Genç yazara öğütler lV.

Haydar Karataş kullanıcısının resmi
Romanda karakter yaratma maceram üçüncü makalede anlattığım Erdal’ın hikâyesiyle olmadı elbet. O sadece benim ilk denememdi. Hatırladığım tek şey kareli bir deftere her gün yazdığımdır. Gazetelerde bulduğum ilanları önce işaretliyor, ardından onu bu işlere gönderiyordum. Ancak koğuşta varlığı pek görülmeyen bu arkadaşım gittiği iş ilanlarından da eli boş döndü.

İşin doğrusu bunun bir karakter yaratmak olduğunu da bilmiyordum, ama büyük bir deneyimdi. İkinci deneme için babam ve annemin ilişkisini ele aldım, büyük bir fiyaskoyla sonuçlandı. Ne yaptıysam onların bize masal anlatırken ki ses tonunu yakalayamadım.
Nice sonra şunu fark ettim, aslında kişilerin ismini değiştirmek gerekiyordu. Erdal’ın ismi Erdal değildi, olur da biri alıp okursa koğuş arkadaşım olduğu anlaşılmasın diye ismini değiştirmiştim. Birinci ve ikinci iş aramalarında hâlâ koğuş arkadaşımdı, ancak daha sonra başlı başına biri oldu. İş arıyordu, gittiği iş yerlerinde bazen onu karşılayan bir sekreteri anlatıyordu, bazen iş yerine kendisini işe alacak müdürü ya da patronu; enikonu tarif ediyordu onları. Bu iş aramalarının birinden çıkarken meraktan fabrikanın önündeki grev çadırına gitti ve soluğu hapishanede aldı!
Bu arayıştayken koğuşların birinde büyük bir ‘felaket’ yaşandı. Sabah saat dörtte, gece nöbetindeki iki erkek ‘uygunsuz’ halde yakalanmıştı. Günlerden pazardı. Büyük bir gürültü koptu!
 
