Genç adam olmadık düşüncelere dalmıştı. Gözleri çok uzaklara kilitlenmiş, düşünceleri suyun buruşukluğuna dalıp dalıp çıkıyordu. Balıkları ve ördekleri çoktan unutmuştu. Çevresinden olup bitenlerden habersiz uzakları yakınlaştırıyordu. Doğduğu, büyüdüğü hatta ilk âşık olduğu yer olan ve sabahları denizin usul usul dalgalarıyla kıyıya bıraktığı yosun kokusu ve o küçük balıkçı kasabası geldi aklına. Güneşin henüz ışınlarını sakladığı sabahlarda balığa çıktığı anları canlandı, kilitlenmiş gözlerinde. Sonra mücadele yılları, cezaevleri, tutsaklığı, kendisiyle aynı sevdayı paylaşan yoldaşları ve dağları... En çokta dağları özlüyordu... Yalnızlığına yoldaşlık eden, sırrını verdiği, sevda türküleri bestelediği, kendisini düşmandan ve her türlü kötülükten koruyan dağları özlemişti. Sevdiği ne kadar güzellik varsa ardında bırakıp terk etmişti oraları. Şimdi geri dönüşü zor olan bir yolun henüz başındaydı. Kendisini yalnız ve terk eden değil, terk edilen olarak hissediyordu. Direnci kırılmış, sevdaya küsmüş, özgüvenini yitirmiş, hırpalanmış, çaresiz bir hâldeydi şimdi.
Yoldaşlarını düşünürken hüzünlendi. Hüzünlendikçe duyguları ıslandı. Şimdi içinde tuzlu zehir zemberek ırmaklar akıyordu. Dokunsalar ağlayacaktı. Yağmur yüklü bulutlar gibiydi. İçindeki yükünü boşaltsa, ırmakları dışarı akıtsa rahatlayacaktı belki de. Yap(a)mıyordu. Duyguları almış başını gitmişti, dizginleyemiyordu. Derin bir of çekti. Göğsü çenesine değecekti neredeyse. Ardından derin bir of daha... Ayağa kalktı. Ayakları ıslaktı. Kendisinden daha önce haberi yokmuş gibi üstüne başına baktı. Sonra telaşlı telaşlı çevresine bakındı. Çok şükür kimse yok dercesine rahat bir nefes aldı. Tekrar oturdu ve ayaklarını çevreye bakınarak tekrar serin suların koynuna bıraktı.
Duyguları karma karışıktı. “Gitmekle", "kalmak" arasında Rus Ruleti oynar gibi içten içe kendini yiyordu. Ne yapacağına dair karar veremiyordu. "Kısır Döngü" dedikleri bu olmalı diye düşündü. Ne yapmalı? Ne etmeliydi? Bu beladan nasıl kurtulmalıydı? Bilemiyordu. "Avrupa, Avrupa" dedikleri buymuş meğer. Avrupa; insanı bitiren, insanı atıl konuma getiren, eritip şekil değiştirten, anlaşılmaz zor bir durumdu...
İçine düştüğü bu düşüncelerden sıyrılmak, vazgeçmek istiyordu. Ama başaramadı. Aynı düşüncelere dalıp gitti gene. Bu kez üzüntüsü kat ve kat artmıştı. Her şeye boş vererek, tanımadığı, daha önce bilmediği yeni bir yaşama merhaba demek, işin kolayına kaçmayı kendine yediremiyordu. Böyle bir davranış şekli seçtiğinde kendine ihanet ettiğini düşünüyordu ve kendini bir ihanetin içinde görmek istemiyordu.
Acele toparlanmaya başladı... Ayakkabısının son bağına düğüm atarken irkildi. Sanki ayakkabıya değil de, düğümü kendi boğazına atıyormuş gibi oldu. Boğazının sıkıldığı, renginin soluduğu ve damarında kanının çekildiği duygusuna kapıldı. "İpim çekildi, kalem kırıldı, gitmeliyim buralardan." dedi yüksek bir sesle. Kendi sesine kendisi irkildi. Çevresine bakındı, kimse yoktu. Su durulmuş, balıklar derinliklere çekilmişti, ördekler hâlâ köşelerinde öylece duruyorlardı. "Buralardan gitmeliyim; kekik kokan, yürekli türkülerin söylendiği sümbüllü dağlara... Gitmeliyim” diye tekrarladı. Kendisine vermiş olduğu bu karar genç adamı rahatlatmıştı.
Ayrıldı sudan, balıklardan ve ördeklerden. Kendini Zürih şehrinin caddelerinde, kalabalık insanların arasında buldu... Anlamsızca izlemeye koyuldu çevresini. Yanından hızla geçip giden arabalara ve tramvaya bakakaldı. Koştururcasına hareket eden insanlar, mağazalar, tüketim çılgınlığı ürkütmüştü onu.
Oradan kaçar adımlarla, dilinde bir şiir ile uzaklaştı:
"Gün yenilgilere
Yanılgılara
Olsa da gebe
Yaşanmaya değer gene de…
Biliyorsun
Aydınlığa gebe bu karanlıklar."
Genç adam karanlığı yenmek için bir ışık oldu aktı...