Yaptığım söyleşilerde şiirimin kaynaklarına ilişkin değerlendirmelerde bulunurken Akdeniz, göçerlik kültürü, yurtsuzluk, mekânsızlık vurgusu yapmıştım.
On yıl Kırıkkale’de yaşamıştım. Oradan tanıdığım Kırşehirli genç bir arkadaşım beni telefonla arayarak serzenişte bulundu. Muharrem Ertaş’ın öğrencileri; Hacı Taşan, Çekiç Ali ve Neşet Ertaş’ın temsil ettiği bozkır avazının, kültürünün hiç mi etkisi yoktu yazıp çizdiklerimde?
Dinek dağının üzerinde katarlanan turnaların, bozkıra başını vura vura dolanan Kızılırmak’ın, Hasan Dede’de dönülen semahların ritmi heyecanı yok muydu hiç dizelerimde?
“Bir Akdeniz çocuğu olarak”(1) bozkıra ilk geldiğimde o sapsarı boşluk, birdenbire derin bir ürpertiyle bana sonsuz ve aşılmaz bir çığlık gibi görünmüştü. Dağlar, ovalar, iç içe geçerek bahar renklerine bürünmeye başladığında her renginin ayrı bir zaman diliminde hüküm sürdüğünü görmüştüm.
Her biri kendisine seçilen takvimdeki zamanlamaya uygun çiçekleniyordu. Bozkır cumhuriyetinde kendiliğinden gelişen birlik ve düzen vardı sanki. Gökkuşağının renkleri, alı moru, sarısı bir ressamın kompozisyonu eşliğinde birbirinin peşi sıra çıkıyordu sahneye.
Dediğim gibi bozkır önce gözümde korkunç görünmüştü, sonra allı morlu çiçekleriyle içine çekti aldı beni, sözünü verdi. Doğanın o gizli dilini keşfetmemi sağladı, yüzlerce yıllık Abdallık kültürünün büyülü kapılarını açtı, önümde.
Kırıkkale Cumhuriyet Meydanı’nda Neşet Ertaş’ı dinlemeye gelen binler vardı o yıllarda. Bozkır yanığı tenleriyle, MKE işçilerinin, yoksul köylülerin oluşturduğu kalabalık, onun dudaklarının arasından çıkacak havayı ciğerlerine çekmek için oradaydı.
Neşet Ertaş, o yanık avazıyla türküye başlamadan önce kendinden geçtiği o uzun saz taksiminden sonra gök gürlüyor, dağlar çiçekleniyor, kitle kendi gerçekliğinden kopuyordu. Acılar diniyor, yokluklar yoksunluklar o müthiş havada kendiliğinde silinip kayboluyor, herkes eşitleniyordu.
Kaset dükkanlarında, mağazalarda, tarlalarda o gırtlak nameli titrek sesiyle Hacı Taşan’ı, Çekiç Ali’yi Neşet Ertaş’ı günün her saati dinlemek mümkündü. Bu sesler cümbüşünde bozlağın tınılarını ayırabilecek, yöreye ilişkin kültürel birikimim elbette ilk başlarda yoktu.
Yıllar geçtikçe Çekiç Ali’nin sesindeki insanı yakıp kavuran hüzün berraklaştı. Bu kırılgan çığlıklar daha çok dikkatimi çekmeye başladı. Adını kelimelerle ortaya koyamadığım bir farklılık, başkalık vardı onun sazında ve sesindeki uzun yankıda.
Dinledikçe parmaklarının yel gibi gezdirdiği perdelerde cümbüşten, uda Anadolu’nun derinliğindeki, enstrümanlara ait ezgilerin yeniden canlanışına şahit oldum. Binlerce yıllık kültürün devamı olarak bu birikimin hamuruna emeğini, alın terini koyarak sürdürücüsü olmak elbette önemliydi benim için.
