
Ayşe Kaygusuz Şimşek: “Çocukluğumuz ‘mayalandığımız dönemdir’ sonradan aldıklarımızı onun üstüne koyarak bir kişiliğimiz oluşur. Ben Veli Bayrak’ın çocukluğunu merak ediyorum.”
Veli Bayrak: “Ankara’da, Ankara’nın çöplerinin döküldüğü mahallede, Tuzluçayır Natoyolunda doğup büyüdüm. Tuzluçayır’da o zamanlar yazlık bir sinema vardı, çocukluğum o sinemanın bitişiğinde bulunan tahta merdivenli gecekonduda geçti. Penceresinden sinemanın perdesini görürdük. Yıllarca komşuların çocuklarıyla birlikte o pencerenin önünde filimler izledik. Yılmaz Güney filmleriyle mesela orada tanıştım. Tabii Tuzluçayır Natoyolunda doğup büyümek dönemin halk ozanlarıyla çocukluk geçirmem fırsatını da vermiş oldu bana. Feyzullah Çınar, Müslüm Sünbül, İsmail İpek, Ali Kızıltuğ, İsmail Nar, Mahzuni Şerif ve daha niceleri. Bu insanların içerisinde büyümek, bu insanlara komşu olup, bu insanlarla aynı havayı solumak aynı ortamda bulunmak kıymetli bir şeydi. Ben kıymetini bildiğimi sanıyorum.”
Ayşe Kaygusuz Şimşek: “Çocukluğunu neden merak ettim, çünkü kalemin ve dilin, hiciv ve mizah ağırlığında. Bunun alt yapısı nasıl oluştu? Tabii bu kişinin olaylara bakış açısıyla da ilgili ama ben, çocukluğun bu alt yapıya etkisini merak ediyorum.”
Veli Bayrak: “Ben ilkokul ikinci sınıfa kadar Tuzluçayır Süleyman Nazif İlkokulunda okudum. Daha sonra babam, Natoyolunda, yani Ankara’nın çöplerinin döküldüğü mahallede arsa aldı ve gecekondumuzu oraya yaptık. Tabii koşullar zordu. Önce iki göz oda sonra bir başka oda, tuvalet, kömürlük, tandırlık derken yıkılana kadar hiç eksiği bitmedi gecekondumuzun. Zaten gecekondular memleket gibidir eksiklikleri hiç bitmez. O dönemin gurbetçilerinin birçoğu gibi biz de yoksulduk. Bir zeytini üç kez ısırarak yediğimiz günler oldu. Babam bir kamu kuruluşunda odacıydı. Annem ise haftanın belli günleri zengin evlerine temizliğe giderdi. Natoyoluna taşınınca kaydımı mahallemizde bulunan Açıkalın İlkokuluna aldırdık. O yıllarda çöplük neredeyse mahallenin ortasında kaldığı için hemen her ay “Çöplük kaldırılsın.” eylemleri yapılırdı. Çoğu zaman bu eylemlere tanınmış sanatçılar, yazarlar, gazeteciler destek verirdi. Koku ve hastalıklardan dolayı çöplükte yaşamak zordu. Üstüne bir de tahtakurusu ekleniyordu ki gece sabahlara kadar uyuyamıyorduk. Anne ve babam vücudumuza ilaç sürerdi tahtakurusu gelip kanımızı emmesin diye ama o ilaçlar acayip sızlatırdı vücudumuzu. İşte bu “Çöplük kaldırılsın” eylemlerinden birinde her zaman ki gibi çöplüğün kenarında hurdacıya satmak üzere demir, bakır, plastik gibi şeyler topluyordum. Amacım toplayıp hurdacıya satmak ve aileme yardımcı olmaktı. O esnada boynunda fotoğraf makinasıyla biri geldi yanıma ve bana “Ne yapıyorsun ufaklık?” diye sordu. Dilimin döndüğünce ne yaptığımı anlattım. Sonra gazeteci fotoğraflarımı çekip eylem alanına doğru yürümeye başladı. Koştum ardından, “Abi,” dedim. “O fotoğraflardan bana da verecek misin?” Gülümsedi adam, “Doğrusu, işim gereği olmazsa buraya bir daha geleceğimi sanmıyorum.” dedi. Bu kez ben güldüm gazeteciye ve “Sen o fotoğrafları çöpe at abi. Nasılsa bütün çöpler buraya geliyor ve ben hep buradayım.” dedim. Gazeteci geldi başımı okşadı birlikte babamın yanına gittik ve babamdan adresimizi alıp bir hafta sonra bize fotoğraflarla birlikte Aziz Nesin’in kitabını gönderdi. Daha sonra ki yıllarda evimiz birçok kez asker ve polis tarafından aranıp tarumar edildi. Kaybettiğim şeyler içerisinde o fotoğraflar ve kitapta vardı ama özellikle edebiyat hayatımda büyük yer edinen Aziz Nesin sevgisi ve onun mizah anlayışı asla silinmedi benden. Sanırım altyapıya dair sorduğunuz soruya bu iyi bir cevap olmuştur.”