O zamanlar gittiğim her cezaevinde bizi ekranın karşısına kilitleyen Bob Ross adında bir İsviçreli doğa ressamı vardı. Ross’un, her Pazar akşam saat beş gibi TRT 2 kanalında yarım saat süren bir programı vardı. Şöyle derdi: “Şimdi şuraya mutlu bir dere çizelim, şuraya da mutlu bir ağaç....” Öyle güzel çizerdi ki, böyle ekrana kilitlenmiş ve onun fırça izinde kendinizi bir dere yatağında bulmuşken, birden Ross’un fırçası boyaların dizili olduğu palette hızlı hızlı döner ve yürüdüğünüz dere yatağı yerle bir olurdu. Taş kondururdu, bulut çıkarırdı, vahşi bir çalı kümesi dahi yapardı. Size yer kalmazdı orada yürümeye, ama onun anlatısında handiyse o çalılarının içinde saklanmış bir kuşu ya da John Steinbeck’in o ünlü romanı Fareler ve İnsanların Leni’sini görebilirdiniz.
George ve Leni’nin yeni bir hayata gittiklerini sanabilirdiniz, iki kafadar Kaliforniya’da o çalının dibinde oturmuş fasulye konservesini açıyorlardı. Seslerini dahi duyardınız onu dinlerken,
“Leni?”
“Ne var George.”
“Leni, olur da başına bir şey gelirse bu çalıyı görüyor musun?” Leni, tehlikenin sesini biliyordu, o çalıların içinde dönen Ross’ın fırçası gibi sesi  birden çocuklaşırdı,
“Görüyorum George,” derdi.
“Bak başın derde girdiğinde buraya gelip bu çalının altına saklanacaksın. Korkma ben gelir seni bulurum.”
Sahiden de romanın sonunda gelip o çalıya saklanırdı ve George en iyi arkadaşını o çalının içinde öldürürdü.
Bu iki “suçluyu” saklayacak bir çalının olmaması ne kadar garipti! Birini çok iyi tanıyordum, naif, tertemiz bir yüzü vardı. Karakalem resim çizerdi. Her Pazar heyecanla izlediğimiz Bob Ross’u herkes unutmuştu. Aşağı yemek haneye indim.
Deli Hasan dünyadan habersiz televizyonun karşısına oturmuş resim dersini izliyordu. yanına oturunca kalkıp gitti.
Kapıda,
“Haydoro sigara var mı,” dedi.
“Ben sigara içmem ki Hasan.” Sanki kendisi değil de dişleri güldü.
Her Pazar koğuş olarak toplu izlediğimiz bu programı, o gün ilk defa tek başıma izledim.
Adam tuvali önüne koydu ve önce bir bulut çizdi, değiştirdi karlı bir dağ yaptı. Çam ağaçları çizdi. Fırçası, durgun akan bir su gibi hayatı dur durak bilmeden değiştirdi, dereler çizildi sular aktı, dağlar çizildi başına karlar kondu.
İşte o gün onu izlerken, baktım resim çizmesi kadar anlattığı hikayeler insanın başını döndürüyor. Şöyle diyordu: “bu sizin dünyanız istediğiniz gibi değiştirin, bu ağaç burada çok yalnız mı kalmış, şimdi onun dibine küçük bir kulübe yapalım. Hımm... güzel oldu, çatısını da yapalım, kulübemizin şurasına iki buz sarkıtı çizelim..., bu kulübemizin yanına şimdi de küçük bir patika yapalım, kavisli bir yol yapardı ve o yol gelip derenin orada biterdi. Şimdi de buraya hayalimizin köprüsünü...,” derdi ve tırabzanlı bir köprücük yapardı. Üstünü karlarla örterdi. İşte onu dinlerken şöyle bir cümle kurduğunu hatırlıyorum: “Siz Dostoyevski’siniz, bu sizin romanınız yapmanız gereken tek şey sürekli değiştirmek, korkmayın. Karakterinizle oynayın, onu bir eve getirin, beğenmediniz o evden çıkarıp başka bir yere götürün. Elbiselerini değiştirin, sevgililerini değiştirin bu tamamen sizin dünyanız. Ağacı sevgiliniz olarak düşünebilirsiniz, çizerken bu kulübede mahsur kaldığınızı hayal edin. Ben öyle yapıyorum...,” dedi.
Aslında şu insan denen şey, hayalden ibaretti. Gerçek hayatta elde edemediği şeyi sanatsal edinim olarak var ediyordu. Bazen isyan ediyordu, bazen mutlu bir cennet yapıyordu. İnsanoğlunun kahramanları dahi hayaldendi. Öyle ki, gerçeği dahi isyanla oluşmuştu. Dokunduğu şeyi hayal ettiği şeye çevirerek gelmişti geleceği yere...
Ve insanın bir özelliği daha vardı, akıl olmaksızın kendi objesini doğal seyri içerisinde yaratıyordu. En güzel tabloları o yapıyordu, cinsellik. O obje de değişiyor muydu acaba. Karakalem kadın çizimleri yapan o arkadaşımın kadın figürü hangi evrelerden geçerek erkeğe evrilmişti? Hepimizin bir cinsel objesi vardı. Benim de vardı. On yıldır hapishane hapishane elimin içinde minik bir kuş gibi saklanan bir kadın memesi duruyordu. Bunu kendime deşifre ettim ve oturdum yazdım, o günü yazdım. Yazarken başka bir meme hatırladım, anneciğimin memesini.
Köyde evimizin çardak balkonuna çıkan bir taş merdiven vardı. Akşamları genelde bütün aile oraya oturur vadiyi izlerdik, güneş dağları aşar giderdi. Meme, dedim.
Köyümüzün devrimci gençlerinden Hayri, “ah bu daha meme mi emiyor? Toz biberi getirin, çabuk toz biberi,” dedi.
Şaka gibiydi, büyük kız kardeşim gidip toz biberi getirdi, böyle çağla eriğine bir tutam tuz ekiyormuş gibi kırmızı biberi annemin meme ucuna döktü. Elimle sildim ve memeyi ağzıma aldım, ağzım burnum yandı. Oysa ben Hava’nın memesini yazmak istiyordum.
Heybeli adaya gitmiştik. İki katlı ada evlerini, manolyalı, yaseminli bahçeleri geride bırakmış bir tepeyi dolanarak Ruhban okulunun yukarısına gelmiştik. İki taş sırtını o tepede birbirine yaslamıştı, orada Bob  Ross’un tablosundaki gibi bir çalı vardı. Oturduk, incirler sütlendiğine göre mevsimlerden sonbahar olmalıydı, belki Eylül, belki Ekim. O zamanlar pek moda olan önü çıt çıtlı kot gömlekler vardı. Hava onu giymişti. Yıllar olmuştu buluşalı, ancak nedense memesine hiç dokunmamıştım, o çıt çıtlar açıldı ve parmaklarım ilk defa bir kadın memesine dokundu. Kadifemsi bir çocuk memesiydi! Hiç unutmam, memenin ucu üç renk halka içindeydi, ilki hafif pembe geniş bir daireydi, sonra daha koyu bir halka vardı ve meme ucu morumsu bir noktanın içindeydi. Dikkatimi çeken bu meme ucu çıkıntısının hemen dibinde tek başına kalmış bir saç teliydi. Yıllar geçmişti ama o dahi aklımdaydı.
İki arkadaşımız koğuşlardan atıldı. Durumu değerlendirmek için o günlerde bir toplantı yaptık. İyisi burada kesmek. (ileride bu yazıların tamamında okuruz)
Ancak benim ilk öyküm Hava’nın memesidir. Pek çok kişi okudu bu öyküyü. Farkına varmadan o tabuya dokunmuştum.
Bana göre, yazarların aydınların karşısında durdukları dünyaya eleştirel bakması son derece kolaydır, ancak zor olan kendi tabumuza dokunabilme dilidir. Yazar, önce kendi tabusuna dokunarak bunu öğrenir. İnsan kendini yargılarken merhametlidir. Yazım dilini de esas olarak o esnada oluşturur.
Cinsel objeler, sadece muhafazakâr İslam için değil, ülkemizde pek çok akımın fikir dünyasında tabudur. Oysa tabunun üzerindeki giysiler çıkarıldığında, normalleşirler. Karşıtların tabuları içimizdeki kini besler, ancak bizim tabularımız ahlakımızın sığındığı çalılardır. Bazen kıyamayız ama onları bir çalının dibine götürmekte fayda var. Önemli olan önyargısız bir masumiyetle ona dokunmaktır... Keyifli seçim seyirleri!
 www.birgün.com

Kategori: 

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Hapishane Dergisinin 51. Sayı...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 2024 tarihli 51. sayısı...
TEK KİŞİLİK HÜCREDE YAZILAN BİR ÖYKÜ: DE...
               Mahallenin kimi çocukları ondan hem korkar hem de onunla uğraşmaktan vazgeçmezdi kargalar...
Duvarları delen çizgiler
Balıkesir Burhaniye yakınlarında yaşayan arkadaşlara davet. 10 Aralık'ta Insan hakları haftasında, Burhaniye Yerel Demokrasi ve Insan Hakları Gündemi...

Konuk Yazarlar

"BİZ BAŞKA TÜRLÜ SEVERDİK BİRBİRİMİ...
Derken, Galata Yokuşu'nun oralarda, yeni kurulmuş bir ajansta iş buldum. Burada getir götür işlerine bakacak ve Tünel'den başlayıp, Levent'e...
Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...