BEKİR S. KEÇECİ
Hıçkırıklara boğulan annesine sarılarak; ‘’Ağlama anne, ben dayımla konuşurum. O ölmeyecek! Göreceksin, beni dinler dayım, vazgeçer.’’ diye kırık Türkçesiyle konuşan en büyük kızı Nihal’e baktı ve hıçkırıklarını yutkunmaya dönüştürmeye çalıştı. Şimdi kızına ne demeliydi, O’nun minicik yüreğiyle inanarak söylediği ‘’vazgeçer’’ sözcüğünün olmazlığını kızına nasıl kabul ettirecekti… Kollarıyla sıkıca sardığı 9 yaşındaki kızının saçlarını okşadı usulcacık ve bir müddet öylece kaldılar birlikte…
*
Ne diyecekti kızına, ilk göz ağrısının üzülmesini nasıl engelleyecekti. Abisinin günbegün ölüme yaklaştığını bir türlü kendi kabul edemezken, bir de kızına bunu anlatmak kolay mıydı… ‘’Hiç de kolay değil, ateş düştüğü yeri yakar, biz zaten iki defa yanmış, kavrulmuşuz. Gel de bunu, bir de şu yavrucağıza anlat!’’ diye düşünmekteydi. Kollarını gevşetti ve kızını karşısına oturtarak, adeta büyük bir insanla konuşuyormuş havasında kızına anlatmaya başladı…
*
‘’Bak kızım, anneannen bile dayına ‘ölme oğul, yüreğime bir köz daha düşürme’ diyemiyor. Biliyor ki, dayın vazgeçmez, ölüm orucunu bırakmaz. Tamam, sen söyle dayına ama, senin dediğini yapmazsa üzülmek, ağlamak yok. Anlaştık mı?’’ ‘’Tamam anne anlaştık, ama görüşmede ben, dayımla tek konuşacağım. Siz yanımda olmayacaksınız!’’ sözlerini sessizce dinleyerek, tamam anlamında başını salladı…
*
Londra’da, ev işleriyle uğraşırken, duyduğu bir haberle kanepeye çöküp, düşünceye daldığında, bu anısı geldi hemen aklına. Ölüm orucu, açlık grevi dediklerinde, bu anı gelip takılırdı düşüncelerine ve kendini bir türlü bu yaşanmışlıktan kurtaramazdı. Daha üç hafta önce ölmüştü Helin Bölek ve bu anısı kavurmuştu yüreğini. Türkülerini özgürce söylemek için ölen Helin’in acısı daha geçmemişken, şimdi de ‘’adalet’’ için, ölüm orucunda toprağı kucaklayan Mustafa Koçak’ın haberini almıştı. Çöktüğü kanepe üzerinde, uzun uzun düşündü ve 19 yıl öncesini yaşadı yeniden…
*
Üçüncü kızının doğumu için Londra’ya gelen annesiyle özlem gidermişler ve günler haftalar süresince, hem minik kızı Eda’nın bakımıyla uğraşmışlar ve hem de acılı geçmişlerini yad etmişlerdi. ‘’Çok şükür, o acıların çoğunu geride bıraktık kızım, bir de şu abin yeniden mahpustan çıkaydı, kafamız iyice rahatlardı.’’ diyen annesine; ‘’bak anne görecen, abim yine sağ salim çıkıp gelecek, kalbim böyle söylüyor, inan bana’’ derken, gerçekten de yüreğindekini söylemişti.
*
Öyle ya, ne badireler atlatmıştı abisi. Daha yedi-sekiz ay önce birçok cezaevine yapılan saldırılardan da kurtulmuştu. Onca vahşet ve onlarca ölüm olanda, abisinin kafa göz yaralanmasına, morarmış bedenine ve yuttuğu gazlara razı olmuşlardı tüm ailece. Nerden bilsin ki, bunları konuşurken abisinin ölüm orucuna katılmış olduğunu. Saklardı böyle zamanlarda her şeyi abisi. ‘’Ne kötü huyun var’’ diye defalarca söylemişlerdi kendisine ve her defasında da yüzüne takılı kalan o gülümsemesiyle; ‘’öğrenince ne olacak, zamanı gelince söylenmesi gerekenleri söylerim, uzatmayın’’ diyen arsız yanıtlarına da alışmışlardı...
