Çocuk yerlerde debeleniyor, avazı çıktığı kadar bağırıyor, haykırıyordu: "Babamı istiyorum, bana ne, bana ne, ben babamı istiyorum!" Gardiyan umursamaz bir tavırla çocuğu izliyor... Jandarma başı önünde gözlerini kaçırıyor. Anne çaresiz...
Baba şaşkın gözlerle oğluna bakıyor, sonra onu kucağına alıyor, bağrına basıyor, saçlarını kokluyor, sümüğünü siliyor. Akan gözyaşlarını o görmesin diye içmek istiyor. İkisi birbirine sarılmış hâlde öylece ağlıyorlardı. Baba "Ne olur ağlama oğlum, bak buradayım, yanı başındayım." diyebildi çaresizlikle. Sesi titrek, ağlamaklı, duygu yüklüydü.
Çocuk olanlara aldırış etmiyor, ağlamasını aralıksız sürdürüyordu. Hıçkırık nöbetine yakalanmıştı, uyanmak istemiyordu bu nöbetten. Durmaksızın "Ben babamı istiyorum!" diye bağırıyor, feryadı görüş haneyi çınlatıyordu. Babasının boynuna sıkıca sarılmıştı çocuk. Birden en çok sevdiği şeyi yaptı: Babasının bıyığına asıldı, çekmeye, oynamaya başladı.
Bir yıl öncesini yaşıyordu çocuk. O zamanlar beş yaşında ya var ya yoktu. Bir gece yarısı kapıları zorla kırılarak açılmış ve yine zorla alıp götürmüşlerdi babasını yabancı birileri. Bir anlam verememişti o zamanlar. Annesi, "Birazdan gelecek baban" demişti. Bir yıl geçmesine rağmen gelmemişti ama. Sonunda kendisi gelmişti babasının yanına. Onlarca kapıdan didik didik arandıktan sonra ancak kavuşabilmişti ona. "Neden buradasın?" diye sordu çocuk. Baba şaşkın, uykudan yeni uyanırmışçasına, "Küçüksün yavrum‘‘ diyebildi çaresizce. ‘‘Nasılsa bir gün anlayacaksın, ama önce büyümelisin." Çocuk gömleğinin kolunu sıyırarak, pazusunu şişirip gösterdi. "Bak, büyüdüm, elle bir." dedi. Gözlerini babasının gözlerinin içine dikerek, "Baba anlat sen yine de, anlarım ben." diye diretti. Baba mutluydu, umutlandı, tarifsiz bir sevinç duydu içerisinde. Oğlunun yürekli oluşu bir süre için ertelemişti acılarını. Özlemle sarıldı bir kez daha ona, alnına, yanaklarına, gözlerine, her tarafına öpücükler kondurdu.
Anne şaşkındı, hüzünle izliyordu olup bitenleri. Sonra göz-göze geldi kocasıyla... Baba usulca bıraktı oğlunu yere. Bakışları onu izlemeye devam ediyordu, içi acıdı, yüreği burkuldu birden. Onları yüzüstü, bir başına yapayalnız koymuştu... Kadın kocasına sarıldı, ağlamamak işin dişlerini dudaklarına geçirmiş, ısırıyordu.
Çocuk onlardan sıyrıldı, kaçtı âdeta yanlarından, gardiyana doğru koştu. Karşısına dikilerek, bağırmaya başladı: "Çabuk anahtarları ver bana! “ Gardiyan afalladı. Kendini bilmez bir hâldeydi. Çocuk haykırarak tekrarladı: "Sana anahtarları ver dedim! “ Sesinin tonunda, bir isyan, bir kararlılık okunuyordu. "Kapıyı göster bana, babamı alıp götüreceğim buradan çok uzaklara!" Çocuk ağlıyordu, anne ağlıyordu, baba Fırat nehrine dönmüş gözyaşlarıyla, göğsü kabarık bir hâlde ve gururla kurtarıcısı oğlunu izliyordu...