Ayşe Kaygusuz Şimşek: “Yazmanın kırılma noktası neydi? İlk yazdığın metin, öykü vs. konusu neydi ve nasıl anlattın? Geri dönüşleri nasıl oldu ve sen bunu nasıl karşıladın?”
Veli Bayrak: “Benim bir alışkanlığım vardı, yazıp çizdiğim hiçbir şeyi atmazdım. Okul hayatım dahil o yıllarda yazdığım öykü, şiir ve çizdiğim resim ve karikatürler halen durur. Beni yazmaya iten birçok neden vardı ama özellikle GırGır dergisinin yeri ayrıdır. Her hafta sonu gazete bayiine gider GırGır dergisi alırdım ve hemen her hafta çizdiğim karikatürleri Oğuz Aral’ın yönettiği “Hariçten Gazel Okuyanlar” köşesine gönderirdim. Bu çizdiğim karikatürler hiçbir zaman yayınlanmadı ama ben bu sayede çok iyi bir mizah okuru oldum. Kırılma noktasını bilmiyorum ama yazmam için birçok sebep vardı. Öncelikle halk ozanlarının içerisinde büyümüştüm ve bir türkü aşığıydım. Saz çalmaya ilkokul yıllarında başladım. Halk ozanlarının sazla atışmalarını çok beğenirdim ve bu ben de doğaçlama yeteneğinin gelişmesine sebep oldu. Özellikle lise yıllarında öğretmenlerimiz bize atasözü veya özlü sözler verirdi bizler de bunu açıklamaya çalışırdık. Öyle şeyler yazardım ki öğretmenimiz kimi zaman ağlayarak kimi zaman gülerek sınıfa okurdu yazdıklarımı. İlk yazdığım şeyler çok iyi hatırlıyorum ortaokul yıllarında köyde yaşayan halama yazdığım mektup ve tahta kurularına karşı verdiğimiz mücadeleyle ilgili kısa öykülerdi. Halama yazdığım mektuba, “Canım Bibime” diye başlamıştım ki öğretmenimiz sormuştu “Bibi ne demek?” diye. Bizde bibi, hala demektir. Tahtakurusuyla ilgili yazısı ise son derece acıklıydı. Sonra yazdıklarımı aileme arkadaşlarıma okurdum çok beğenirlerdi. Ayrıca ekonomik olarak yoksulduk ama kitap olarak zengindik. Büyük abim gecekondumuzun bir köşesini kütüphane yapmıştı. Mahallenin tüm çocuk ve yetişkinleri gelir ismini yazdırır kitap alır ve okuduktan sonra geri getirirdi. Bir nevi bizim evimiz mahallenin kütüphanesiydi. Gerçi bunun acısını 12 Eylül’de çok çekmişti abim ama kitap okuma sevgisi beynimize o zamanlar işlemişti. Mizahta ise biraz anneme çekmişimdir. Güldürmek için özel bir çaba sarf etmem. Mizah biraz da böyledir aslında. Bu yüzden demişimdir, parayla yazar zorla mizah olmaz diye.”
Ayşe Kaygusuz Şimşek: “Sence Mizahın edebiyattaki yeri nedir?”
