
Neredeyse güneş tepemizdeydi ama dağın demiryoluna yansıyan serinliğini kıramamıştı.
Birkaç ağaç,çalılık ve kayadan oluşan dağ başıydı...
Ama bu vahşi yerin kenarındaTek başına çıkmış yalnız bir gelincik gibi duruyordu su deposu ve cendere.
Tarihi eserleri andırıyordu…
Adeta dağ başı dememişler,ince bir işçilik sergilemişlerdi ve bakmaya doyamıyordu insan…
Çocuk algılarımla dokunulsa kırılıverecek oyuncaklara benziyordu.
Çatır çatır yanarken ortalık rutubet kokusu yayılıyordu yakınlarına.
Bu sebepten olacak ona yakın kayalar yosun bağlamışlardı.
Dalıp gitmişken bu güzelliğe,
Bir anda ellerinde güğümlerle peydah oluveren ayran satıcısı yörükler uyandırırdı rüyamdan.
Az sonra da babam elinde iki maşrapa ayranla çıkagelir,
Bana pencereden uzatarak kompartumandaki anneme vermemi söyler,
“Afyon makinası da su alacak !...Biraz bekleyeceğiz burada !” deyip,
İki maşrapa daha getirdikten sonra yeniden arkadaşlarının yanına dönerdi…
Ayran mı çok güzeldi,dağ mı,çölde bir vaha gibi duran cendere ve su deposu mu,
Ya da hepsi bir arada olunca mı güzel oluyorlardı bilemiyorum.
Ama galiba çocukken her şey çok güzeldi...
Evet,evet aslında çocuk olmak çok güzeldi.
***
Türkmentepe,demiryolcu ağzı ile 198 karanlıkta parlayan çoban yıldızı gibiydi.
Ya da çölde vaha…
Yazın ateş olup yanan dağda susamış yüreklere su serpiyordu...
Burada yeniden can kazanır gibi oluyordu lokomotifler...
Ve elbette yolcular da...
Ayrılırken gözü arkada kalıyordu insanın...
Açık penceremden etrafı seyreden yüzüm buradan ayrılır ayrılmaz sıcak rüzgarlara değiyordu...
Ovaya açılan vadilerin uçlarında Cehennem sıcağında kaynayan Alaşehir ovasına basmış sis,
Bu hali ile uzaklardaki bir gölü andırıyordu.
Sağa sola düzensizce atılıvermiş köyler,
Yaz sıcağında kaderine terkedilmiş gibi görünüyor ve insanın içinde buruk bir duygu bırakıyorlardı…
Güneş tepemdeydi,alnımı yakıyordu ama ben hala penceremdeydim.
Ve tabii ki dudaklarımda Fikret Kızılok ile omuzlarında testi taşıyan güzelleri hayal ettiğim “Leylim leylim”…
Kulaklarımda ise Alaşehir’e “Ben geliyorum !” dercesine uzun uzun öten tren düdüğü…
Eğri büğrü bir yolda döndükçe dönüyorduk tüneller arasında.
***
Vakit artık öğle olmuştu ve annem yeniden donatmaya başlamıştı kompartumanın sehpasını.
Yolculuk öncesi hazırlamış olduğu katmerler,yumurtalar ve Oturak peyniri,
Bir bir sıralanıyordu daracık sehpaya.
Bu defa termostan çay doldurmaya çalışan babam ,“Soğumuştur artık o,içme!” diyen anneme,
“Bu katmer böyle boğazdan geçmez ki !...Dizilir galır !” diyordu .
Hayatları boyunca böyle ottan,çöpten şeylerle didişip durmuşlardı.
Babama söz geçiremeyince pencereye yapışmış bana seslenirdi.
“Gel artık !...Kır k*çını otur bi şuraya !...Kazık gibi dikildin kaldın orda !”...
Asabi kadındı...
Hep kendi dediği olsun isterdi...