*
Minik kızının altını değiştirirken çalan telefona baktı, büyük abisiydi arayan ve bebekle ilgilenmeye devam ederken annesine uzattı telefonu. ‘’Haaa, hııı, tamam oğlum’’ diyen kısa bir konuşma sonrasında, görüşme bitti. Annesinin suratı asılmıştı, sordu; ‘’ne oldu anne, kötü bir şey mi var?’’ ‘’Yok kızım, ablan rahatsızlanmış biraz, çocukları söz geçiremez. Ben gitmeliyim.’’ Bu sözleri normal karşılamıştı, bilirdi 12 eylül işkencesinin sonucunda ruhsal bütünlüğünü kaybeden büyük ablasının zaman zaman krize giren hastalanmalarını. O zamanlarda, baş etmek güçtü. Kendi evlenene kadar, dokuz yıl annesiyle birlikte uğraşmışlardı ablasıyla. O zaman, her iki abisi de mahpustaydı. Neyse ki, büyük abisi şimdi dışardaydı ve on yıldır ailenin yükünü omuzlamıştı…
*
Annesini yolcu etmek için havaalanına gittiklerinde, hepsinin gözü yaşlıydı. Ayrılık zor gelirdi her zaman. Koklayarak öptüler birbirlerini ve anne, ‘’hele gözlerine bir bakayım Maviş kızım’’ diyerek, adı gibi maviş gözlerine dikti kendi gözlerini. ‘’Aynı abine benziyor, hayırlısıyla O’da bir çıkaydı mahpus damından.’’ diyerek vedalaştı…
*
Annesini yolcu edip eve geldiklerinde, içini hüzün bürüdü, kaygılandı. ‘’Acaba abime bir şey mi oldu, benden mi saklıyorlar’’ derken, bir dua mırıldandı ve ‘’tüh, tüh tüh, kaza bela defolsun!’’ diyerek inancına sarıldı. Hep evhamlıydı, korkardı bir hastalıktan, kazadan ya da cezaevi olaylarından. * Öyle ya, en büyük acıları yaşadığında daha yaşı kaçtı. 1979’da kendisi on iki yaşındayken, kahpe kurşunlar Emin abisini ellerinden almıştı. Artık, duyduğu her silah sesinde, her çatışma haberi duyulduğunda ve her gazete haberinde korkuyla annesine sığınır ve ‘’anne, abimlerden haber var mı?’’ diye, diğer iki abisini sorardı ürkekçe. Kendince haklıydı da, zira en büyük abilerinin ölüm haberini gizlemişlerdi kendinden. 13-14 saat otobüs yolculuğunda bile, belli etmemişlerdi kendisine. Taaa ki, memleketteki evlerine ulaşana kadar, en sevdiği abisinin ölümünden haberi bile olmamıştı. O günden bu yana, ne evhamını yenebilmiş ve ne de ölüm korkusunu atlatabilmişti.
*
Daha ölen abisinin acısına alışamamışken ve üzerinden henüz bir yıl geçmişti ki, bu defa da babalarını kanserden yitirmişlerdi. Artık, sadece silah sesi, çatışma haberi değildi kendisini ölüm korkusuna sürükleyen. Bir de hastalığın ölüm korkusu sarmıştı tüm benliğini. Aileden biri hastalandığı zaman, çok ciddi bir hastalık olmazsa bile, tam iyileşme sağlanana kadar ölümle yatar, ölümle kalkardı. Tüm aile kızardı kendisine ve kendi yanıtı da her zaman aynı olurdu: ‘’Ne yapayım, elimde değil, biriniz hasta olduğu zaman, hemen babam geliyor aklıma. Siz de beni boş verin.’’ Ailesinin desteği, doktorların tedavileri ve terapiler bile bu korkusunu yenmesini sağlayamadı…
*
Babasının ölümünün üzerinden daha üç ay bile geçmeden, bu defa da iki abisi mahpusa girmişlerdi. Tam on bir yıl, her gün ölüm korkusuyla yaşamıştı Maviş. Duyduğu her cezaevi olayında, görüş ve mektup yasağında, yeniden ölüm korkusuna bürünür ve sanki abilerinden birinin ölüm haberi gelecekmiş gibi, endişeyle beklerdi. Şimdi ölüm orucuna katıldığı kendisinden gizlenen abisinin, bir on yıl daha ölüm haberini beklemek öyle zordu ki… Annesi gideli aylarca geçmiş, küçük kızı Eda altı aylık olmuştu ve kaygılı bekleyişinin gizemli haberini en sonunda kendine iletmişlerdi. Abisi ölüm orucundaydı ve F-Tipi Hapishanesi’nin tek kişilik hücresinde durumu iyice kötüleşmişti. Çok sevdiği Maviş bacısını, birini henüz göremediği üç kız yeğenini görmek istiyordu. ‘’Biliyordum abime bir şey olduğunu, yoksa annem öyle alelacele gider miydi’’ derken, hıçkırıklara boğulmuştu. İşte büyük kızı Nihal, bu haberi duyduğunda sadece kendisini teselli etmek için değil, yüreğinden gelen sözlerle, dayısıyla tek başına konuşacağını söylemişti.
