Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN

Edebiyat Bahcesi kullanıcısının resmi
Elazığ´ın Sako Mahallesi’dir burası. 60´lı yılların sonları, 70´li yılların başında suya, elektriğe yarım yamalak kavuşmuş bu mahalle aslında bir mahalleden çok büyükçe bir ev, geniş bir aile gibidir.

 
Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla renkli, çelişkili, yaşayan bir aile. Harput´un altında, Garo Bahçesi ve Nene Bahçesinin kollarına sığınmış, daha çok yokluğun kol gezdiği bir yer. Bu yerde biz çocuklar bütün mahallenin çocuklarıydık ve gençler bütün mahallenin gençleri, yaşlılar bütün mahallenin yaşlıları idiler. Komşular komşu değil, güvenli bir limandı. İstediğinde karnını doyurur, hatta bu akşam yemeğiyse orada uyuyup kalabilirdin de. Sadece merak etmesinler diye eve haber verilirdi.
 
İşte bu mahallede ben ve diğer çocuklar yaz aylarında sıklıkla toplu yıkanır, bunun için sokağın bir köşesinde yakılan ateşe iri kazanlar oturtulup, sıcak sular hazırlanırken bizler orta yere konulan büyükçe “teşt”lerin içinde, bir panayır yerini ziyaret etme havasıyla bir heyecan, bir oyun tadında yıkanılırdık. Oramızı, buramızı, ille de başımızı sert sert ovan eller çoklukla annemizin değil, bu işte en seri, en usta olan komşumuz, köylümüz Nuriye ablanındır.
Bu yıkama fasıllarında öpüle, sevile, veren Allah'a kurban oluna alınırdım teşte ve Bismillahirramanirrahim´le dökülür ilk su sonra başlardı oyun.
 
Sabun köpükleri başımı aşıp yüzüme ulaştığında, gözlerim yanmaya başlar, Nuriye abla bunu hemen anlar, daha ben “ah, of” demeden tatlı bir sıcaklıktaki su başımdan aşağı dökülürdü. Bazen de su fazla sıcak olurdu. Hiç sevmezdim bunu. Ilık suya hatta soğuk suya razıyımdır yeter ki çok sıcak olmasın. O, ellerimi yumruk yapıp gerilmemden anlardı suyun bana göre çok sıcak olduğunu. Aslında suyun sıcaklığı normaldir gene de beni memnun etmek için yan taraftaki soğuk su kovasından bir iki tas su dökerek haşlardı suyu mahallenin Nuriye ablası.
 
Ama her zaman huzurlu, her zaman tadına doyulmaz değildir bu sokak ortası toplu yıkanmalar. Bunun nedeni o dur, Sıdo Bacı’dır! Yaşını artık kimsenin bilemeyeceği yaşlılıktaki yüzü onlarca, belki de yüzlerce çizgi ile parsellenmiş Sıdo Bacı’ya kimse “Sıdo nene” ya da “Sıdo teyze” demez. Hep Sıdo Bacı’dır o. Gözleri hep ıslak, yüzü hep acılı ve bir o kadar da mahzun.
Ona bakan, yaşlı, çok yaşlı bir kadını görmez önce. Islak ve mahzun bakan ve hep soran, on yıllardır, 50 yıldır hep soran gözleri görülür ilkin. Neden, niçin diye hep soran ama cevabını alamayan bir çift ıslak ve acılı göz...
 
