
Akşamüzeri DİAKM yönetiminde olan Sezgin ile biraz erken çıktık yola. Okumalar 7’de başlayacaktı nasılsa.
Alevi Kültür Merkezi’ne vardığımızda kalabalıktı. Her bölümde ayrı bir faaliyet sürdürülüyordu. Dostlarla, canlarla selamlaşmanın ve hal hatır sormanın ardından, okumanın yapılacağı salona geçtik. Haydar Karataş, Mehmet Meral ve onun Gece Kelebeği romanında küçük çocuk karakteri, yani annesi çoktan yerlerini almışlardı bile. Birkaç yıl olmuştu, Haydar’la birbirimizi görmeyeli. Özlemle sarıldık; gözlerimiz ışıldıyordu.
Derken başladı... Kitap hakkında ve Büyüklere Masallar teması üzerinde açıklayıcı bir sunum yaptı Psikolog Mehmet Meral… Masalın çocuklar üzerinde bıraktığı olumlulukları anlattıktan sonra, “Ne yazık ki günümüzde masal anlatıcılar kalmadı,” diye sözünü bitirdi ve sözü Haydar Karataş’a bıraktı. O da dinleyicileri selamladıktan sonra, elindeki kitabı göstererek:
“Ejma’nın Rüyası üç bölümde oluşuyor; birinci bölüm Masal İnsan, ikinci bölüm Sayıklamalar, üçüncü bölüm Yaşayan insan!” dedi ve kitaptan pasajlar okumaya başladı: “Ey tanrım biraz günışığı ver bana, biraz yağmur! Bir adam gördüm içindeki canavarı bağlamış ardı sıra sürüklüyordu. Yanına gittim, ‘Amca,’ dedim. ‘Duymadı. Daha yüksek sesle seslendim. ‘Amca nereye götürüyorsun bu vahşi yaratığı?’ ‘Evlat, çok öfkelendi. Masalcıya götürüyorum, biraz hikâye anlatsın, dinsin. Uyutmuyor geceleri…’ dedi. Ağzım açık arkadan bakakaldım ve ne mutlu dedim, ne mutlu içindeki canavarı görebilene, ilacını bilene ne mutlu…”
Birinci bölüm Masal İnsan’da yakında Almanya’da sahnelenecek olan Pepug Aryası’nın masal girişini okudu. Masal, Pepug kuşunun neden hüzünlü, ağlamaklı, acı acı öttüğünü anlatıyordu. Dinleyicilerden biri “Bizim bahçede bu kuşun ötüşüne tanık oluyorum,” demesi üzerine farklı yörelerden benzer masallar anlatıldı; Zazaca, Kürtçe, Türkçe… ağlıyordu Pepug. Zaten gözyaşının ve acının rengi aynı değil miydi!
Haydar’ın annesi dayanamadı, eh kolay değildi yüzyıllardır suskunluğu başladı Pepug’a öykünmeye. Ona nefes oldu, ses oldu, acı oldu, Pepug’un kendisi oldu; ağladı, öttü de öttü. Bizim de yüreğimiz acıdı, burkuldu… Kolay değildi kız kardeşine inanmayan bir abinin karnını deşerek midesinde kenger araması… İşte böyle bir şeydi Pepeg’un ötüşü… Salon bir anda buz kesti.
…Haydar Karataş yine kitaptan bir öykü okudu. Öykü Franz Kafka’nın şehrinde, Prag’ta geçiyordu. Tuna rengi boyunca… Hani şu Nazım’ın, “Gökte bulut yok/ Söğütler yağmurlu/Akıyordu çamurlu…” dediği nehir.
Haydar Karataş Karluv Most Köprüsü’nün ayağında kulağına bir memleket küfrü çalınır: “İbneye bak!” Rüya görür gibi olur, sesin sahibini aramaya başlar. Küfür, böyle uzakta, böyle güzel bir şehirde ruhunu çağırır gibidir.
Sesin sahibini arar, tam ümidi kesmiş, pansiyona dönerken birden sakalları karın boşluğuna düşmüş, yere serilmiş örtüyü düzeltmeye çalışan bir dilenciye ilişir gözü. Dilenci Haydar Karataş’tan gözünü kaçırır… Haydar yanına gider. Usulca başını kaldırır. “Hadi gördün, git!” gibilerden bakar. Haydar biraz da ortamı yumuşatmak için: “Hemşerim ne iş dünyanın en güzel şehrine tezgâhını kurmuşsun,” der. Dilenci başını kaldırır, ağlayan gözlerle bakar: “Haydar beni tanımadın beni?” der. Haydar bir dağdan aşağı yuvarlandığını sanır. Dizleri kırılır, önünde eğilir dilencinin. “Buca Cezaevi 5. koğuş,” haydar: “tanrım sana yalvarıyorum yardımıma gel,” der. Küçük, küçük bir adam olmuş, o şık giyinen, ziyaret günlerinde aynanın karşısına geçip saçlarını tarayan genç yok artık. Yaşlanmış, çok yaşlanmış bir adam var, üstelik Prag’da Karluv Most Köprüsü’nün altında dileniyor… Selo müthiş bir acı bırakıyor Haydar’ın avuç içlerine… “Bir karanlığa yürüyoruz beraber, hayatın gerçek hikâyesine…” dedirtecek kadar hem de…
Aslında daha yazacaktım ama bu yaşanmışlığın ve vefanın yok oluşu boğazıma bir yumruk gibi yapıştı, nefes alamıyor ve içimde bir yerlerde insanlık ölüyordu…
Sevgili Haydar Karataş öykülerin susmasın hiç…