Bağlama çalışı, bozlaklardaki feryadı, yaz aylarında kurumuş çiçekleri açtıracak, takati tükenmiş çaylara can suyu verecek kadar güçlüydü. Sesinin dokunaklı tınıları, anaların yüreğini dağlayan, kaderine hiç dert yanmayan, gidişatı takdire bağlayan, sabrındaki bilgeliyle yer edinmişti usumda.
Peki, Neşet Ertaş tarafından “bağlamanın pehlivanı” olarak adlandırılan Ay dost! Avazına nefes verirken kalbimizi onca gama kedere sefer eyleyen Çekiç Ali kimdir?
1932 yılında Kırşehir Kaman’da dünyaya gelen sanatçı, saz çalışındaki kıvraklığı ve atikliği yüzünden kendisine “Çekiç” lakabı verilmiştir. Hacı Taşan ’la Neşet Ertaş’ın da ustası Muharrem Ertaş’ın manen el verdiği sanatçı, daha sonra kendi yolunu çizerek usta malına katkısını koyan özgün bir sanatçılardan biri olmuştur.
Orta Anadolu Abdal müziğinin önemli isimlerinden olan sanatçı hem bozlakları hem de kırık havaları bütün benliğinde duyumsayarak çalıp söylemiştir. Zorlu geçen hayatındaki yoksulluk, çektiği çile, onun sanatını mayalayan en önemli ögelerden biri olmuştur.
Abdallık geleneğinin sürdürücüsü olan Çekiç Ali yöredeki düğünlerde, eğlencelerde çalıp söylemiş yani çalgıcılıkla hayatını kazanmaya çalışmıştır.
Sanatçı, 1973 yılında geçirdiği kalp rahatsızlığı sonrası ameliyat olmuş, beynine pıhtı atması sonucu felç geçirerek 41 yaşında hayatını kaybetmiştir.
Şimdi tekrar başa dönecek olursak benim şiirimde önce Muharrem Ertaş’ın avazındaki köklerimi, atalar yurduna bağlayan bir Avşar bozlağı, Çekiç Ali’nin kıvrak ezgilerinin lirik akıcılığındaki hançer, Neşet’in gurbetteki hüznü hep var olmuştur.
Şiir yazarken Abdalların coğrafyanın acılarından devşirdiği çığlık dolaşır, dolanır durur yıkık bahçemde. Dadaloğlu ile dirence dönüşür, üç telli ezgisiyle yürür, yokluğu dayatanların üstüne bir sabah vakti Toroslardan.
Göz gözü görmez, bir top toz bulutunun içinde dağlarda, ovalarda cenk olur, yıkılır obalarımız, talan edilir çocukluğumuz. Kekik kokulu yaylalardan, keklik palazı tüylenmeden devlet zoruyla kovulan eski zamanlı bir sürgüne dairdir artık söylencemiz.
Benim için, hüznün içinde isyandır, Çekiç Ali’nin kısacık yaşamına sığdırdığı türküleri. Dolanır, durur, soluklanır doruklarda bozkırları aşar, varır menzilene. Saplanır kentlerin kalbine fabrikalarda, sokaklarda yaşamı muştulayan yeni günün sevincinde. Başlar akşamla bozkırı boydan boya adımlayan turna sesleri, yaban kazlarının geçişi.
Bağlamanın Pehlivanı’dır(2) sahne alan allı morlu çiçeklerin açtığı gökyüzü tarhında içimize yaslanır, yutkunarak dalar gideriz enginlere.
Dağlar sahip çıkar hüznümüze.
Nice görsem seni Everek dağı
Yüreğimde bir incecik sızı var
Ah ile geçirdim ömrümün çağı
Çoğu gitti bu ömrümün azı var
Kaynakça:
(1) Abdülkadir BULUT, Gözyaşları da Çiçek Açar, S. 6-7
(2) Neşet Ertaş https://www.biyografi.net/kisiayrinti.asp?kisiid=332