Başımdan aşağı akan sular köpüğü alıp götürünce, daracık “dar zuvah”ın karşı geçesinde, kerpiç bahçe duvarının önünde çömelip oturmuş, Sıdo Bacı’yı görüyorum. Başını hafifçe sallayıp yaşları akıtıyor gene. En çok da çocuklara baktığında, en çok da bir çocuğun başını melek yumuşaklığında okşadığında nemleniyor gözleri. Bunu iyi anlamışım ya, yanına gittiğimde elini “tap tap” yere vurup “Otur yanıma,” dediğinde biraz ürkek, biraz sıkılarak otururum. Sıdo´nun acısından, kederinden ürkerim. Bilirim ki o acı çok büyük ve çok derinlerdedir. Nedenini bilmesem bile bunun farkındayım. Kimi kimsesi yoktur sanılmasın. Yaşının ilerlemişliğiyle yalnız başına otursa da onu yalnız bırakmazlar. Sık sık gelip giderler. Çamaşırlarını yıkar, evini temizler, alışverişini yaparlar. Hele “Yumurta Bayramı”nda ya da Noel´de gelip gideni hiç bitmez. Kiliseden önce Sıdo Bacı’ya uğrarlar. Nadir, çok nadir onu da götürürler ama belli ki o çok fazla gitmek istemez çünkü her şey onun istemiyle gerçekleşir. Saygı, sevgi eksik edilmez Sıdo Bacı’dan. Ama hiçbir şey koparılıp alınanın, parçalanıp yok edilenin yerini tutmaz yüreğinde. Yürek bir kez en onulmaz, en canlı yerinden almıştır yarayı ve belki de bizler, yani 60´lı yılların sonundaki Dar Sokak´ın çocukları Sıdo Bacı için, en acılı, en özlemi çekilen tabloyu oluştursak da zaman zaman o yok edilene duyulan sonsuz özlemi birazıcık da olsa gideriyorduk. Belki de Sıdo Bacı paramparça edilmiş dünyasında tek hayalini bizlere bakarak kuruyordu:
 
“Yaşasaydı torunlar verirdi bana. Yaşatsalardı şimdi bu boyda çocuklarıyla, torunlarıyla gelirdi bana.”
Ve daha niceleri...
 
Bir gün Sıdo Bacı bakıp biz "çağalara" belli belirsiz dökerken yaşları sordum anneme:
 
“Anne Sıdo Bacı’nın çocuğu yok mu?”
Annem önce derin bir “ah” çekip ardından cevaplıyor sorumu ya da cevaplar gibi yapıyor.
“Varmış... Varmış da...Yokmuş...”
 
Bu cevapsız cevabın ardından gözlerinde birikmiş yaşları siliyor aceleyle. Annemin acısına, ağlamasına hiç dayanamam. Hızla bahçeye, sonra da Sako Mahallesi’nin dar sokağına yani sokağımıza fırlayıp oyuna dalıyorum.
 
Çocukluğumun en unutulmaz simaları bu sokakta tanıştı benimle. Birçoğu ben farkında olmasam da, Sako Mahallesi’nden uzağa, çok uzağa gitmiş olsam da bir ömür boyu hissedeceğim izler bıraktı. O kerpiç evler, o üzerinde irili ufaklı onlarca deliğin açıldığı kerpiç duvarlar, solgun sarısıyla, o sarının aralarından dışarı çıkan saman parçaları, güneş ışığıyla parıldayıp bizleri masalların sırça köşklerine götürmeye yeterdi. Bazen bir kerpiç duvarda alabildiğine parıldayan şeyin peşine düşüp, avucumda onlarca saman çöpüyle yere çöküp hayallere daldığım çok olmuştur. Kerpiçi yaparken arasına saman katmayı icat edene çocukluğum adına şükran borçluyum. Bir de film artistlerine ve bir de “Naba Sakızları”ından çıkan artist resimlerine.
Ellerimizde bu üç beş santimlik artist resimleri, önce yana yakıla bütün mahalle taranıp kırık cam parçaları bulunurdu. Yeşil ve kahverengi olanları daha makbuldur ama beyaz renkli olanları da idare ederdi. Sonra yere çökülüp artist resmi kadar ufak çukurlar açılırdı yan yana. O çukurlara resimler konur, camlar yerleştirilir ve üzerleri toprakla kapatılır, sonra başlardı “sinemacılık oyunu.” İstediğin sayıda çocukla oynanabilir ama biletçi ve sinemacı en önemli rollerdi. Bu roller saatler boyu sırayla oynanır, biletler satılır, biletler eski gazete parçaları, yoksa yeşil yapraklardı. Evet, bildiğimiz yeşil yaprak. Herhangi bir ağacın bir dalından “vırrrt” diye bir avuç yaprak sıyrılıp, parasını ödeyene bilet olarak geri dönerdi. Para mı? O da tabii ki irili ufaklı taşlardan. Bazen de ufak tahta parçaları sihirli bir çocuk elinin dokunuşuyla bir anda paraya dönüşebilir.
Sonra bilet alanlar arka arkaya dizilip, bir bir gelip sinemacının önünde otururlardı. O da sırayla parmağını kumla kaplı camların üzerinde gezdirip filmi izlettirirdi. Parmağın camın üzerinde halkavi hareketlerle dönmesinin arıdndan, camın altında parlayan artist resminin çıkışı oyunun en can alıcı yeriydi.
 
