorlardı zamana. Değişim rüzgârları gerçekten hızlı esiyordu. Eskiden doktor ve mühendis bekleyen kızlar topçu ya da popçu bekler olmuşlardı.
Televizyondaki tartışma normal seyrinden uzaklaşıp kızışmaya başlamıştı. Ünlü popçu, Arabesk müzik yapanları modern olmamakla, yönlerini Batı’ya değil Araplara döndükleri için cahil ve gerici olmakla suçluyordu. Popçu bağırıyordu:
''Ne yani, müzik yaptığınızı mı sanıyorsunuz? Alıyorsunuz Arap müziğini üstüne Türkçe söz yazıp çıkıyorsunuz halkın karşısına. Efendim bir de sıkılmadan müzik yaptığınızı iddia ediyorsunuz. Neymiş efendim, 'düt düt düttürü, herkes malı götürü!’ Söyler misiniz bana, ne anlamı var bunun? Abuk sabuk laflar. Hem dilimizi bozuyor, kırık bir dil yaratıyorsunuz!”
Arabeskçi gülerek araya girdi:
“Atalarımız, 'Fikri beyan eyleyen bari muselman olsa' demiş.” dedi. ''Söyleyene bak hele!. Peki, siz de gâvurların müziğini alıp üstüne Türkçe söz yazmıyor musunuz? Sanki okuduğunuz şarkılar çok manalı. Ne o, ' Hey Corç, versene borç, olmaz Maykıl, bende de yok! Bak bak hele, herifler o kadar ruhsuz ki bizde o güzelim isimler varken illahi Maykıl, Sizi halka şikâyet ediyorum buradan. Halkımız bu taklitçileri iyi tanısın.”
Popçu lafa daldı:
''Az at da civcivler yesin kardeş. Baksana o, ' Ya Habibi, gönder tabibi...' ne oluyor peki, açıklar mısınız? Biz en azından halkımızı bir nebze de olsa dertlerinden uzaklaştırmaya hareketlendirmeye çalışıyoruz. Sizin gibi ağlatmaya, umutsuzluğa itmiyoruz.”
Arabeskçi:
''Peh peh, ne diyon lan!” Peki, ‘Kız hepsi senin mi, şarkısına ne buyurulur?” dedi. “Taşıyorsa tabii ki kızın. Yoksa yarısı… tövbe tövbe, terbiyemi bozmayayım. Hepimizin annesi kız kardeşi var kardeşim. Ne o öyle, 'Misafir ol gel bana, börekler açayım sana'. Evet, sayın halkımız, bu taklitçileri iyi tanıyın. Burada bacılarımıza, analarımıza kadınlarımıza gizli mesajlar olmadığını kim söyleyebilir?”
Popçu sırıttı:
''Kardeşim siz müzik yapmıyorsunuz! 'Kaka kola yola, cola cola yola, Entebe yola, Mardin'e yola…' Bir kez kaka değil o sözün aslı. Orijinali Coca-Cola’dır. C ile yazılır ama K olarak okunur!” dedi. ''Bilmiyorsanız sorun öğrenin. Sonra halkımız kaka sanıp içmez. Amerika'yla olan ticari ve dostane ilişkilerimizi de bir düşünün bakalım. İngilizce bilmiyorsanız bize danışabilirsiniz. Ücret almadan öğretebiliriz. Maksat vatana hizmet olsun. Bir de güzelim Antep’i, 'Entep' diye telaffuz ederek hakaret ediyorsunuz.”
Arabeskçi sert çıktı:
''Kim demiş biz İngilizce bilmiyoruz diye? Belki dilimiz sürçüyor o ecnebi kelimeleri rahatça söyleyemiyoruz. Bir Amerikalıyı öldür, bizim Cevat’a 'Cevat' diyemez. Ya ne der? 'Kevat, Kevat' der anladınız mı? Cevat da onların ağzına eder. Onlara gelince normal oluyor da bize gelince neden anormal? Bence siz halkı değil Amerika’yı düşünüyorsunuz. ' Arabası var güzel mi güzel, şoförü de var özel mi özel,' ne oluyor? Halkımızla alay mı ediyorsunuz? Kimin arabası varmış? Halk fakirlikten inim inim inliyor, ağlıyor. Para neredeki özel şoför tutsun kendine. Sizi dürüst olmaya davet ediyorum. Elinizi vicdanınıza koyunuz lütfen. ''
Popçu:
''Sizi düzeltirim efendim, biz Amerikancı değil, postmoderiniz. Baksanıza dünya küçülüyor, yani küreselleşiyor. Anlamıyorsanız biz ne yapalım. Biz kendimizi Batı’da ispat edebiliriz. Sizin sandığınız gibi Araplara giderek değil. Hem o ne öyle hep dilinizde, 'Kahrediyor hayat beni, acıların çocuğuyum' falan. Hep acıdan bahsederseniz bu halk kendisini nasıl mutlu hissedecek? Hem ne demiş atalarımız: 'Bir insana kırk defa deli dersen o kendini deli sanır'. Hakkınız yok insanları mutsuzluğa itmeye. Bu halkın gülmeye ihtiyacı yok mu kardeşim?”