Veli Bayrak: “Bu aslında sadece günümüzde değil geçmişte de tartışılan bir konudur. Bence artık tartışılır olmaktan çıkmıştır. Bana göre mizah edebiyatın en önemli unsurudur ama ne yazık ki özellikle Türk edebiyatında mizah çokta ciddiye alınmamıştır. Aziz Nesin söylemişti, “Refik Halit, Yusuf Ziya hatta Peyami Safa birer gülmece yazarıydılar ama takma isim kullanırlardı çünkü yaptıklarını küçümsüyorlardı.” diye. Oysa Aziz Nesin’de takma isim kullanmıştı ama o başına gelen işler yüzündendi. Soruşturmalar, tutuklanmalar, gazete ve dergilerin kapatılmaları. 1946-1950 yılları arasında yayınlanan ve başında Aziz Nesin, Sebahattin Ali, Rıfat Ilgaz gibi isimlerin bulunduğu haftalık yayınlanan Marko Paşa mesela. Marko Paşa o kadar çok etkiliydi ki sürekli kapatılır ama her defasında “Toplatılmadığı zamanlar çıkar” veya “Yazarları hapishanede olmadığı zamanlar çıkar.” diye yazan logolarla isim değiştirilir, Merhumpaşa, Malum paşa, Yedi-Sekiz Hasan Paşa, Hür Marko Paşa, Bizim Paşa, Ali Baba ve Kırk Haramiler gibi isimlerle yeniden çıkardı. Mizah aslında egemen güçlerin bir türlü baş edemediği şeydir. Bu yüzden de çareyi hep tutuklamak ya da kapatmakta bulurlar. Bugün artık gazete ve dergileri kapatma emrini verenleri kimse hatırlamaz ama Aziz Nesin, Sebahattin Ali, Rıfat Ilgaz gibi isimler hep hatırlanacak.”
Ayşe Kaygusuz Şimşek: “Mizah ile vermek istediğin mesajı yerine ulaştırabiliyor musun?”
Veli Bayrak: “Burada aslında gülmece anlayışımı ortaya koymam gerekir. Böyle olursa ancak o mesajın yerine ulaşıp ulaşmadığı daha iyi anlaşılır. Mizah için genelde sorgulayan, sorgularken gülümseten, gülümsetirken düşündüren gibi tanımlar kullanılır. Bu tanımla ilgili fazla bir şey söylemek istemiyorum ama benim mizah tanımım biraz da Aziz Nesin’in tanımıyla örtüşür. Benim açımdan mizah; içinde yokluk, yoksunluk ve buna bağlı isyan, öfke, kırgınlık, başkaldırı, özlem, aşk, ayrılık gibi şeyleri de barındıran bir dışa vurum biçimidir. Çünkü mizah yazarlarının birçoğuna bakın rahat hayat sürmemişlerdir. Sadece Türkiye'de değil dünyada da bu böyledir. Aziz Nesin bir yazısında, “Elbette her acı çekenden mizahçı olmaz ama yaşadığı ağır koşullar onun yeteneğini geliştirir.” der. Örneğin ben, bana işkence yapan bir polisin vücudumun değişik yerlerine elektrik verirken, “Senden olsa olsa terörist olur.” demesine karşılık onun gibi kendisine işkence yaparak, “Hayır olmaz.” diyemezdim. Ya da bana yapılan herhangi bir haksızlığa karşı tıpkı onun gibi bir başka haksızlık yaparak cevap veremezdim. İşte bu yüzden öykü ve kitaplarımda içimde biriken öfkeyi, isyanı, kırgınlığı, aşkı, hüznü, ayrılığı, dostluğu ve özlemi böyle ifade edebilirdim ancak. Ben de elimden geldiğince hep bunu yapmaya çalışıyorum. Öte taraftan şunu da belirtmekte fayda var ki, benim mizah anlayışım biraz da geleneksele dayanır. İçerisinde Nasrettin Hoca, Hacivat-Karagöz, Keloğlan, Meddah gibi şeyler vardır. Ama Laz fıkraları bulunmaz mesela. Ya da “Erzurumlunun biri” diye başlayan fıkralar. Dolayısıyla benim yapmaya çalıştığım şey halk gülmecesine daha yakındır. Bu da toplumda karşılığı olan şeydir. Çünkü maalesef adaletli bir dünyada yaşamıyoruz. Dolayısıyla ben bu adaletsizliğe karşı mücadeleyi halk gülmecesi denilen şeyle vermeye çalışıyorum. Bunun için illa da gülmek, güldürmek gerekmez. Biz ki gülerken kendi dizimize ya da yanımızdakinin omzuna vuran bir milletiz. Biz millet olarak acı çekmeye ya da acı çektirmeye düşkün insanlarız. Çünkü besin kaynağımız acıdır bizim. Düşünsenize aşkı bile acı çekerek yaşarız. İşte bu aşamada benim açımdan Kara Mizah girer devreye. İçerisinde sosyoloji, psikoloji, felsefe her şey vardır. Elbette kara mizah da güldürür ama ağzınız mesela iki üç santim sağa sola kaymaz ya da gülmekten karnınız ağrımaz. Özellikle günümüzde teknoloji ve sosyal medyanın da etkisiyle toplumun en büyük sorunu ne biliyor musunuz? Kara mizah ve ironiden gittikçe uzaklaşmamız. Bu yüzden demiştim, yurdum insanı ironiden anlıyor ama sadece kendisi yaptığı sürece diye. Düşünsenize öykü yazıp paylaşıyorsunuz ve sırf içerisinde biri ölmüş diye yüzlerce kişiden başsağlığı mesajı alıyorsunuz. Oysa bir öyküdür o. Kemalettin Tuğcu mesela günümüzde yaşamış olsaydı baş sağlığı mesajından başını kaldıramazdı adam. Bu çok acı.”
