Malum Coronavirüs günlerinden geçiyoruz ve her şeye rağmen bu koşullarda bile, tüm olanaksızlıklar ortada iken Tokat'ın en ücra yerlerinden Çamlıbel Sırtlarında çıplak bir araziye kurulmuş bu hapishanede hapis olan ve yirmiyedinci yılını geride bırakan, bu geçen yılları büyük oranda yazın uğraşıyla geçiren, edebiyata gönül vermiş, karınca kararınca çabalayan, belki birçok insanın adını bile bilmediği birkaç kitap yazan ve dili döndüğünce, kalemi yazdığınca, yüreği aktığınca, öykü, şiir, deneme karalamaya çalışan bana, “Birikim” dergisini ulaştıranlara bir nevi teşekkür amaçlıdır.
Neden Marcel Proust'un unutulmayan ve asri zaman romanları içinde en önde olan romanını ismiyle başladım diye merak edebilirsiniz! Yıllar önce o külliyatı okuma cesareti gösterdiğimde bütün yoğunluğuna ve itiraf edeyim anlayamadığım birçok şeyine rağmen 'Kayıp Zamanın İzinde' eserini sanki kendi hapishanesinden, kişisel hayat hapishanesinden yazmış gibi hissetmiştim. Belki de uzun yıllar hapiste olduğum için okurken sanal bir empati kurmuştum. Bu çıkarsamamı yadırgayanlar olabilir, ama o kapalı devre zihinden o derece açık bir evren yaratabilme becerisi bence ancak içindeki hapishaneyi fark etme dürtüsüyle mümkündür diyorum.
Hapishane Foucaultvari okumaya 'kapatılma'dır. Özgürlükçü okumayla da bir tür 'açılmadır.' Proust'un başarısı, belki de bu korkunç kişilik kapatılmasını harika bir edebiyat açılımı uzamına çevirebilme becerisini gösterebilmesidir. Yazımındaki derinlik, duygu, düşünce ve tüm her şeye dair bu kadar çarpıcı ve hafıza oluşturabilen cümleler kurabilmesi ancak kuşatılmışlık, yoksunluk, kısıtlılık, sınırlılık ve kocaman bir beklemek denilen hissiyatları yaşaması ile mümkün olur. Bu hissiyatı ancak hapishane ya da hapsolma duygusu sağlar.
Hapiste olanın; körlüğü ve uzak görüşlüğü, sığlığı ve derinliği, sağırlığı ve her şeyi duyabilmesi ve en önemlisi dokunması ve her şeyden tecrit olması, dokunamaması tam da kendi varoluşunu ve bunu yazıya dökebilmesinin kaynağıdır. Soyutlama becerisi, düşsel ufku ve bunu ifade etme arayışı onu Marcel Proust'un yazım kardeşi yapar. Tıpkı farklı bir okuma üzerinden Virgina Woolf'un 'Kendine Ait Bir Oda'sındaki Sheakspeare'in hayali kız kardeşi gibi, hapiste olan aslında Proust'un hayali kardeşi ya da düşlem ortağı olur.
“Hayalgücü, düşünme yetisi ve ıstırap yazmanın koşullarını sağlar” diyordu. M. Proust, hayalgücü en iyi hapiste çalışır, düşünme yetisi zaten olmazsa olmazdır. Istırapa gelince hapishanede ondan bolca vardır.
Hapishaneye 'Kaybolmayan Zamanın Yeri' demenin nedenine gelince, metafor veya imge olarak değil hakikattir bana bunu söyleten. Kocaman ve upuzun bir uzamdır hapishane ama çoğunlukla ve sürekli geçmişe doğru açılan ve genişleyen bir uzam. An ve gelecek bir tür sanallıktır hapishanede. Esas olan geçmiştir. Canlıdır, diridir, sürekli ve durmadan seni yakalayan, çağıran ve kendini içinde bulduğun yer, geçmişin uzamıdır. Neredeyse kaç yaşında içeri girmişsen o yaşındaki haliyle kalmıştır duyguların. Düşünce daha çok sanal bir uzamdır, hayat dokunamadığın ama hissetmeye çalıştığın bir rüyadır. Kaybolmayan zaman içeride geçmiştir. Kaybolan ve hiç yaşanmayan ise andır. Bu karmaşa içerdeki insanda bir zaman algısı travmasına yol açar, geriye duvarların arasında akıp giden, rutin, monoton, biteviye yıllar kalır.
Bir yazımda içeride uzun yıllar kalan mahpusları -kendim gibi olanlardan bahsediyorum- 'Kelebekleşemeyen tırtırlara' benzetmiştim. Ölmeyen ve kendinden yeniyi doğuramayan ama yine de yaşayan ya da yaşama tutunan bir varlık. Kafka'nın 'Dönüşüm'ünün geçersiz kaldığı bir durum veya hal. Bunu tarif etmek çok güç. Üstelik geçmiş nostalji değil, gelecek ise ütopya değil. Distopik ve ütopik bir roman hiç değil. Ancak kaybolmayan zamanın kendini var ettiği tarifsiz bir oluş hali. Kazası geçmiş olan ve ondan çıkamayan bir varlık, bir canlı türü.