''Arkadaşıma soruyorum,” dedi arabeskçi. ''Yani biz dost ve modern değil miyiz? Siz kendinizi ne sanıyorsunuz? Hem biz sizin gibi, 'Bandır bandır ye beni, doyamazsın tadıma,' diyor muyuz? Tövbe tövbe kardeşim, aile var yani. Tut ki misafirliğe gittin, mutfakta kadın tuttu bu şarkıyı mırıldandı. Kocası yanlış anlamaz mı, elin herifine işareti çaktın demez mi, bıçağı eline alıp kadını dilimlemez mi, o zaman da sorumlusu siz olmaz mısınız?”
''Güleyim de herkes gülsün,“ dedi popçu. '' Söylediğiniz o kadar abuk sabuk şarkılar var ki, hele bazılarınız keçi gibi meliyorsunuz, bazılarınız titriyorsunuz. Bazılarınız ise insanlara kendilerini jiletlemelerini öneriyorsunuz. Neymiş, 'Bakkal amca, Bakkal amca, yağı var mı, unu var mı, şekeri var mı?' Bakkal da var deyince, 'Ehe, ne durisen, helva yapsana, helva yapsana...' deyip duruyorsunuz. Hayatımda böyle saçma bir şarkı duymadım.''
''Heyyt ulan!” diye bağırdı arabeskçi. ''Keseyim mi şimdi dalganı? Sen ne diyon lan? O ecnebiler cırtlak cırtlak bağırınca onlar caz oluyor, bilmem ne oluyorlar, biz yapınca olmuyor öyle mi? Onlar titreyince dans bizimki bilmem ne! Gelelim jilet olayına. Biz onların eroin, kokain işlerine karışıyor muyuz? Erkek erkeğe yaşamalarına bir şey diyor muyuz? Sayenizde halkımız o kadar yoksullaştı ki helva yapacak unu bile yok. Un nerede var, tabii ki bakkalda. Onun için bakkala diyoruz ki sende un, yağ, şeker var, gel etme eyleme helva yap, sevabına dağıt insanlara, bir helva yiyebilsinler. Bunun neresi kötü? Hem söylesene sen, 'Yatağıma gel, yorganım ol!' demek de ne oluyor? Siz durduk yerde adamı katil edersiniz be!”
''Aklınız fikriniz kanda! '' dedi popçu. '' Biz sizden daha halkçıyız bir kere. Halk fakir, kışın yakacak odunu bile yok, belki soğuktan titriyor, yatağımızı bölüşüp yorgan oluyoruz onlara, bunun neresi kötü? Elbette yoksul kızlar tercihimizdir. Her bir şeyde art niyet aramayın. Bir şey yapamıyorsanız bari gölge etmeyin!”
Arabeskçi, “Haydi ordan be!'' diye bağırdı. ''Her şeyde art niyet aramamalıymışız. Bunun art niyeti mi var? Kendiniz bunu zaten ifşa ediyorsunuz; 'Ay elini çeksene elini, kıracan belimi ' ne demek? Elin herifiyle yatmıyorsa neden elini çek belimden desin? Yorumu size bırakıyorum Sayın Halkımız!”
Program sunucusu saatlerce devam eden programın sonuna gelindiğini haber verdiğinde, Limoniye çoktan sızıp gitmişti. Dehşet de sinirlenmişti.
''Kalk, kalk karı, git odada zıbar!'' diye bağırdı.
Sabaha az kalmıştı. Sabahla birlikte hayatın gerçek renkleri de onları bekliyordu. Her ev renklenmişti renklenmesine ama evlerde oturanların renkleri durmadan soluklaşıyordu.
Gerçek hayatsa televizyon gibi renkli değil, çoğu zaman griydi bir baştan öbür başa.
Akman Gedik