Ayşe Kaygusuz Şimşek: “Mizahın toplumdaki karşılığı ne?”
Veli Bayrak: “Türkiye konu bulma açısından zengin bir ülke. Bu da sorduğunuz soruyu tersten sormamıza sebep oluyor. Dolayısıyla “Mizahın toplumdaki karşılığı mı?” yoksa “Toplumun mizahta ki karşılığı mı?” gündeme geliyor. Elbette birincisi makul olanı ama ikincisi günümüze çok daha uygun. Çünkü mizahçı hareketlidir; görür, dinler, gözlem yapar ve yazar. Ama Türkiye’de mizahçı bir köşede dursun, hiçbir şey yapmasın birileri gelip onu bulur ve ona onlarca malzeme verir. Düşünün ki bir toplum 1400 yıldır orucun neyi bozup bozmadığını her sene ramazan ayında birilerine soru sorarak öğrenmeye çalışıyor. Benim burada ki sıkıntım toplumun kendisi değil. Çünkü onlara ne verirsen onu alırlar. Benim sıkıntım bu soruyu cevaplamaya çalışan sözde aydınlarla! Biri de çıkıp demiyor ki yahu kardeşim yiyip içmeyeceksin işin özü bu. Hastaysan zaten tutmayacaksın. Saatlerce program yapıyorlar bunun için. Neden? Ucunda para var çünkü! Bu yüzden demiştim bir keresinde, Sosyalistlerin işi daha zor. 1400 yıldır neyin orucu bozup bozmadığını öğrenemeyen bir halka emek sermaye çelişkisini anlatmaya çalışıyorlar diye. Benim konu bulma anlamında sıkıntım yok ama zaman bulma anlamında sıkıntım var. İçimde sürekli yazıp çizme telaşı var ama geçimimizi sadece edebiyattan sağlayamadığımız için maalesef bu mümkün değil. Sanat ve edebiyatın diğer teknik konulara göre büyük sıkıntıları vardır. Yazdın yazdın yoksa kalıyor. Oysa mesela buluşlar icatlar öyle değildir. Değişen dünya düzeni yüz yıl sonra bile olsa onu bulduruyor insana.”
Ayşe Kaygusuz Şimşek: “Şu son çıkan kitabını konuşalım mı? Biliyorum ki çıkının boş değil, fırından yeni kokular geliyor. Bu kez nasıl bir dosya hazırlığın var? Adını koydun mu?”
Veli Bayrak: “Şu an kitapçılarda 13 kitabım var. Bunların içerisinde birden çok baskı yapanlar da var. En son şair arkadaşım, dostum Esma Temur Ekinci’nin önsöz yazdığı Perperike Dılemın (2.Baskı) ve mizah öykülerinden oluşan Benden Söylemesi isimli kitabım çıktı. Ayrıca Ortaya Barışık Öyküler isimli kitabımın üçüncü baskısı da bu söyleşi yayınlandığında çıkmış olacak. Bir de 2024 yılının sonunda belki de 2025 yılının başlarında ismini henüz belirlemediğim bir kitabım daha çıkacak.”
