
sürgün yemiş, iltica giymiş ilk ben değildim
atalarım, kimler onlar?
ne bırakıp ne çıkardılar bana?
İbrahim’e putlar bırakmışlardı bir zamanlar
Don Kişot’un atını dörtnala vurduğu çılgıncana
aşındığımız, kafamızı sıyırdığımız zamanlardı
kaplumbağanın ayağımıza konuverince şakırdadığı
başını herkesten sakladığı
kabuğunu çatlatan, ters yatıran mahlûklara
koskocaman bir hezeyandı
artık herkes ünlü herkes şımarık baba
sen gittin gideli herkes nazlı herkes süslü
arıyorum gelip gidiyorum
mezar, mezarlar, musalla taşı
salâlar, ezanlar
sen gittin gideli bir yanım kıvranır
kırılmış kanadımız
bilirsin, kâbustan herkes korkar
bir bakmışım ağlasam başımda duracak yaşlarım yitmiş
kolumu uzatsam, ellerimi açsam
duaya doymaksızın dalsam
artık nişanesi eksik fotoğraflardan
tarih atlasından giyilmiş bir hiç
dağıldık ücra, üç bir yana
şimdi inan memleketin gülüne, kokusuna hasretiz
bir vakitler
Yılmaz Güney’in kalbi çarpardı
memleket hasretinden
Umut, Yol izlenmeden şimdi
ülke sineması kendince bir hiç
belki
kim doğruyu aramak ister ki
herkes öfkeli, girdaplı
kimse onarmak istemiyor
inşa edeni de koyuveriyorlar öteye
yıkmak için yazılmış bir abide herkes
selam verene küsüyorlar
herkeste kancık suratlar
bir tebessüm konsa yanaklara
bir yüzyıl kadar doğarız
şenlenirdik öylesine
pansuman olura katardık.