Yan yana bütün çukurlar açılıp, film izlettirildikten sonra camların üzeri hızla kumla kapatılır ve aynı işlem ikinci seyirci için tekrarlanırdı. Aynı artistleri, aynı çukurları, aynı filmleri defalarca izlemelerine karşın, karınları acıkana, kızgın güneş tepelerinde yakıp kavurana kadar sürerdi oyun. Bunun gibi daha nice gizemli, zekice, alabildiğine macera ve hayal yüklü oyunları vardı Sako Mahallesi’nin ve çocuklarının. Ama bir de Sıdo bacıları vardır ki hiçbir çocuk onun sırrını, gizemini çözememiştir. Sonraları, çok sonraları, büyüyüp, “adam olduklarında” anlatıldı onlara.
 
İlk duyduğumda hissetiğim, suçluluk duygusuydu ama bunu çabucak pişmanlık izledi. Neden Sıdo bacıya sarılmadım hiç, neden onu öpüp sevmedim, neden biraz olsun özlemini, acısını hafifletmedim, neden... neden? Oysa bütün bu hissedilenler bir çaresizliktir. Bu kadar derin yaralanmış bir anneyi, kim, hangi öpücük, hangi kucaklayış, hangi sarılış teselli eder ki?..
 
Sako Mahallesi’ndeki çocukluk yıllarından yıllar sonra, bir gün, anneme, çalıştığım yerdeki bir iş arkadaşımın, 12 Eylül işkencehanesinde 8 aylık bebeğine elektrik verilmesini anlatıyordum. O iş arkadaşım benim servisimde ilk çalışmaya başladığında çok tuhaftı. Sonra onunla dost, arkadaş olmuş ve bir gün onun bir noktaya takılı donuk bakışları eşliğinde anlattıklarıyla tuhaflığının nedenini öğrenmiştim:
 
“Sekiz aylık bebeğimin çığlıkları beynimi yırtıyordu. Gerçekten beynim yırtılıyor sandım. Sonra bebeğim kayboldu. Başı gövdesinden yeni kopmuş, çırpınan bir tavuk oldu. Onun o körpecik bedenini havada tutup elektrik veren polisler, delirdiğimi, çıldırdığımı anlamamışlar önce. Rol yaptığımı sanmışlar. Sonra... sonrası uzun tedavi dönemleri, psikiyatri klinikleri, terapiler ve işte tuhaf haliyle ben karşındayım. Kızım 4 yaşında şimdi. O bir şey hatırlamıyor ama ben tavuğu değil yemek sokakta görmeye bile dayanamıyorum.”
 
Onun anlattıkları karşısında şok olmuştum ama şaşırmamıştım. Kendim de 12 Eylül işkencehanelerinin “misafiri” olmuştum ve anlatılan hiçbir şey artık bana inanılmaz gelmiyordu. Sadece insanın güç elindeyken nasıl bir canavara dönüştüğüne aklım bir türlü ermiyordu.
Anneme iş arkadaşımın “hikâyesini” anlattığımda ilk tepkisi,
“Bu hep böyle oldu. Önce çocukları aldılar karşılarına. Çünkü çocuk gelecektir. Düşman gördüğünü yok etmek istiyorsan önce geleceğini yok edeceksin. O zaman onun bugününü de yok etmiş olursun. Sıdo Bacı’nın bütün ömrünü mahvetmediler mi?” oldu.
 
