Çığlıklar çığlıklar

Ali Rıza Aksın kullanıcısının resmi
Açılan kapıdan diğer koğuştakilerle mutfağa doluştuk. Salon küçük olduğundan ayak koyacak yer yoktu. ”Tanrımıza hamdolsun, ordu, millet var olsun… ”

”Ne demek ordu, millet var olsun? Asker miyiz ki, halla halla…!” Karşılaştığım her felaketi, ”bir yanlışlık olmalı” diyerek geçiştirmeye çalışıyorum.
Masanın beri ucundaki ekmek yığınından (çeyrekten az) bir tane alıp sıraya girdim. Kalabalıkta H. Esendemir’i gördüm. Gözleri halkalanmış, burnunun formu değişmişti. Ben sarılmak, hasret gidermek isterken, o bakışları yerde kopya vermeye çalışan bir öğrenci gibi mesafeli durdu.
”Beni tanıdığını söyleyebilirsin. Partiyle derneği ilişkilendirmeye çalışıyorlar, özellikle de bunun için yüklendiler bana. Haydar’ı tanımadığımı ama görmüş olabileceğimi” söyledim.
Arkadaş canlısı Hüseyin onca strese rağmen hâlâ gülebiliyordu.
”Ula görürsün, istihbaratları zayıf, bir şey bilmiyorlar” dedi.
Yemeğimi alıp Hüseyin’e yakın oturdum. Tam anımsamasam da havuçlu, nohutlu bir şeydi herhâlde. Uğultu, fısıltı, tabak-kaşık sesleri arasında Haydar’ın iki defa alınıp bırakıldığını, Kasım’ın cezaevine gönderildiğini, Azimet'inse eziyetli, uzun bir sorgulamadan sonra cezaevine alındığını öğrendim.
”Vay be durum ciddi galiba!”
 
Hüseyin, ikinci buluşmamızda gözlerimi ıslatan o hazin hikâyesini anlattı bana.
-Okuldayken Sıdıka’yla aramızın olduğunu duymuşsundur…
-Duymaz olur muyum Allahsız!
Kaba, titrek bir gülmeyle sürdürdü Hüseyin.
-Gerçi gizliyordum ya fark etmesen şaşardım. Nişanı, düğünü birleştirmiş İslahiye’ye gidiyorken askerlerce durdurulup içeri alındım. Komutan, babamın, ”Bana bir gün verin onu kendi ellerimle getireyim” önerisini, ”Onu mahvedeceğim!” diye yanıtladı.
 
Ranzamda oturmuş, düşünüyordum. Yukarısı hareketli. Birkaç noktada süren diyaloglar, küfür, tehdit ve işkenceye dönüştü. Kaldığım yer eski malzeme deposu. Depoyu ayıran beton sütunların bir yanında ranzalar, diğer yanında daracık bir geçit… Sütunlar, kirişler, elektrik ve lağım boruları… Bir balinanın karnındaymışım gibi ürkütücü. Asma ampuller, paslı ranzalar, kanlı şilteler, gri beton, rutubet ve leş kokusu… Her şey içinden geldiğimiz, eleştirdiğimiz, sorguladığımız dünyayı aratır gibi. Batıya bakan, demir parmaklı iki penceremiz var. Onlar da arkadan örülmüş, küçücükler.
 
Gecenin güne dönüştüğünü nöbetçilerinin değişmesinden anlıyordum. Gözlerim tavanda, kulağım lağım borusunda, gözlerim rutubetten oluşmuş, yorumu herkese açık garip şekillerde. At, ejderha, kuş, kadın, it, püsük… Sonra onların yerini, annemin karakoldaki son hâli, kardeşlerimin yüzündeki acı, babam, Haydar, Abbas, Cello ve diğerleri aldı. Sonra tekrar kımıldayan, konuşan, inleyen, amiral battı, dama ve dokuztaş oynayan, sigara içen kanlı canlı insanlarla kaldım. ”İşte gördüğüm rüyanın ispatı” dedim. Suyu boşalmış havuz, kapanan kapak ve de beni ağlatan zifiri karanlık…
 
Çığlıklar… çığlıklar… çığlıklar. Siz hiç, doğum sancıları çeken, tecavüze uğrayan bir kadının çığlığını işittiniz mi? Öylesine sesler işte… Apak, körpecik kadınlar… Seslerinden iki büklüm olduklarını, ar yerlerini korumaya çalıştıklarını neredeyse görür gibi oluyorum. Bu kadınlar ki, yaşıtlarından farkları, gözlerindeki parıltı. Suçlarıysa yeryüzündeki çelişkileri erken fark etmeleri. Şimdi o gözlerdeki ışık söndürülmeli, temiz alınları yere değdirilmeliydi.
 
Siz hiç dana gibi böğüren bir erkek gördünüz mü? Çocukluğumda sadece ağaların traktörü olurdu. Şoförler, ecnebi zekâsının ürünü bu aletlerin üstünde şişinir, at, öküz sahiplerine hava atarlardı. Köylülerin traktörü yoksa da öküzlerinin güçlü kalması için taşaklarını alırlardı. Çocukluk işte, böğüren, debelenen öküzlerden, çelişkilerle dolu büyüklerin dünyasından hızla uzaklaşırdık. Uykuda bile acıyla kıvranan pörtlek gözlü öküzleri düşünürdük.
 
Şimdi öylesine bir böğürtü… Tavanı delercesine geliyor. Gözlerimin önünde ruhları çalınan, rüyaları kirletilen, iğdiş edilen erkekler geçiyor… Boy boy, sıra sıra. Yukarısı gerçek bir mezbahane… Kesme işini iki bine çeyrek kala insan türünün en adisi Evrenlerin boyu, yüzü farklı benzerleri yapıyordu. Gün onların günüydü. Daracık bir yere sıkıştırılmış, sırasını bekleyen onlarca insandık. Çığlıklar çığlıklar… Suçluluk duygusuyla yumruklarımı sıkıyorum.
 
2. Cilt, Kırmızı Fare

Kategori: 

Bunları Okudunuz mu?

02/20/2025 - 10:30
01/18/2025 - 21:05
11/20/2024 - 20:50
11/14/2024 - 19:11
11/03/2024 - 12:12

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Dergisinin 54. Sayısı Çıktı
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Ocak-Şubat-Mart 2025 tarihli 54. sayısı...
Ümüş Eylül Dergisinin 53. Sayısı Yayınla...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan  Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Ekim-Kasım-Aralık 2024 tarihli 53. sayısı...
Düşünsel özgürlüğün Sınırsız Kütüphanesi...
Görülmüştür Kolektifi, Redfotoğraf grubu ve Karşı Sanat, “içerdekilerle dışardakileri buluşturan” ortak bir sergiye daha imza atıyor. Fotoğrafçılar,...

Konuk Yazarlar

Feyza Eren’den Akdeniz’e Lirik Bir Güzel...
  Uzun yıllardır sanat yaşamını ABD’de sürdüren Feyza Eren, “Vedadır Belki” adlı, tekli çalışmasıyla yeniden...
80’LİK DULLAR-1/ Sedat ÖNCER
Çünkü nüfusu orta yaşın da çok ötesinde insanlardan kuruluydu. Beldenin tek camisinden gün yoktu ki bir sela sesi duyulmasın… Emeklilerin tercih...
ZİNE/ Nazir Atila
Zine birden telaşlandı. İçini derin bir üzüntü kapladı. Yüreği korkuyla karışık bir heyecanla atmaya başladı. “Korkma Zine, okulun reviri var,...