İFTAR YEMEĞİ

Oya Uslu kullanıcısının resmi
Engin Bey, iftar vaktinden bir saat kadar önce gelip çadırların önündeki banklardan birine oturdu. Kendi semtinde de iftar çadırı vardı ama kimse tarafından görünmesin diye o daha uzaktakini tercih etmişti. Yine de ‘Acaba bir tanıdık var mıdır?’ diye kuşkuyla çevresine bakındı. Kimseyi göremeyince derin bir nefes aldı

Oturduğu banka çöker gibi kendini bıraktı, ellerini gevşek bir şekilde iki yana saldı. ‘Aç karınla da bu kadar yol çekilmiyor.’ diye bezginlikle düşündü. Yine de her an kalkabilirdi. Çünkü burada olmaktan çok utanıyor, kendini düşmüş hissediyordu. Bir yandan, ‘Ne arıyorum ki burada, gitmeliyim.’ diyordu iç sesi; diğer yandan, ‘Çok açım.’ Bir yandan, ‘Ben Engin Sezer, bir zamanlar ithalat ihracat firması olan, yanında on beş işçi çalıştıran, okumuş, iyi eğitim almış Engin.’ diyordu; diğer yandan, ‘Boş ver, burada nasılsa beni kimse tanımaz.’ 
Kendi kendiyle çelişirken yanına iki erkek oturdu. Biri yaşıtı, kırk-kırk beş yaşlarında, diğeri delikanlılık çağındaydı. Herhâlde baba oğuldular. Yaşı büyük olanı:
“Merhaba.” dedi. 
Engin göz ucuyla baktı, isteksizce selâmını aldı. 
“Düştük buraya.” diye sürdürdü konuşmasını merhaba diyen. “Yazık, memleketi ne hâle getirdiler!” 
‘Yazık, memleketi ne hâle getirdiler.’ sözü ilgisini çekti, yine de sessiz kaldı. 
Delikanlı:
“Sen milleti işsiz, evsiz bırak; ya da üç kuruşa sigortasız, sendikasız çalıştır, hakkını elinden al; sonra da sadaka veriyorum, iftar çadırlarında besliyorum diye şişin.” diye söylendi. 
İhtiyar bir adam gence çıkıştı:
“Yemek buldum diye dua edeceğine lâf söylüyorsun. Hâline şükret, yemeği verene de Allah razı olsun de! Allah bir gün seni de görür, merak etme.”
Delikanlı onu tersleyecekti ki babası bacağını dürttü. Bu yüzden ihtiyara uymadı. Az sonra da adam homurdanarak kalkıp sıraya girdi.
Aralarında bir sessizlik oldu. Bu sessizlik Engin’in hoşuna gitti. Hiç konuşmak istemiyordu. Kimliğini açıklamak, düşüncelerini paylaşmak istemiyordu. Tek istediği bu utanç çukurunda kendi kendine boğulmak ve boğulurken de fark edilmemek, tanınmamak, hatta hiçbir göz tarafından görünmemekti. Şu anda kimliksiz olmak istiyordu. Nazi Kamplarında yapıldığı gibi bir numara olabilirdi örneğin. Bir, iki, üç, dört, beş, vb. olmalıydı. Bir, iki, üç, dört, beş olmaya razıydı; çünkü burada olan Engin Sezer kendisi değildi. Engin Sezer kimlikli, kişilikli, onurlu, gururlu birisiydi. Burada olan aç bir mideydi. Ah, keşke sadece midesi gelebilseydi! 
“Burada bizim onurumuzu çiğniyorlar.” dedi delikanlı.
Başını kaldırıp ona baktı, yine bir şey demedi. Yüzünden akan hüznü, bezginliği, umarsızlığı ve ezikliği bakışlarıyla yere gömdü. Bir an ağlayacakmış gibi oldu, sonra kendini toparladı. Ruhunu kilitledi; kimseyi duymadı ve görmedi. 
“Bizler sadece istatistik rakamız onlar için; birer numara, o kadar.” sözleriyle kendine gelir gibi oldu. 
Yine aynı bakışla ve biraz da hayretle delikanlıya baktı. Bu genç sanki onun ruhunu okuyordu. 
“Yoksulluğun hesabını sormak için ellerimizi birleştirmeliyiz.” diye sürdürdü konuşmasını delikanlı.
Bu gencin yüreğinden yüreğine öfke ve bilinç karışımı bir merheme bulanmış ince bir sargı bezi uzanıyor gibiydi. 
İftar çadırına baktı: Kuyruk uzamıştı. Kadınlı, erkekli, çoluklu, çocuklu bir kalabalık, birkaç kişilik sıra oluşturmuştu. Erkekler çoğunluktaydı. Güzel giyimli, başları açık bazı genç kızlar ilgisini çekti. On beş kadar böyle kız saydı. Nedense bunu garipsedi. Sonra düşününce bunun kafasındaki şablona uymadığını anladı. Ona göre sadece köyden kente göç etmiş dökük giyimli insanlar burada yemek yiyebilirdi. Kendi kendine biraz da hayretle, ‘Demek böyleleri de çadıra gelirmiş.’ dedi. Sonra orta ve daha yaşlı kadınların giyimlerine baktı: Bunlar uzun etek, etek altına pijama, üstlerine yelek giymişlerdi. Ayaklarında da çoğunlukla terlik ve patik vardı, başları örtülüydü. Erkekler ise bilindik pantolon, gömlek giymişlerdi.
Oturduğu bankın tam önünde üç çocuk neşeyle oynuyordu. İkisi, diğerini ortaya alıyor, bacaklarından tutup döndürüyorlardı. Beraberce dönerlerken üçü de düşüyor, gülüşüyorlardı. Engin Bey onlara sevgiyle baktı. ‘Ne güzeller...’ diye içinden geçirdi. ‘Ne neşeliler, ne kayıtsızlar, olan bitenden ne kadar habersizler…’ Kendi çocuklarını gözlerinin önüne getirdi. Yüreği burkuldu. İki oğlunun ve kızının hasretleri içine kor gibi düştü. Onlardan bir gün ayrı kalacağı aklının ucuna bile gelmezdi. Her şey öyle birdenbire olmuştu ki. Şu birkaç ayda yaşadıkları inanılır gibi değildi. Aniden tepetaklak olmuştu. İşlerini büyütmek için hükümete güvenip dolarla borçlanmış ama kriz olunca birden dolar yükselmiş, alacaklarını alamamış ve işte bu hâle düşmüştü. Bu korkunç bir durumdu. Ailesi şimdi ne yapıyordu, ne yiyor, ne içiyorlardı? Son gördüğünde moralleri hiç iyi değildi. Baba evinde rahat olmadıklarını söylemişti karısı. Çocukları, “Ne zaman ev tutacaksın?” demiş, sarılıp ağlamışlardı. Ah! Keşke her şey düzelse de yeniden beraber olsalardı. Olur muydu gerçekten, bu mümkün müydü? 
Kuyruklara baktı. Sıradakileri gözlemlemeye çalıştı. En yoksul görünümlüler diğerlerine göre daha kayıtsız görünüyorlardı. Yoksulluğun Allah’tan geldiğini kabul edip kaderlerine boyun eğmiş gibiydiler. Şükür ve minnet sözleri, duaları oturduğu yerden duyuluyordu. Kendi kendine, ‘Bunlar çok önce düşmüş ve alışmış olmalılar. İçlerini bilmem ama pek de aldırmışa benzemiyorlar. Sanırım benim gibi geçmişte maddi durumu iyi olanlar ise daha ezik duruyorlar. Hepsinin yüzünde aynı buruk acı...’ diye düşündü. Bir an için, ‘Belki bizler de, yani ben de buna alışacağım.’ diye aklından geçirdi, bundan çok korktu. Alışmak, Engin Sezer olmamak, her an ve her yerde bir numara olmak demekti. Aniden yüzü sarardı, titredi. Titrediğini fark eden yanındaki onun üşüdüğünü sandı, havaların serinlediğini söyledi. O da başını salladı. O sırada delikanlıyla az önceki ihtiyarın yerine oturan bir başka adam aralarında konuştular. Delikanlı:
“Öfkemiz çare¬sizlik sarmalında boğuluyor.” dedi.
Onun babasına baktı:
“Siz de yeni düştünüz galiba.” dedi anlayışla. 
Adam acıyla gülümsedi:
“Biz düşeli çok oldu.” 
Engin Bey şaşırdı. ‘Nasıl olup da değişmemişler, şükür ve minnet bataklığında boğulmamışlar?’ diye içinden geçirdi.
Adam, bakışlarından onun ne düşündüğünü anladı:
“Bizimle gel.” dedi. 
Birlikte sıraya geçtiler. Kadınbudu köfte, patates, yoğurt, domates çorbası, tatlı ve ekmek yediler.
Dışarı çıktıklarında baba oğul bir duvar dibine giderek kustular. Engin Bey de dayanamadı ve kustu.

