
Saçları sapsarı olan İsa afalladı, başı yerdeydi, arkadan birinin onu dürtmesiyle ancak kendine geldi. Arkadaki çocuk kulağına fısıldıyor, “Seni çağırıyor, git” deyince İsa utana sıkıla ayakları birbirine dolanırcasına ezilmiş haliyle herkesin göreceği basamağa çıktı.
“Hadi, al bakalım mikrofonu, bağırarak oku.”
İsa bakışlarını arkadaşlarından ve sıradaki tüm öğrencilerden zoraki kaçırıyordu. Sadece müdüre bakıyordu.
“Ne bakıyorsun çocuk, hadi okusana?”
Müdür kolundaki alımlı fiyakalı saati İsa’ya gösterdi. İsa başını eğip öğrencilere döndü. Hâlâ kafası yerdeydi. Yerdeki bir karıncayı süzerek dikkatini ona vermişti. Karıncanın taşıdığı buğday tanesi büyükçe, belki karıncanın iki katıydı. Önce bir aksırdı, mikrofondan ses cızırdadı. Titrek titrek, ağzından cılız bir günaydın düştü. Sonra kafasını kaldırdı, arkadaşlarını süzdü. Dönüp müdüre baktı, gene kafası yere düştü. Bir anda kalbi küt küt sıkıştı. Kuvvetini ayaklarına verdiği besbelliydi. Güç bela durmaktaydı. Ayakta bacağının biri sarkaklaştı. Kuvvetini toplayıp derin bir nefes alıp verdi. Kafasında tümden beliren ışık daha doğrusu meltemler yarışıyordu.
Öğrenciler, “Herhalde söylemeyecek, çelimsiz, iş bilmez…” Arada bir hırıltılar bağırtılar, gülmeler oldu fakat müdür tüm sesleri susturdu. Dönüp İsa’ya hiddetlendi. İsa bakışını düzeltip tekrardan cesurca kafasını kaldırdı. Mikrofonu sıkıca kavrayıp bas bas bağırdı.
“Kürdüm!”
Öğrencilerden kısık şaşırmalar, “Kürdüm, Türk'üm” karışımı bocalamalar. Her telden ayrı bir ses. Müdür, tokadı yapıştırdı. Ardından İsa’yı tutup kafasını baş aşağıya getirdi. Dünyaya tersten baktı İsa. Cebindeki kurşun kalemi, kalemtıraşı, silgisi ve misketleri yere düştü. Kimseden ses çıkmadı ama herkes olanları hayretle izledi, kanları dondu. İsa’ya bir tekme savurdu, sonra İsa’yı yerine yolladı. İsa o gündür bugündür konuşmuyor. Müdür, işaret parmağını salladı ve tepede dalgalanan Türk bayrağını gösterdi.
“Amına koyduğumun çocukları! Devlet daha size ne yapacak, okuma yazma bilmez cahillere daha ne yapacak!”
İşaret parmağını öğrenciler üzerinde sallandırdı.
“Sabah tam sekizde hepiniz burada hazır olda dikileceksiniz! Eşek gibi gelip andımızı okuyacaksınız! Ezberlemeyenler de ya okula gelmeyecek ya da ezberleyecek! Her gün bir başkası okuyacak. Sırayla. Yok öyle her gün bir iki parmak, herkesin parmağı havada olacak.”
Galip öğretmene baktı, İsa’nın öğretmeniydi. Sonra tiksintiyle yüzünü yine öğrencilere verdi.
“Şu sarı çocuk var ya artık onun ismi kurbağa! Lakabı kurbağa, haydi hep beraber söylüyoruz!”
Gözlerinden alevler parlıyordu.
“Kurbağaaa, kurbağaaa!”
Müdürden ses çıkıyordu ama öğrenciler hâlâ suskundu.
“İt dölleri duymuyor musunuz; kurbağa!” Sesler giderek çoğalıyordu. Ezgi Hoca ve müzik hocası Arzu da tempo tutmuştu.
“Kurbağa! Kurbağa!”
“Sarı kurbağa, sapsarı kurbağa”
Bazen yeşil olur veya kırmızı. Sarı kırmızı yeşil bir kurbağa…
İsa geçen gün öldü. Tam on beş yıl ağzından bir kelime çıkmamıştı. Dile kolay, doktora gittiler, hacı hocaya gittiler yok, korkmuştu. Hayata küsmüştü İsa.
Arkadaşım İsa ölmüştü. Şimdi kimsesiz kaldım. Bir arkadaşım vardı o da öldü. İsa yoksa…