Bir insan ömrüne kaç hayat sığar?
O hayatların hangisinde “aidiyet” bulunur ya da tümden yiter.
Şimdi elimde bana bunları düşündüren, Josef Hasek Kılçıksız’ın yeni yayınlanan iki kitabı var. “Buzdan kuşlar ormanı” adlı şiir ile “Zamana adanmış yüzlerimiz” adlı öykü kitabı. Şiir kitabını değerlendirmeyi okura bırakıyorum ve tabi bir de şiir eleştirmenlerine. Ben bir solukta okuyup bitirdiğim öykü kitabı hakkında kelam etmek istiyorum. Amacım sadece kuru bir kitap tanıtımı - güzelleme yapmak değil, öykü kitabındaki dili, kurguyu ve seçilen temaları didiklemek. Bu yazdıklarım Kılçıksız’ın şiirlerini beğenmediğim anlamına gelmesin. Kaldı ki “Beğenmek -Sevmek” sübjektif bir değerlendirmedir. Kılçıksız’ın kimi şiirlerini severek okusam da tercihim öykülerinden yana. Onun da bildiği gibi, şiirden öyküye ya da öyküden şiire geçiş kolay değildir. Disiplinler arası geçişin çok başarılı örnekleri de var tabi. Keşke diyorum, bu anlamda, kılçıksız şiire ayırdığı zamanı metine- öyküye ayırsaymış. Aynı hayıflanmayı kendim için de yapıyorum. Şair olma serüveninde harcadığım zaman ve enerjiyi öykü ya da romana ayırsaydım daha verimli olurdum diye düşünüyorum. Aldığım bir şiir ödülüne rağmen bu kanım değişmedi.
Kılçıksız –belki- her iki türü birlikte, başarıyla yürütür. Bunu zaman gösterecektir.
***
Kılçıksız’ın gerek kitabında okuduğumuz özgeçmişinden, gerekse öykülerinde satır aralarına gizlediği fotoğraflardan bir ömre çok hayat sığdırdığını anlıyoruz. Çok dilli bir hayat, gönüllü ya da gönülsüz sürgün, kırık aşklar, yarım kalan hayatlar, tıkanan yollar ve sonuçta yiten “aidiyet”. Keşke bu “aidiyet” yitimi herkese nasip olsa, sınırları, dini inançları, milliyetleri aşsa insanlar. “Milli” değil, “her yerli” olsalar. Dünya vatandaşı olsa(k). Hatta melezleşsek. Ama bu sonuca sürgün, savaş, zindan -yani zor- yoluyla değil, gönüllü varsak. Bunun da bedeli ağır travmalar, hapishane ya da sürgün olmasa.
***
Şimdi Kılçıksız’ın öykülerine göz atalım:
Kıçıksız’ın öykü kitabının adı “Zamana adanmış yüzlerimiz”, başlı başına bir metafor. Kitabın kapağı da güzel olmuş. Dizgisi de. Okurken takılmıyoruz. Kitaptaki “Issız adamın gizli tarihi” adlı ilk öykü usta işi. Deneme tadında. Kimi zaman “deneme ile öykü” karışır ya birbirine, hangi kategoriye koyacağınıza karar veremezsiniz, işte öyle bir metin. Zengin metaforlarla ilerleyen öyküde dil akıcı, ağdasız, imgeler de “post modern salata” değil. Bir örnek vereyim:
“Birinin solgun bir gülden kaptığı verem, öbürünün hiçlikte aldığı şizofreni…” s.10
***
İkinci öykü, “Babalar vakitsiz ölür”, gecikmiş bir hesaplaşma ya da “Yas terapisi”ni çağrıştırıyor. “Hep yiten aşkın peşinden yazılmaz veya Sura’ya ağıt yakılmaz ya” diyor yazarımız sanki ve “baba”sını yazıyor. (Kılçıksız şiirlerinde ve birkaç öyküsünde adı Sura olan gizemli bir kadına sesleniyor sık sık.) Babanın mektupları biraz daha kısa olsa, minimalize edilse ve öykü “babaya güzelleme”den ibaret kalmasa daha başarılı ve daha “sahi” olacakmış.
“Zira sevmeyi öğrenen kalp, yalnız kendi babasını değil, başka babaları da sever” demiş Kılçıksız öykünün finalinde.
“Başka babaları da sever, nefret eder ya da affeder” değil mi hayatın gerçeği.
***
İlk iki öyküyü bitirdiğimde, Kılçıksız hep birinci tekil şahısla mı yazmış, bu zayıflık sayılır diyecektim ki, “Boz nehir” adlı öyküsünde üçüncü tekil şahıs diliyle kurgu yaptığını gördüm, rahatladım. Öyle ya yazarlar hep birinci tekil şahıs diliyle konuşturmazlar kahramanlarını. Ve kadın yazar “erkek” diliyle, erkek de “kadın” veya LBGTİ bireyleri hatta nesnelerin diliyle yazmayı başaramazsa ustalık sorgulanır. Sevgi Soysal ne kadar ustaydı bu konuda örneğin. Zira ustalık sadece öykülerdeki “gerçek”te aranmaz, dilde de aranır. Elbette “seçilen konu –tema”da maddi hatalar varsa, örneğin “gerçek”, insan bilincinde hakikate dönüşürken bozuma uğruyorsa eleştirebiliriz. Yapı bozum- söküm değil kastettiğim. “Gerçek”in reyting veya başka çıkarlar (hatta kimi zaman korku oto-sansür) uğruna çarpıtılmasından söz ediyorum. Ya da “çoklu gerçek”lik arasında yakıcı hakikatin kaybedilmesinden.