Ayşe Kaygusuz Şimşek: “Hep mizah dedik, öykü dedik ama şiirle aran nasıl? Kimleri okursun mesela, seni heyecanlandıran yazarlar, şairler var mı?”
Veli Bayrak: “Doğrusu ben 90’lı yıllarda kaldım. Kimse kusura bakmasın, elbette içlerinde beğendiğim yazar ve şairler var ama işin doğrusu isim verdirecek kadar yok. Kitap fuarlarına gidiyorum ama beni heyecanlandıran yazar veya çizerler yüzünden değil. Yok çünkü. Zaten imza günlerini de özellikle 2000’li yıllardan sonra biraz takı merasimine çevirdiler. Ben senin imza gününe geldim sen de benimkine gel gibi. Bu bana çok garip geliyor. Biraz önce de değindiğim gibi son dönemden şair dostum, arkadaşım Esma Temur Ekinci’nin Hanım isimli şiir kitabı özellikle beğendiklerim arasında. Eskilerden ille de isim vermem gerekirse Enver Gökçe, Ahmet Arif, Gülten Akın bir de Hasan Hüseyin Korkmazgil en başta gelir.”
Ayşe Kaygusuz Şimşek: “Son olarak farklı bir şey sormak istiyorum. Senin Annene olan tutkunu biliyorum. Sen askerdeyken Annen bir trafik kazası sonucu ölmüş ve ölmeden önce başında biriken kalabalığa, “Oğlum asker üzülür şimdi. Oğluma öldüğümü söylemeyin.” demiş. Sen de Annenin ölmeden önce söylediği bu son sözü bir kitabına isim olarak koydun. Bu kitabı okuduğumda çok yoğun duygular yaşadığımı söylemeden geçemeyeceğim..Bir edebiyatçı ve her şeyden önce bir insan olarak günümüzde özlemini çektiğin en önemli şey ne?”
Veli Bayrak: “Evet, ben aslında sadece annemi değil babamı da erken kaybettim. Onların yaşıtları halen yaşıyorlar ve ben onları gördükçe içim cız eder. İçlerinde samimi olduklarım var gidip onların elini öper boyunlarına sarılırım. Ben annemi 1991 yılında bir çöp arabası çarpması sonucu kaybettim. Dolayısıyla çöplüğün bu açıdan da farklı bir acısı var ben de. Elbette anne baba özlemi tüm her şeyden farklıdır ama yaşadığımız çağda galiba en belirgin özlem sağlam bir dostluk olmalı. Bana göre dostluğun temeli özlemdir. Eğer özlemiyorsanız dost değilsinizdir. Yapınızdan veya karakterinizden kaynaklı hayata karşı her zaman güçlü bir karakter çizebilirsiniz. Bu da çok doğaldır çünkü yoksa ezerler sizi. Ama bu düzgün karakter bazen sizi zor durumda bırakabilir. Birileri çıkar mesela ister bilerek ister bilmeyerek, “Nasılsa üstesinden gelir” diyerek rahatlıkla kırılabileceğiniz sözler söyleyebilir size. İşte tam da burada devreye gerçek dost girer. Ben dostluğa inanırım ama fazla dostum olmadı benim. Zaten dost dediğin fazla da olmaz. Eğer sağlam bir dostum varsa özlerim onu. Her gün her an özlerim. Onunla konuşmayı, sohbet etmeyi, oturmayı, yürümeyi, susmayı…Özlerim…Bir de dostluğun en belirgin özelliği birlikte ağlamak, birlikte gülmek, birlikte gezmek, görmek, konuşmak, tartışmanın yanı sıra susmaktır da. Evet, dostluk birazda susmasını bilmektir. Kısacası tüm bunların ortak özelliği üretim olduğuna göre dostluğun özü birazda birlikte üretmektir. Bir dostunuzun günün herhangi bir saatinde sizi arayıp hâl hatır sorması, bir şey danışması, nasılsın, iyi misin, hoş musun, hasta mısın, bir ihtiyacın var mı gibi şeyler söylemesi çok önemli. Günümüzde insan bunu kaç kişiyle yapabilir ki?”
Ayşe Kaygusuz Şimşek: Teşekkür ederim bu güzel söyleşi için. Çalışmalarında başarılar dilerim.
Veli Bayrak: Ben teşekkür ederim. Umarım güzel ve doyurucu bir söyleşi olmuştur