Annemi sanki bugün gibi 20 yıl önce oturduğumuz Sako Mahallesi’nin şimdiye çoktan toprak olmuş Sıdo Bacısı’ndan bahsetmesine şaşırarak ama bir o kadar da merakla dinledim. O ise gözleri hem eskinin hem de yeninin acısıyla yaşla dolmuş, devam etti.
 
“Süngü takmış askerler ve diğerleri eve kapıyı, bacayı kırarak girdiklerinde, Sıdo, daha yeni yeni yürümeye başlamış kızını kapıp arkadaki bahçeye koşmuş ama başka kaçacağı yer yok. Kocasını süngülerlerken birkaçı da Sıdo´ya tecavüz etmeye başlamış. Kucağında kızı, üstünde Ermeni'ye düşman kesilmiş biri, sıkı sıkı sarılır kızına. Onun sıcaklığı yaşananın ağırlığını hafifletir diye. Ama askerin biri bebeğin ayak bileğinde takılı altın bukayı görür. Üstü değerli taşlarla süslüdür. Hızla çekip alır kızını Sıdo'dan ve hiç tereddütsüz yönelir bahçenin bir köşesinde yığılı odunlardan birine saplı nacağa. Sıdo çığlık çığlığadır. Üstüne abananlar ha bire değişirken onun gözü sadece kızındadır.”
 
Anlatımının burasında annem durup derin bir iç geçirirken, ikimizin gözleri de ıslaktı, tıpkı Sako Mahallesi’nin Sıdo Bacısının gözleri gibi.
 
Anlattıklarının sonrası bileğinden kopup yere düşen bir küçük bebek ayağı. 10 santim var yok ve alabildiğine fışkıran kan ve bir bebek çığlığı ardından yerde sessiz çırpınan bir küçük yavru, bir insan yavrusu, bir yaralı kuş, bir yaralı serçe, bir Sona bebek...
 
Sayısını bilmediği kadar tecavüze uğramış, paramparça, ısırıklar içindeki sütlü göğüslerinin acısını duymaz bile Sıdo. Sürünerek gider bebeğine.
Sonrası gene Sıdo'nun kendisinin, anneme anlattığından.
 
"Ben yanına gittiğimde kızım yaşıyordu. Ama sanki ben üzülmeyeyim diye hiç sesini çıkarmadı. Sonra titreyen bedeni hareketsizleşti.”
 
Büyümüş, yaşı otuzlara dayanmış ben, yıllar sonra da olsa nihayet Sıdo Bacı’nın sırrına ermiştim.
Bir duygu, o gün annemin anlattıklarından sonra ve bugün de bütün hissetiklerimin önüne çıkmıştı. Utanmak! İnsanlığımdan ve bütün bebeklerden utanmıştım, utanıyorum…
 
Sevda Kuran
 
(Bir Kırık Cam Bir Kırık Türkü- Öykü, Kurgu Kültür yayınları)
 

Kategori: 

Bunları Okudunuz mu?

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Hapishane Dergisinin 51. Sayı...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 2024 tarihli 51. sayısı...
TEK KİŞİLİK HÜCREDE YAZILAN BİR ÖYKÜ: DE...
               Mahallenin kimi çocukları ondan hem korkar hem de onunla uğraşmaktan vazgeçmezdi kargalar...
Duvarları delen çizgiler
Balıkesir Burhaniye yakınlarında yaşayan arkadaşlara davet. 10 Aralık'ta Insan hakları haftasında, Burhaniye Yerel Demokrasi ve Insan Hakları Gündemi...

Konuk Yazarlar

Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...
Girit Leblebisi
  Ben vakitlice davranmış, gün batımını da izlemek için kahvelerin gürültüsünden uzakça bir bankı gözüme kestirip oturmuştum. Bir süre sonra,...