***
“Beyaz Dut Larvaları”nda İŞID saflarına katılan okul arkadaşı Suzan’ı tanıyoruz. Suzan’ın savruluş evrelerine ve pişmanlığına tanık oluyoruz. İlginç bir konu. Bazı diyaloglar didaktik olsa da özgün bir kurgu diye Kılçıksız’ın hakkını teslim etmek gerek. Ve bu öykü çok katmanlı bir metin. İçinden üç beş bölüm seçersem ortaya birden çok minimal öykü çıkabilir. Örneğin: “Gelinciğin direnişi.” Yazarımız oturmuş o ince gövdeli gelincik çiçeğinin nasıl dik durduğunu, boynunu eğmediğini araştırmış:
“Kök mantarı aşksızlığın, kimsesizliğin nabzında attığı sert rüzgârların sırdaşlığında gelinciğin boynuna dolanır. Sarmaş dolaş bir beraberliği, fedakârlığı, vefayı ve sevgiyi sert iklimler boyunca yaşatır…”s.23
“Gelinciğe Konan Yusuf” adlı öyküsü de aynı temanın tersinden işlenişi olarak yorumlanabilir. Bu kez İŞID’a gönüllü katılan değil, İŞID tarafından kaçırılan bir kadın öykünün merkezinde.
***
“Kırık kalpler cumhuriyeti”nde betimlemeler çok iyi. Yazar kıvrak bir dille okura ülke panoramasını sunuyor. Sadece sunuyor tabi. Toplumsal eleştiri var ama umut ışığı ve/veya satır aralarına gizlenmiş gelecek tasavvuru yok. Sadece bu öyküsünde değil, genel olarak eserlerinden (hatta şiirlerinden) bana kalan izlenim böyle. Bu bir eleştiri değil, saptama. Bunun nedenlerini benim gibi sevgili Ayşe Kaygusuz Şimşek de düşünmüş ve Kılçıksız’ın kitabı için kaleme aldığı arka kapak yazısında:
“Josef Hasek Kılçıksız (…) Öncesiz ve sonrasız olarak tanımladığı ümitsizliğin ve ‘hiç’liğin kıyılarında dolaşır.” Saptamasını yapmış.
Sonsöz:
Bu kadar alıntı yeter kanısındayım. Birbirinden güzel diğer öyküleri didiklemeyi de okura bırakıyorum. Sonuç olarak Josef Hasek Kılçıksız’ın öykülerini okuyunca, onun bu felsefi kargaşa ve siyasi kaos koşullarında, yeni ortaçağa yaklaştığımız 21. yüzyılda kan revan içinde yolunu (ve kendini) aradığını hissediyoruz. Öyle ya, bir aforizmamda vurguladığım gibi “Düşünmeyen insanın geleceği, ne sürgün, ne hapishane ne de şizofreni ile kararır”. Yazmak da düşünen insanı her zaman sağaltmaz. Çok bilinen, tekrar edilen “Yazmasam delirecektim…” aforizması kulağa hoş gelse bile göreceli bir varsayımdır.
Zira kimi zaman yazan, çizen, besteleyen, yontan, oynayan da delirebiliyor.
okayadil@hotmail.com
Künye: Josef Hasek Kılçıksız, Zamana Adanmış Yüzlerimiz, Öykü, Ekin Sanat yayınları, 2018, Ankara.
*Güney Kültür Sanat dergisi. S. 85.
“Zamana Adanmış Yüzlerimiz”*
“Josef Hasek Kılçıksız’ın gerek kitabında okuduğumuz özgeçmişinden, gerekse öykülerinde satır aralarına gizlediği fotoğraflardan bir ömre birçok hayat sığdırdığını anlıyoruz. Çok dilli bir hayat, gönüllü ya da gönülsüz sürgün, kırık aşklar, yarım kalan hayatlar, tıkanan yollar ve sonuçta yiten ‘aidiyet’.”
Adil Okay
Kategori:
Bunları Okudunuz mu?
Hapishane Edebiyatı
Ümüş Eylül Dergisinin 53. Sayısı Yayınla...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan
Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Ekim-Kasım-Aralık 2024 tarihli 53. sayısı...
Düşünsel özgürlüğün Sınırsız Kütüphanesi...
Görülmüştür Kolektifi, Redfotoğraf grubu ve Karşı Sanat, “içerdekilerle dışardakileri buluşturan” ortak bir sergiye daha imza atıyor. Fotoğrafçılar,...
SINIRSIZ KÜTÜPHANE
SINIRSIZ KÜTÜPHANE
Tutsakların içeride yazdığı yüzden fazla kitap, resim ve karikatür ile fotoğrafçıların bu temada çektiği / yaptığı fotoğrafları...
Konuk Yazarlar
ZİNE/ Nazir Atila
Zine birden telaşlandı. İçini derin bir üzüntü kapladı. Yüreği korkuyla karışık bir heyecanla atmaya başladı.
“Korkma Zine, okulun reviri var,...
"BİZ BAŞKA TÜRLÜ SEVERDİK BİRBİRİMİ...
Derken, Galata Yokuşu'nun oralarda, yeni kurulmuş bir ajansta iş buldum. Burada getir götür işlerine bakacak ve Tünel'den başlayıp, Levent'e...
Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...