*
Buldukları ilk uçakla Türkiye’ye geldiler tüm ailecek. Tüm yolculuk boyunca dökülen gözyaşları ve ailesine kavuştuklarındaki acılı zamanları es geçti. Bunları düşünmek bile öylesine zehir zemberek bir acı veriyordu ki…
*
İlk görüş gününde, abisinin görüşüne gittiler. Daha kapı girişinde başlamıştı zulüm. Onca güvenliğe, birbiri ardına sıralanan demir kapılara ve gardiyanlar eşliğinde gidecekleri tel kafesli ve cam bölmeli görüş kabinine gitmek için, Bolu’nun karlı ve don tutmuş buz gibi aralık ayında, altı aylık kızının çırılçıplak soyularak aranmasına razı olmaktan başka seçenekleri yoktu. Adına ‘’güvenlik’’ dedikleri bu uygulama, zulüm değil de neydi.
*
İki gardiyanın kollarından tutarak görüş kabinine getirdikleri abisini görünce, başından aşağıya kaynar sular döküldü. Yedi yaşındaki ortanca kızı Kifayet Sevgi’nin bağırarak; ‘’bu benim dayım değil’’ diyerek görüş kabininden korkuyla kaçması, kendi hıçkırıklarına karmaşık bir anlamsızlık yüklemişti. Gülümseyen iki mavi göz dışında, abisini anımsatan hiçbir şeyden eser kalmamıştı. Sadece Nazilerin, toplama kamplarındaki insanların çok daha kilolu olduklarını düşünerek, görüntüyü es geçti.
*
Kısaca konuştular, zaten ne abisinin hali vardı, ne de zaman… Dedikleri gibi, Nihal tek konuştu dayısıyla ve vazgeçiremedi elbet. Minik Eda’sı, ikinci ismini cezaevindeyken kendi koyduğu ve dayısı olduğuna zorla ikna ederek görüş kabinine getirdikleri Sevgi’si, ablalarından olan dört erkek yeğenden sonra; ‘’hep bir kız yeğenim olsun isterdim’’ dileğini gerçekleştiren Nihal’i ve ‘’Minik Kuşum’’ diye sevdiği kendisiyle vedalaşarak, iki gardiyanın kolunda koğuşuna dönmeye çalışan abisinden geriye, gülen bir çift mavi göz ve sımsıkı sarıldığı insanlık sevdası kalmıştı…
*
‘’Yapamadım anne, dayıma kabul ettiremedim! Ama bak görecen, dayım ölmeyecek!’’ diye bağırarak ağlayan Nihal’ini teselli edecek gücünü çoktan yitirmişti… Annesi de; ‘’merak etme kızım, abin ölmeyecek, O’nu çıkarıp evimize getireceğim’’ sözleri, tek tesellisiydi artık.
*
Bu görüşmeden sonra geçen iki ayda, her an ölüm korkusuyla yaşadı. Günlerce ölümle pençeleşen abisinin acı haberini duymayı beklerken, kendi binlerce kez öldü. Kızının ve annesinin sözlerine sarıldı ve ‘’Allah’ım, ne olur abimi anneme ve bize bağışla!’’ diye duasını dilinden hiçbir zaman eksiltmedi. Ve tam iki ay sonra, abisinin ‘’Adli Tıp raporuyla tahliye edildiğini’’ duyduğunda, ‘’ben demiştim anne’’ diyen kızına sarılarak gözyaşı döktü.
*
Mustafa Koçak’ın ölüm haberini duyduğunda, bir anda gözlerinin önünden geçen bu yaşanmışlıkları, yenemediği ve hatta kendi deyişiyle; ‘’bu korku benimle mezara kadar gelir’’ dediği ölüm korkusunu da depreştirdi. Şimdi de, her zaman onurla, keyifle dinlediği Grup Yorum’un gitaristi İbrahim Gökçek’in ölüm korkusu sarmıştı tüm benliğini. Çocuklar müzik çalışmalarını rahatça yapmaktan, türkülerini özgürce söylemekten, yüzbinlere konser vermekten başka bir şey istemiyorlardı ki… Bilirdi, başka seçenekleri olsa ölüm orucuna girmezlerdi. Çünkü onlar, yaşam sevdasına herkesten çok bağlıydılar. Lakin koşullar…
*
İbrahim’in eriyen bedenini gördüğünde, kendi abisi geldi gözlerinin önüne ve Maviş gözlerinden süzülen yaşlar eşliğinde, henüz bir yıl evli kalmış İbrahim’in ölmemesi için dua etmeye başladı.
1 MAYIS 2020 KARGIPINARI/MERSİN