M. Proust kayıp zamanın izinden giderken, hapisteki kardeşi(leri) ise kaybolmayan zamanın ağına takılıp kalıyor. Bir tür zaman laneti gibi. Her şey doğanın diyalektiği gereği akıp giderken, yaşanmış zamanda kalıp-çakılma zamanın laneti oluyor. Bu iyi mi, kötü mü bir şey diyemem! İçinden geçtiğimiz zamanın hız trendi her şeyi bir karadelik misali yutarken, geçmiş zamanı yakalamak ya da o zamanda yaşam dolu anlar ve anılarla kalmak, tam olarak ne ifade eder, neye tekabül eder bunun yorumunuda size bırakıyorum. Hız tuzağında hiçbir şey yaşamadan yaşamış gibi yapmak mı, geçmişin canlı havzasında yaşamla dolu dolu kalmak mı? Hangisi evladır?
Konuyu çok uzatmadan ve dağıtmadan bitirmeye çalışacağım. Coronavirüs zamanlarında hapishanede günler daha zor ve daha ağır geçiyor. Blinen nedenlerden dolayı tüm etkinlikler askıda zaten öncesinde de pek yoktu. Aile ziyaretleri yapılamıyor. (Açık ziyaretler) kalabalık ortamlarda (bulunduğum oda küçük ama yirmibir (21) kişi kalıyoruz) en küçük bulaşma olasılığı ile herkesin virüsü kapma riskiyle karşı karşıyayız. Üstelik işimiz tamamen şansa kalmış. Haftada bir defa sadece telefonla yirmi dakika ailemizle görüşmek için bulunduğumuz odadan çıkıyoruz. Onun dışında normal bir evin büyük bir salonu kadar bir yerde, iki katlı bir odada bu kalabalık sayı ile sürekli bir aradayız. Varın bunun risk haritasını siz çıkarın, tehlike olasılığını siz hesap edin. Herkesin kendi hapishanesine kapandığı bu günlerde biz zaten yıllardır yaşadığımızı daha ağır biçimde yaşıyoruz o kadar.
Kaybolan Zaman'ı ararken, kaybolmayan zamanı en ağır biçimde yaşamanın nasıl bir duygu olduğunu bugünlerde yaşanan 'toplumsal kapatılma' ile anlamak belki mümkün olur! Tabi dışarıdaki 'kapatılmanın bin türlü teknoloji ve iletişim aracıyla aşılma olanağı ayrı bir avantaj, hapiste olanın bu imkanı yok. Gecikerek gelen gazeteler, doğru-dürüst verilmeyen kitapve dergiler, idare izni marifetiyle verilen TV kanalları ve tek dalga, fm kanalı çeken küçük radyolar dışında başka bir imkan yok. Ama yetersizde olsa var olan kitaplar ve hiç bitmeyen yazma isteği... Benim açımdan zamana dahil olmanın bir biçimi. Hayatı yakalamının ve yazmanın imkanı.
Hepimizin Koronasız, güzel, güneşli ve özgür günlerde görüşeceği
ümidiyle, yakalanan zamnda buluşmak dileğiyle diyorum.
Seyit Oktay
T-Tipi Cezaevi
B3-7 Tokat
Hapishane: 'Kaybolmayan Zamanın Yeri'
KAYIP ZAMANIN İZİNDEN/KAYBOLMAYAN ZAMANIN YERİNDEN-
“İnsan ancak hatırladığı şeye sadık kalabilir ve ancak bildiği şeyi hatırlar”
Marcel Proust (Kayıp Zamanın İzinde)
Seyit Oktay. T-Tipi Cezaevi. B3-7 Tokat
Kategori:
Bunları Okudunuz mu?
Hapishane Edebiyatı
Ümüş Eylül Dergisinin 53. Sayısı Yayınla...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan
Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Ekim-Kasım-Aralık 2024 tarihli 53. sayısı...
Düşünsel özgürlüğün Sınırsız Kütüphanesi...
Görülmüştür Kolektifi, Redfotoğraf grubu ve Karşı Sanat, “içerdekilerle dışardakileri buluşturan” ortak bir sergiye daha imza atıyor. Fotoğrafçılar,...
SINIRSIZ KÜTÜPHANE
SINIRSIZ KÜTÜPHANE
Tutsakların içeride yazdığı yüzden fazla kitap, resim ve karikatür ile fotoğrafçıların bu temada çektiği / yaptığı fotoğrafları...
Konuk Yazarlar
ZİNE/ Nazir Atila
Zine birden telaşlandı. İçini derin bir üzüntü kapladı. Yüreği korkuyla karışık bir heyecanla atmaya başladı.
“Korkma Zine, okulun reviri var,...
"BİZ BAŞKA TÜRLÜ SEVERDİK BİRBİRİMİ...
Derken, Galata Yokuşu'nun oralarda, yeni kurulmuş bir ajansta iş buldum. Burada getir götür işlerine bakacak ve Tünel'den başlayıp, Levent'e...
Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...