Adını kimse bilmezdi belki. Küçücük bir kulübede dört adımlık bir yerde oturur gün boyu gazete ve dergi taşırdı. Onu ilk gördüğümde yarım yamalak Türkçesi ile yüzümüze bakıp konuşan bu adam içimi ısıtmıştı. Kısa boyu ve kara kuru suratıyla, Dağ Kapı meydanında baraka-büfe karışımı yerde otururdu. Elinde bozuk paraları ile oynar meydandan gelip geçen kızlara kaş altından gizli gizli bakardı.
Her hafta sonu şehre indiğimizde Gejo’nun yanına koşardık. Hafta boyu bize biriktirip ayırdığı gazete ve dergileri alırdık. Henüz 12 Eylül'ün izlerinin ve baskısının tükenmediği günlerdi. Ondan başka kimse yasaklanan yayınları satmaya cesaret edemezdi.
Garip bir ruh hali vardı. Geçmişini kimse bilmez, kimseyle fazla konuşmazdı. Sabah erkenden güneş doğmadan büfesinde olur derlerdi. Gece el ayak çekilip meydan boşalınca büfesini kapatırdı. Okuma yazması zayıf olsa da birçok şairi ve şiiri bilirdi. Biz yanlışlarını söylesek bile onun doğruları değişmezdi.
Dedim ya; garip ve ilginç bir kişilikti. Yasak yayınları bize verirken büyük bir iş yapmış mağrurluğu olurdu yüzünde. Yemek ısmarlasak kabul etmez, sigara ikramımızı geri çevirecek kadar onurluydu. Meydanın ve çevresindeki esnafın sevgilisi, eğlence kaynağıydı.
Yıllar sonra tekrar yolum Dağ Kapı meydanına düştüğünde ne Gejo’dan bir iz ne de büfesinden bir eser kalmıştı. Bizim gençlik anılarımızın içinde Gejo sadece bir tozlu sayfa gibiydi artık. Ondan bize kalan silinmeyen tek anı, dişleri dökülmüş ağzından dökülen belki hayatta ezbere bildiği tek şey olan dizeleriydi;
‘’Dağ Gapının daşları
Yarin kalem kaşları…’’