Kategori: 

Bunları Okudunuz mu?

04/25/2025 - 10:25
02/20/2025 - 10:30
01/18/2025 - 21:05
11/20/2024 - 20:50
11/14/2024 - 19:11

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Dergisinin 54. Sayısı Çıktı
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Ocak-Şubat-Mart 2025 tarihli 54. sayısı...
Ümüş Eylül Dergisinin 53. Sayısı Yayınla...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan  Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Ekim-Kasım-Aralık 2024 tarihli 53. sayısı...
Düşünsel özgürlüğün Sınırsız Kütüphanesi...
Görülmüştür Kolektifi, Redfotoğraf grubu ve Karşı Sanat, “içerdekilerle dışardakileri buluşturan” ortak bir sergiye daha imza atıyor. Fotoğrafçılar,...

Konuk Yazarlar

Feyza Eren’den Akdeniz’e Lirik Bir Güzel...
  Uzun yıllardır sanat yaşamını ABD’de sürdüren Feyza Eren, “Vedadır Belki” adlı, tekli çalışmasıyla yeniden...
80’LİK DULLAR-1/ Sedat ÖNCER
Çünkü nüfusu orta yaşın da çok ötesinde insanlardan kuruluydu. Beldenin tek camisinden gün yoktu ki bir sela sesi duyulmasın… Emeklilerin tercih...
ZİNE/ Nazir Atila
Zine birden telaşlandı. İçini derin bir üzüntü kapladı. Yüreği korkuyla karışık bir heyecanla atmaya başladı. “Korkma Zine, okulun reviri var,...